Site icon Terrabayt

Duygusal Karantina: Hisler, Duygular ve Pandemi Üzerine Tiffany Watt Smith ile Söyleşi

Birkaç aya kadar yüksek duygusal yoğunluklarda, William Davies’in kitabının başlığındaki gibi “Endişe Hali”nde yaşadığımızı düşünüyorduk, pandeminin patlamasıyla kelimenin tam anlamıyla bir duygu okyanusuna fırlatıldık. Bütün bunlardan geriye kalan duygu ise anlaşılabilir bir şekilde korku oldu. Ama korku nasıl bir duygudur? Ardında nasıl bir tarih yatar ve hangi fizyolojik ve psikolojik tepkilerle ilişkilendirilir?

Korkacak pek çok şeyin olduğu doğru. Gerçi yine de duyduğum kadarıyla insanların kapanma esnasında hissettiği yoğun kaygının yerini bir tür dinginlik hissi almış. Korkudan söz ederken sanki dıştan gelen bir uyarıya verilen tek temel tepkiden bahseder gibi oluyoruz, oysa korkunun farklı türlerinden ya da dokularından söz etmek daha faydalı. Mesela kalbini yerinden çıkaran korku vardır, ani bir tehlikeyle karşılaştığında kaçıp gitme isteği uyandırır. Fakat dehşetten farklı bir duygudur bu, 19. yüzyılda yaşamış bir hekim olan Angela Mosso buna insanları olduğu yere çivileyen duygu der: “dehşet anında en yiğit adamlar bile kaçmayı düşünemez, sanki sinir sistemleri işlemeyi bırakıp onları kaderlerine terk eder”. Panik ise izdihama ya da sanki her şey tükenecek ya da pahalılaşacakmış gibi çılgınca satın almaya itebilir insanları. Kaygı da kolektif varoluşsal belirsizliğimizle ilgilidir, kişiyi daralmış ve nefessiz bırakabilir – sanıyorum pek çok insan Covid semptomlarını okurken böyle hissetmiştir!

Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü: “Acıma”dan “Zevklenme”ye. çev. Hale Şirin. İstanbul: Kolektif Kitap, 2018.

Pandeminin başlarında Britanya’dayken, Çin’de ve İtalya’da olanları gördüğümüzde çok net hatırladığım korku türü çaresiz bir korku idi, sınırları aşan bir tehlike karşısında yapabilecek hiçbir şeyinizin olmaması hissi. 14. Yüzyıl Galli şair Jeuan Gethin’in veba üzerine yazdıklarını hatırladım, dumanın büklüm büklüm toprağı sarması gibi vebanın kasabadan kasabaya yayıldığını anlatıyor, ona “köksüz hayalet” diyordu. Ürktüğünü anlatıyordu ama çaresizdi de. Ayrıca yıllar önce okuduğum Giovanni Boccaccio’nun 14. Yüzyıl Floransa’sındaki vebayla ilgili yazdıklarını hatırladım, çılgınca bir şeyler satın almak ya da kendini karantinaya almak yoktu ama korku karşısında umursamazlığa ya da hissizliğe düşen, ekinlerini bırakıp servetlerini kumara yatıran, sanki hiçbir şeyin manası kalmamış gibi yaşayan insanlardan bahsediyordu.



Sağlık çalışanlarına teşekkür etmek için düzenlenen alkış seansına katılmak için okumayı bırakmam gerekti, bu da sizin dediğiniz gibi korkunun günümüzün en güçlü duygularından biri olduğunu hatırlattı.

Korkunun hükmettiği bu duygusal rejim nasıl bir toplumsal ve siyasal bakış açısını imliyor? Yurttaşları nasıl bir konuma sokuyor ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri nasıl değiştiriyor?

Zaten korkunun tahakkümü altındaki bir toplumda yaşıyoruz, -en azından Britanya’da- bizimki epey ‘korkudan-kaçınan’ bir toplum, kamusal alan güvenlik kameralarıyla dolu, toplu taşımada dikkatli olmamız gerektiğine dair uyarılar var, basamağa ya da kaygan zemine dikkat etmemiz gerektiğini söyleyen bir sürü uyarı var. Sosyolog Frank Furedi “korku girişimciliği”nden söz eder, korkularımız üzerine oynayıp bize bir şeyler satan kimseler bunlar, gerçi pek çok reklam ve gazetelerdeki tık tuzağı haberler de aynen böyle yapıyor. Ebeveyn olalı 6 sene oldu ve davranışlarımın, aldığım yiyeceklerin, evimin, oturduğumuz semtin, çocuklarıma berbat şeyler yapacağına dair hissiyatım daha önce hiç bu kadar fazla olmamıştı. İtalya’da da böyle kötü mü ya da Barselona’da? Bildik argüman, korku söylemlerinin nüfusu daha uysal ve manipülasyona açık hale getirdiğini, savaş ya da sınır kontrolü gibi aşırı savunma önlemlerini meşrulaştırdığını öne sürer. Bush’un 11 Eylül saldırılarından sonraki söylemine dair de bundan bahsedilmişti: “Amerika’nın geleceği korku mu değil mi diye düşünmek doğaldır” demişti Bush ve “teröre karşı savaş”ında korku hayaletini örgütlemişti, korku girişimcisinin şahıydı o.

Ama şu an belki de daha özgün bir durumdayız. Bir taraftan pandemi korkusuyla bütün tüm haklarımızdan derhal feragat ettik ve polise benzeri görülmemiş güçler verildi. Ama tabii tersine de dönebilir. Şu anda Britanya’da hükümet “korkuyu ters mühendislik uygulama” konusunda epey istekli – bir devlet görevlisi kısa süre önce Britanya hükümetinin iletişim ekibinin Covid konusunda halkı öylesine korkuttuğunu söyledi ki şimdi kimse çalışmak ya da okula gitmek istemiyormuş. Gerçek şu ki hükümet halkın güvenini epey kaybetti – kısmen kötü ve kafa karıştırıcı açıklamalarından dolayı – ve insanlar da hükümetin dediklerine ikna olmak yerine kendi makul korkularını dinliyor.

Peki pandemiyle ilişkili diğer hangi duygular ortaya çıkmaya başladı? Mesela beni çok sarsan bir şey şu karantinayla barışık, huzurlu hatta mutlu mesut görünme yarışı, pek çokları karantinayı kendileriyle ve içsel dünyalarıyla ilişki kurma fırsatıymış gibi sundu, buna ne dersiniz?

Komşumla sokakta sosyal mesafeye dikkat ederek sohbet ediyorduk ve aynen böyle söyledi – çok daha sakin hissediyormuş, gündelik hayatının hay huyundan uzaklaşıp içsel dünyasından daha fazla keyif alıyormuş. Elbette bu huzur hissiyatı ayrıcalıkla ilgili. Para kazanmak gibi bir derdiniz olmadığından, sosyal mesafe koyacak kadar alanınız olduğundan, hasta ya da kederli olmadığınızdan rahat hissedebilme ayrıcalığı. Pandemi toplumsal ayrımları iyice şiddetlendirdi. Alışverişim evime paket olarak geliyor böylece hiçbir yere gitmeme gerek kalmıyor, huzur ve güvenlik hissiyatım başkalarının kırılganlaştırılması bağlı.

Bu İngilizlere mahsus bir şey belki ama şahsen şu anda hissettiğim duygu beceriksizlik – beceriksizlik epey ilginç bir duygu, Adam Kotsko bunun üzerine yazmıştı. Ona göre bu deneyim, kurallarını bilmediğiniz bir durumda olmanız ya da birbiriyle çatışma ihtimali olan iki farklı kurallar dizisi arasında kalmanız demek. Postacıya elden mektup almak istemediğimi söylersem acaba ona hakaret etmiş olur muyum?  Günlük egzersizimizi yapmak üzere sokağa çıktığımızda başka bir aileyle karşılaştığımızda çocuğumun başka bir çocuktan çiçek almasını kabul etmeli miyim? Maske takmalı mıyım? “Nasıl davranmalıyım?” sorusu şu sıralar pek çok kişinin kafasını kurcalıyor bence. Utanç çok yaygın. Britanya’da sosyal mesafe kurallarına uymayanları utandırmaya pek hevesli insanlar, mesela bir fotoğraf vardı, bir kadın penceresine üst kat komşusunun arkadaş ziyaretleri kabul ettiğini yazan bir yazı asmış. İnsanlar ufak tefek problemler için polis çağırır oldu, ben de istemeden kuralları ihlal ettiğimde utanç duyuyorum. İnsanlar yalnızlıktan çok söz etti, hele de yalnız yaşayanlar, torunlarına dokunmayı özleyen yaşlılar.

Öte yandan çoğu zaman komşuların birbirlerine karşı kibar ve dayanışma içinde olduğunu görüyorum, şahsen ailem hastalandığı için girdiğimiz 7 haftalık karantinada (hepimiz iyileştik) bunu yaşadım. Komşularıma ve arkadaşlarıma gerçekten şükran duyuyorum, sosyal mesafeye dikkat ederek onlarla yeniden ilişkilenmeye başlamayacağımız için iyimserim.

Kriz yönetimi için yapılan siyasal tercihlerde duyguların nasıl bir rol oynadı ve oynamaya devam ediyor? Dünyanın farklı bölgelerindeki ulusal topluluklarda duygu yönetiminin uygulanışı bakımından gözle görülür farklar tespit ettiniz mi?

Dünyanın başka yerlerinde duygu yönetiminden pek emin değilim. Burada Covid’in Travma Sonrası Stres Bozukluğu dahil olmak üzere ciddi zihinsel hastalıklara yol açacağını yeni yeni öğreniyoruz ama duygu yönetimine dair ciddi herhangi bir ulusal ya da ortak girişim yok.

Liderlerin duygusal tarzlarının nasıl birbirinden farklılaştığını görebilirsiniz. Jacinda Ardern mesela, [Yeni Zelanda başbakanı, ç.n.] daha empatik görüldü, söylemleri kırılgan konumda olanlara bakılmasını vurguluyor, bir aile gibi hareket edilmesi gerektiğini söylüyordu. Öte yandan, bunu Birleşik Krallık’ta Boris Johnson ile kıyasladığımızda, Johnson’ın söylemi “koronavirüse karşı mücadele” ve savaş hakkındaydı, bu yönelim İkinci Dünya Savaşı’ndan temalara başvuran İngiliz kraliyet ailesinin ulusa seslenişinde desteklendi (bunlardan biri Vera Lynn “tekrar bulaşacağız” şarkısının sözlerinin kullanılmasıydı). İngiliz hükümeti “İngiliz Ruhu” ve Yıldırım benzetmelerine geri çekildi [Yıldırım, 1940-41 arası Nazi Almanya’sının İngiltere’yi bombalama harekâtına İngiliz medyası tarafından verilen addır, ç.n.], bu söylemin başta COVID karşısında en hassas olanlar olmak üzere pek çok kişiyi dışlayan veya yabancılaştıran sömürgeci bir duygu olduğunun farkında olmadan ulusal gurur, nostalji ve saldırganlık yüklendi.

Peki, pandemiyle bağdaştırılan temel duygusal hallerin inşasında geleneksel ve sosyal medyanın rolü nedir? Hangi temel stratejiler ve retorik araçlar kullandılar?

Medyadan belli bir dereceye kadar kaçınmak zorundaydım. Twitter’dan çıktım ve haber tüketimimi kaygıyı arttırdığını gördüğümden sınırlamaya çalıştım. Medyanın hem hükümetten gelen bilgilerin aktarılmasında hem de -umarım- hükümetin sorumlu tutulmasında çok kuvvetli bir rol oynadığı açık (duygusal terimlerle ifade edersek bu ikincisi çok daha kaygı-tetikleyici olabilir gerçi).

Duygular geleneksel olarak mevcudiyet, bedenlerin yakınlığı, farklı bağlamlarla ve dışsal aktörlerle doğrudan karşılaşmaların tetiklediği psiko-fiziksel tepkimeler ile ilişkilendiriliyor. O halde sosyal mesafelenme, duyguların deneyimlenmesini ve ifadesini nasıl etkiliyor?

Yeni mesafe ilginç. Tabii kendine özgü pek çok duygusal arıza da yaratıyor, mesela daha önce bahsettiğim beceriksiz hissetme hali gibi veya biri kulağınızın dibinden koşarak geçtiğinde hissettiğiniz öfke duygusu. Karantinanın başlarında insanların yoluna çıkmamak için yön değiştirdiğinizde size kaşlarını çatanlar oluyordu, sanki onları virüs yaymakla suçluyormuşsunuz gibi bakıyorlardı. Başlarda insanlar gerçekten sosyal mesafeye pek uymuyordu. Ama 7 hafta içeride kaldıktan sonra dışarı çıktığımda fark inanılmazdı -insanlar öğrenmişti, alışkanlıklar değişiyordu, yolumu değiştirdiğimde kimse tereddüt etmiyor ya da kaşlarını çatmıyordu artık.

Fiziksel alışkanlıklarımızda çok hızlı bir değişiklik yaşanıyor. Bu ilk defa da olmuyor, gerçi çoğunlukla bu kadar dramatik yaşanmıyor. Şu sıralar dostluk üzerine bir araştırma yapıyorum ve Britanya’daki erken yirminci yüzyıl yatılı okul kızlarını ele alan kurmacalara bakıyorum. 1900’lerde yayımlanan bu kitaplarda kızların birbirleriyle oldukça romantik bağları var, öpüşüyorlar, el ele tutuşuyor, yataklarını paylaşıyorlar. Enid Blyton’ın Mallory Towers (kız öğrenci serisi) 1950’lerde yayımlandığında genç kızlar arasındaki bu fiziksel duygulanım kültürünün ortadan kaybolduğu görülüyor. Onun kitaplarında karakterler, spor oyunlarında kazandıklarında kol kola giriyor ya da sarılıyorlar ama hepsi bu kadar. Bu kültürel değişim adım adım gerçekleşti. Kısmen lezbiyenlik korkusundan kaynaklanıyordu bu durum, bu korku ise seksolojide ayrı bir fikir olarak ancak yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Okul müdürleri kızların öpüşmesini ve el ele tutuşmasını yasakladı, hatta bir okulda birbirlerinin saçlarını yıkamaları bile yasaklandı (çünkü bu özellikle erotik/mahrem görülüyordu!). Ama kızların birbirine daha az fiziksel yakınlık göstermelerini teşvik eden başka sebepler de vardı. Savaşlar arasında insanlar kalabalıktan ve bulaşıcı duygulardan korkmayı öğrendi ve özellikle kızların bunlara hassas olduğu düşünülüyordu. Ayrıca uyuz gibi salgın hastalıklardan korkuluyordu ve el ele tutuşmak hijyenik olmayan bir davranış olarak görüldü ve fabrikada çalışan kadınların el ele tutuşması hoş karşılanmadı. İkinci Dünya Savaşı’nda Britanya’daki salgın hastalıkları araştıran doktora öğrencim David Saunders bunu buldu ve G.P.B. Whitwell adlı bir tabip subayın fabrikaların genç kızlarla dolu olmasından korktuğunu, uyuz taşıdıklarını düşündüğünü gösteren kanıtlara ulaştı. Whitwell şöyle yazıyordu, “bu genç kızlar… kollarını birbirinin boynuna dolayıp yürüme gibi seven alışkanlıklar yüzünde muhtemelen bu hastalıkları kapıyor.” “Sevecen alışkanlıkların” teşvik edilmediği çıkarımına varabiliriz.

Fiziksel davranışlar değişir ve doğal olduğunu düşündüğümüz şeyler genelde öğrenilmiş şeylerdir. Twitter’da bazılarının salgının İngiltere’de sosyal öpüşmenin sonunu getireceğini umduğunu duymuştum. İtalyanlar için bu kolay, insanları karşılarken nasıl öpmek gerektiğini biliyorsunuz. İngilizler için bu çok tuhaf bir durum, üstelik genelde bunu pek anlamıyoruz!

Siyasal açıdan bakıldığında, pandemide duygusal yapıda bir tür anomali oluşu ilgimi çekiyor: böyle bir zamanda yoğun duyguların hükmettiği güçlü, şiddetli duyguların manipülasyonu vasıtasıyla uzlaşı arayan Avrupa’daki ve dünyadaki popülist hareketler, adeta tükenmiş durumdalar, silahsız görünüyorlar, durumdan faydalanamıyorlar, hatta gülünç geliyorlar. Ya da Boris Johnson’da olduğu gibi genelde gizli tutulan kırılgan yanlarını gösteriyorlar. İnsanlar duygusal olarak sarsılmış olsalar da rasyonel, metanetli, fazla duygusal olmayan siyasi yanıtlar bekliyor. Bu gözlemi onaylıyor musunuz, eğer öyleyse bu görüngüyü nasıl açıklarsınız?

Bu çok ilginç bir gözlem. Bana oldukça hayret verici gelen şey Amerika’da karantinalara karşı protestolardı, Britanya’da da oluyor bunlar. Bunların gülünç göründüğüne katılıyorum, aşı karşıtları ve komplo teorisyenlerinden oluşan karmakarışık bir koleksiyon. Ancak kendi sınırlı bakış açımdan korkmayı da öğrendim. Protestocuları cesaretlendirip Çin’i yem olarak kullanarak yalan tohumları eken Trump var. Bana son derece gülünç ve inanılmaz gelen şeyler aynı zamanda korkutucu derecede gerçek.

Karantinanın en şaşırtıcı sonuçlarından biri hele de başlarda, büyük bir dayanışma ruhu uyandırması, topluluk olma ve bir arada durma hissini kuvvetlendirmesiydi. Öte yandan karantina ilerledikçe daha nahoş bir his ortaya çıkmaya başladı, süregiden acil durumun sorumluluğunu bireye yüklemek için insanlar, birbirlerini suçlamaya meyletti, kuralları “ihlal eden” kişiyi ihbar etmeye başladı. Bu birbirine karşıt hislerin bir arada var olmasını ve etkileşimini nasıl yorumluyorsunuz?

Korku ve kendimizi koruma ihtiyacının kuralları ihlal edenlere karşı daha kuvvetli hasmane tutumlar aldırması ve onları utandırma arzusu yaratması manalı görünüyor. Pek çok açıdan bu antagonizma Britanya’da hükümet tarafından özellikle teşvik edildi, hükümetin yasakların detayları hakkında daima ketum ve muğlak kalması insanların “kendi yargılarını kullanma”sına olanak tanıdı, net bir biçimde sorumluluğu hükümetten alarak bireye yükledi, işleri yoruma açık bir hale getirdi, insanlar ise kurallar hakkında daha da hassas oldu.

Çevremde büyük bir dayanışma görüyorum, komşular birbirlerine alışverişte yardım ediyor, insanlar, çevredeki ihtiyaç sahibi insanlar için askıda yiyecek bırakıyorlar. Ancak bana kalırsa Britanya’da daha en baştan insanlar alelacele birbirini suçladılar. Mesela süpermarkette çok fazla yiyecek aldı diye bir kadın utandırıldı, insanlar paniğe kapılıp gereksiz şeyler satın aldığını sandılar ama aslında geniş bir ailenin tek bir ebeveyniydi, sürekli dükkana gitmesi zordu (ayrıca hükümet henüz 2 haftalık karantinaya hazırlanın demişti). Kendi WhatsApp ve Facebook gruplarımızda, açık havada ateş yakmak isteyen bahçıvanlarla bunun insanların solunum yollarını kötü etkileyeceğini söyleyen mahalle sakinleri arasında büyük kavgalar çıkıyor. Bugün kocam, Twitter’da tek başına çocuk yetiştiren bir arkadaşının şaka yollu okulların açılmasını dört gözle bekliyorum dediği tweeti tepkiler üzerine silmek zorunda kaldığını anlattı. Bundan ben de muaf değilim, eve tıkılan ergenlerin parklarda parti yapmasını anlayabiliyorum ama Londra’da oldukça geniş bahçeli evleri olup da kırsalda ikinci evlerine giden arkadaşlarıma saygımı epey kaybettim.

Sonrasında nasıl bir duygusal söylem hâkim olacak? Korku uzun süre hayatlarımıza hükmetmeye devam edecek mi? Sizce hangi duygusal yaklaşımlar bu krizden çıkmamıza yardımcı olabilir?

Açıkçası, şu an nerede olduğumuzu idrak etmekte zorlanıyorum, eminim herkes böyle düşünüyor. Bir fırtınanın içinde, yağmurun dindiği ufku görememek gibi. Sanıyorum virüs yaşamlarımızın önemli bir unsuru olacak, riski yönetmeyi öğreneceğiz ve bu riskler farklı insanlar için farklı şekillerde deneyimlenecek. Katı karantina lüksüne sahip olan bizler, ki buna ben de dahilim, dünyaya dönmeye tekrar uyum sağlamak zorunda kalacağız. Aklı başında bir nezaket söyleminin kalıcı olmasını her şeyden çok umut ediyorum; komşuluğa, bakıma, karşılıklılığa ve başkalarına saygıya, bizden daha kırılgan durumda olanları korumaya, çevresel sorumluluğa ve eleştirel bir türler arası sorumluluğa  öncelik veren bir söylem bu, Gerçekten yalnızca bunların geleceğimizi anlamlı kılmaya yardımcı olacağına inanıyorum.


Kolektif Kitap’ın desteğiyle emotionsblog‘dan Koray Kırmızısakal çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.

Exit mobile version