Site icon Terrabayt

“Mülkiyet Dünyaya Mâl Olacak”: Marksist Andreas Malm ile Ekolojik Öfke ve Sınıf Kini Üzerine


Marksist iklim bilimci Andreas Malm, barışçıl protestoların miadını doldurduğunu ileri sürüyor.

Sanat dünyasının karbon ayak izi son on yılda giderek ağır bir sorgulamaya tabi tutuluyor. Uluslararası bienaller ve sanat fuarları arasında sürtünmesiz seyahate teşvikten tutun, müzelerin dev petrol şirketlerinin [Big Oil] sponsorluğunu öylece kabullenişine, kısa süre önce ortaya çıkan kripto sanat patlamasının ekolojik açıdan feci sonuçlarına varıncaya kadar. Akademisyen ve aktivist Andreas Malm, How to Blow Up a Pipeline (2021) [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır?] adlı son kitabında, iklim hareketinin incik boncuklara ve %1’lik yüksek sosyetenin yaşam tarzlarına  –lüks emisyonlarına– daha çok dikkat kesilmek gerektiğini ileri sürüyor.

Malm, baştakilere olan büyük hayal kırıklığını dile getiriyor. Giderek tırmanan küresel krize rağmen, “Sınırsız sermaye birikimine bağlılık her seferinde galip geliyor,” diye yazıyor. “Geçtiğimiz otuz yılın ardından, egemen sınıfların yapısı gereği felakete onu hızlandırmaktan başka bir şekilde karşılık veremeyeceği konusunda artık şüphe yoktur; kendi istekleriyle, içten gelen bir zorlamayla bizzat kendi geçtikleri yolları yakmaktan başka bir şey yapamazlar.” İklim aktivistleri, yürüyüşler, sokak tiyatroları düzenleyedursun, bakanlara taleplerini iletedursun işler olduğu gibi devam ediyor. Mutlak şiddetsizlik, fosil yakıtları ortadan kaldırma mücadelesinde sonsuza dek tek taktik olmaya mahkûm mudur, diye merak ediyor Malm. İklim hareketi için barışçıl protestoların dışına çıkan başka bir aşama var mıdır?

How to Blow Up a Pipeline [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır?], mülkiyet tahribatı ile halka yönelik şiddet arasında önemli bir ayrım yapıyor. Malm dikkati ilkine çekerek, spor arabaların lastiklerini patlatmaktan, ana fosil yakıt altyapısını sabote etmeye varan yeni bir stratejik şiddet dalgasını savunuyor. Ancak Malm’ın günümüz aktivizmindeki kötürümlük tanısı ve buna önerdiği tedavi karşısında ciddi çekincelerim var: hem kamusal algı hem de bunun fiziksel ve yasal çıkarımları açısından herhangi bir toplumsal hareketin doğrudan eylemi benimsemesi ağır riskler taşıyor. İklim hareketinin böyle şiddetli bir çatışma taktiğiyle uğraşmaya gücü yetebilir mi? Malm üzerine basa basa “Mülkiyet dünyaya mâl olacak,” diyor. “Mülk kaybetme korkusu kategorik olarak belirgin bir korkudur. Bilançoya ve bütçeye mahsustur, bedene değil.”

“Gösteri bitti.” Sarı Yeleklilerin kesintisiz 18 hafta sonu süren protestolarından sonra Paris, Şanzelize’de bir bina cephesi. Mart 2019.

ArtReview: How to Blow Up a Pipeline [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır?] kitabı, iklim çöküşüne karşılık herhangi bir edimde bulunmamanın, bizzat aktivizminin içinde mevcut bir eylemsizlik halini yansıttığını öne sürüyor. Bu ilginç bir önerme ve bana Nick Srnicek ve Alex Williams’ın halk siyaseti üzerine olan çalışmasını hatırlattı; son mücadele dalgasının, sık sık doğrudan eylemle ve geçici, neredeyse ritüalistik jestlerle kendini göstermesi ile birlikte halk ve polis adeta kendilerine atanmış rolleri oynamaya mahkûm oluyor. En azından pandemi öncesinde okul grevlerinin, Yok oluş İsyanı’nın ve iklim kriziyle alakalı diğer kitlesel hareketlerin olduğu bir çağda, eylemsizlik derken neyi kastettiniz? Bu protestolarda eksik olan nedir?



Andreas Malm: 2019’daki protestolarla ilgili ilk hissiyatım heyecandı, ki bu kitap da pandemi patlak verdiğinde birdenbire sona eren o dönemin bir ürünü. Ama hayal kırıklığı da vardı, bunca yılın ardından, “aynı tas aynı hamam” şeklinde son derece kemikleşmiş birçok iklim felaketinden, giderek artan karbon salımından sonra hâlâ aynı şeyi yapmanın hayal kırıklığı. Protestolar geçmişe göre daha büyük bir ölçek kazanmış olsalar da hâlâ yürüyor, toplanıyor, imza topluyor, nazikçe yolları ve meydanları kapatıyorduk. Fosil yakıt altyapısıyla ve gezegeni tahrip eden makinelerle daha çok zıtlaşan bir yaklaşımın eksik olduğunu düşünüyordum.

Kitapta ele aldığım küresel kuzeydeki iklim hareketine bakarsanız, bu hareket ve son yıllarda küresel kuzeyde büyük sükse yapmış diğer toplumsal hareketler arasındaki tezatlık oldukça acayiptir. Bilhassa Sarı Yelekliler ve Siyahların Yaşamları Değerlidir [BLM] hareketlerini düşünüyorum. Orada polise ve şiddete, yüzleşme taktiklerine ve taktiklerin çeşitliliğine çok farklı bir yaklaşım sergilendiğini gördünüz. BLM hareketiyle iklim hareketini karşılaştırdığınızda söylenecek çok söz var.

Yok oluş İsyanı protestocuları. San Francisco Finans Bölgesi. Eylül 2019. Flickr, Creative Commons izniyle. Fotoğraf: Peg Hunter.

AR: Yani iklim hareketine hükmeden bir doktrin olduğunu, bu doktrinin de mutlak barışçıllık olduğunu ileri sürüyorsunuz? Peki, bunun nasıl yerleştiğini tarif edebilir misiniz? Bir ahlakçılık ve taktik dengesi bumücadeleler tarihinin şiddetsiz protestoyla besleniyor gibi okunmasından çıkan bir denge.

Andreas Malm: Diğer protesto hareketleriyle olan bu tezatlığı nasıl mı açıklarız? Bunu açıklığa kavuşturmak için hareketler içinde ufak bir sosyolojik araştırma yapmak gerekebilir. Ancak bunun, tabandan gelen hareketler aracılığıyla toplumsal değişim gerçekleştirme konusunda belirli bir düşünce tarzı geliştirmiş ve kendini çok sıkı bir biçimde bu oldukça pasifist değişim konseptine bağlamış belli bir Anglo-Amerikan, beyaz orta sınıf, entelektüel progresif demografiye bağlı olduğunu düşünüyorum. Sarı Yelekliler’in de BLM’nin de başka türden bir sınıfsal zemini var. Sarı Yelekliler genel itibarıyla Fransa’da işçi sınıfı ayaklanmasıydı. BLM ise çeşitli düzeyde mülksüzleştirilmiş genç, çalışan siyahi insanlardan ortaya çıktı. Bu da bir ölçüde tutumlardaki farkı açıklayabilir.

Sol ve radikal toplumsal hareketler, toplumsal mücadele yürütme deneyiminden çeyrek yüzyıldır kopmuş durumda. 1989 sonrasında, post-sosyalist veya artık ne derseniz deyin konjonktürde, toplumsal hareketlere iştirak eden insanların kullandığı siyasi modeller, ikonlar ve tahayyüller, daha militan taktikler de içerebilen yoğun toplumsal mücadele hafızasını canlı tutmuyor.

Fakat bu muhtemelen yeterli olmayacaktır. Tarihsel olarak 1970’lere ve 80’lere dönüp baktığınızda, Avrupa’da ya da ABD’de cesaret edip oldukça militan taktiklere girişen orta sınıf, öfkeli beyaz insanların çok olduğunu açıkça görebilirsiniz. Bunun tarihi bir anla da alakası var: Sol ve radikal toplumsal hareketler, toplumsal mücadele yürütme deneyiminden çeyrek yüzyıldır kopmuş durumda. 1989 sonrasında, post-sosyalist veya artık ne derseniz deyin konjonktürde, toplumsal hareketlere iştirak eden insanların kullandığı siyasi modeller, ikonlar ve tahayyüller, daha militan taktikler de içerebilen yoğun toplumsal mücadele hafızasını canlı tutmuyor.

İklim krizi 1960’larda ya da 70’lerde patlak vermiş olsaydı, eminim ki bu hareket bugün gördüğümüzden daha radikal taktikler geliştirirdi çünkü o zaman Kara Panterlerden Filistinlilerin direnişine ve bütün bir sömürgeleşme-karşıtı hareketlere, daha antagonistik ve agresif şeyler yapmaya iten koca bir evren vardı. Ancak solda şu anda bu eylem biçimlerinin mirası canlı tutulmuyor. Bunun yeniden icat edilmesi gerekecek.

“Bugün COVID, yarın iklim. Derhal eyleme.” Yokoluş İsyanı eylemi. Trafalgar Meydanı, Londra, Ağustos 2020.

AR: Siz sabotaj öneriyorsunuz, bilhassa da “akla mantığa uygun, meşrulaştırılabilir ve etkili bir direniş şekli olarak mülk tahribatının yayılmasını.” Böyle bir direnişte tam olarak neler olur, ne elde edilebilir? Şiddet kullanımı tüm toplumsal hareketler için ciddi bir mesele – örneğin Hong Kong’daki 2019 protesto dalgasında şiddetin tırmanması, oradaki demokrasi yanlısı protestoculara bir şey kazandırmadı.

Andreas Malm: Hong Kong örneği, 2019’da patlak verip de bambaşka bir yaklaşım takınan, stratejik pasifizm modelini tamamen çiğneyen bir toplumsal hareket örneği. Aynı yıl, aynı tezatı insanların metroda para yükleme makinelerini kırmasıyla başlayan Şili’deki ayaklanmada ya da Irak ve Lübnan’daki yozlaşmış neoliberalizmin çeşitli formlarına karşı yapılan ayaklanmalarda da gördük. Belli ki barışçıl protestodan daha militan taktiklere geçmek zaferi garantilemiyor. Barışçıl kalmak da bir garanti değil. Bunların hepsi güç dengesine bağlı. Mülk tahribatı militanlığına geçtiğimizde kazanacağımızdan emin olduğumu söylemiyorum. Söylemeye çalıştığım, taktiklerimizi çeşitlendirmeyi düşünme vaktinin geldiği, zira kaybedecek çok şeyimiz var.

Böyle yaparsak ne elde edebiliriz? Birincisi, yatırımcıları caydırabilecek bir şeyler tesis etmeye çalışabiliriz. Madem gezegeni yok eden makinelere ve altyapılara para yatırmaya devam ediyorsunuz, o halde bunların paramparça edilme ihtimalini de göze alın. Gerçi bunu caydırıcı kılmak için ne kadar eyleme ihtiyacınız olduğunu, bunu güvenilir bir tehdit haline getirmek için kaç tane arıtıcıyı patlatmamız gerekeceğini bilmiyorum. İkincisi de alttan baskı uygulayarak devletleri gereken politikaları kabul etmeye zorlamak önemli, spor arabaların veya savunulması imkansız diğer lüks emisyonların peşine düşmek onlara bence leke sürebilir, bunları kullanmanın hiç de öyle sorunsuz bir şey olmadığını, sebepsiz yere bu kadar çok fosil yakıt tüketmenin sorunsuz olmadığını gösterebilir. Bütün o makineleri tahrip ederek bu tüketim pratikleri sorgulanabilir.

BLM hareketinde daha en baştan mülkiyet tahribatı unsuru vardı. George Floyd cinayetinin ardından, insanlar Minneapolis’in üçüncü bölgesindeki polis merkezine dalıp orayı yerle bir edip yaktığında hareket tam anlamıyla şahlandı. Bu da halka, insanların mustarip olduğu bu şiddetin kaderleri olmadığını, hukuku çiğneyen, güçlerini aşan bir şey olmadığını, içeri dalıp son verebileceğimiz bir şey olduğunu gösterdi. Bu katalizör görevi gördü. ABD’de bunca zamandır siyahların maruz kaldığı biteviye şiddete yönelik kötürüm kalmışlık hissine dikkat çekti. İklim krizi konusunda da benzer bir kötürümlük görüyoruz, halk bu büyüyen altyapının gücümüzün ötesinde olduğunu, kaderimiz olduğunu sanıyor. Fosil yakıt tesislerine yönelik militan eylem de bu kötürümlüğü boşa çıkarmada benzer bir etkiye sahip olabilir; bunun doğal, biyolojik, yasaya-bağlı kaderimiz olmadığını gösterebilir. En berbat lüks emisyonları ve diğer fosil yakıt altyapılarını hedefleyen mülk tahribatı; halkın baskı uygulamasını ve bu pratiklerin meşruiyetinin ortadan kalkmasını sağlayabilir, devlet aygıtının pek çok düzeyini bu emisyon kaynaklarını kapatmaya zorlayabilir.

İklim mücadelesini diğer birçok mücadeleden ayıran şey, işlerin kötüye gideceğini bilmemiz. İklim çöküşünün bir dengesi veyahut sabit zemini bulunmuyor. İşlerin kötüye gitmesi soruna içkin.

Elbette epey fark da var. George Floyd cinayetinde bir polisin bir insanı öldüresiye boğduğu sekiz dakikalık video vardı. Şu an bir fosil yakıt yetkilisinin Mozambik’te bir çiftçiyi ya da Bangladeş’te bir balıkçıyı boğazladığını göremeyeceksiniz çünkü fosil yakıt kullanımın yarattığı şiddet bireyler-arası bir şey değil, yüz yüze gerçekleşmiyor, atmosfer vasıtasıyla işliyor. Ama bu gerçek bir şiddet türü. Üstelik gün be gün daha da kötüleşiyor. İklim mücadelesini diğer birçok mücadeleden ayıran şey, işlerin kötüye gideceğini bilmemiz. İklim çöküşünün bir dengesi veyahut sabit zemini bulunmuyor. İşlerin kötüye gitmesi soruna içkin. Polis şiddetine, toplumsal eşitsizliğe veya tahammül edilebilir bir seviyede uzun bir süre can sıkmaya devam edebilen diğer sorunlara benzemiyor. İklim kriziyle birlikte, doğal sistemler bu şekilde işlediğinden, her şey hızla bozulma eğiliminde. İklim hareketinin, taktiklerini ve stratejilerini bu zamansal eğri göz önünde bulundurarak belirlemesi ve daha saldırgan ve daha az savunmacı bir biçimde hamle yapmak için bu yoğun iklim felaketi anını kullanması gerekiyor.

“Halk eliyle, halk için demokrasi.” Sarı Yelekliler. Brüksel, 2018. Wikimedia Commons izniyle. Fotoğraf: Pelle de Brabander.

AR: İşin içine şiddetin girmesi, şiddet diğer insanlara değil sadece mülke yönelmiş de olsa insanların tepkisini çekerek hareketin bilinç kazandırma kabiliyetini sınırlamakla sonuçlanmaz mı? İklim hareketi, uç bir aşırı konuma sahip olduğundan barışçıl sivil direniş eylemlerinin lekelenmesi riskini göze alabilir mi? İnsanlar, bilhassa mülkler yok edildiğinde toplumsal düzenin bozulmasına neden olan herhangi bir şeye genelde sempati beslemezken kitle desteğini nasıl alacağız?

Andreas Malm: Risk büyük. Riskin çok ciddi olduğunu reddedemem asla. Eğer birisi akılsızca bir sabotajda bulunursa, makul olarak açıklanamayan bir eylem gerçekleştirirse, halkın tepkisiyle karşılaşırsınız. Yok oluş İsyanı Londra’da yeraltı trenlerini protesto ederken gördük bunu, ki ona epey bir desteğe mâl oldu tabii. İşçi sınıfından insanların ve tüketimlerinin peşine düşerseniz ya da büyük çaplı elektrik kesintilerine neden olacak şekilde bir elektrik santraline saldırırsanız, bunun yanlış gidebileceği türlü türlü durumlar olabilir.

Bunu yapacaksak dikkatli, temkinli ve akıllı olmamız gerek. Bir de riayet etmemiz gereken birçok farklı ilke var bence: Çalışan insanların somut çıkarlarına mümkün olduğunca az zarar vermeye çalışmak. Eğer birinin tüketim modellerini ciddi biçimde bozacaksanız, hedefte deli gibi karbon salımlarının suçlusu olan en zengin insanlar olmalı. Eğer bunu yaparsanız, zenginlerin toplumu yönetme biçimine yönelik halk öfkesini harekete geçirme potansiyeliniz olur. Toplumda zaten mevcut olan ama toplumlarımız korkunç derecede eşitsiz olduğu için siyaseten oldukça nadir dile getirilen sınıf kini ile ekolojik öfkeyi bir araya getirirseniz kitle desteğini kazanma potansiyeli var.

Zamanlama konusunda kurnaz olmalısınız. Bu aşamada, daha sansasyonel türden bir mülk tahribatını göz önünde bulunduran iklim hareketi için önemli olan bunu küresel ısınmanın en feci sonuçlarının insanların gözüne görünür olduğu olaylara göre ayarlamaktır. Örneğin insanların bilimsel olmayan bir biçimde küresel ısınmanın tersi olarak gördüğü soğuk bir kış gününü seçmek kötü bir fikir olacaktır. Bu sansasyonel eylemleri tercihen Oregon’daki, Kaliforniya’daki ya da Avustralya’daki orman yangınlarına, Güney Amerika’daki ya da Karayipler’deki kasırgalara veyahut Birleşik Krallık’taki sellere denk getirmelisiniz. Görünür iklim felaketiyle bağlantı kurulması şunu deme şansı sağlar: Bu altyapıyı alaşağı etmedikçe daha bunun gibi çok olay göreceğiz.

Mülk tahribatına ve şiddet içeren daha militan taktiklere kalkışır kalkışmaz kitleleri yabancılaştıracağımızı öne süren stratejik pasifistlerin bunu bir kaide gibi görmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. George Floyd protestolarının ardından ne olduğuna, BLM hareketine çekilen kitlelere, yürüyüşlere katılan tarihi insan sayısına tekrar bir bakın. Ama bunu akıllıca bir şekilde yapmanız lazım.

Dakota Access Boru Hattı, Orta Iowa. Wikimedia Commons izniyle. Fotoğraf: Carl Wycoff.

AR İklim hareketinin tam da kamunun dikkatini ‘şahsi sorumluluk’tan fosil yakıtların üretimine çektiği bir anda tüketimin sorunun bir parçası olduğunu öne süren bu oldukça provokatif argüman mücadelenin apolitikleşmesine neden olmaz mı? Kitapta Stockholm’de sizin de aktivistlerle spor arabaların tekerleklerini patlattığınız bir eylemden bahsediyorsunuz (son on yılda artan küresel karbon salımına en çok katkı sağlayan ikinci şey spor arabalardır). Protestocular jetle seyahat eden yatçılar sınıfının da mı peşine düşsün? Böyle eylemler tam olarak nelere yol açabilir?

Andreas Malm: İklim hareketi için fosil yakıt üretimine odaklanmayı sürdürmek mantıklı geliyor. Birleşik Krallık’ta, Cumbria bölgesinde yapılması planlanan şu yeni kömür madeni eyleme geçmek için odak noktası olmalı. Fakat bana kalırsa, en zengin insanların ve tüketimlerinin peşine düşmek; bu sınıfın, benimsediği yaşam stiliyle ve bu yaşam stilinin öncüleriyle gezegeni nasıl mahvettiğini, bunun sermaye birikimiyle ve refahını üreten yatırımlarla bağlantısını ifade etmenin bir yolu. Aşırı zenginlerin tüketim modellerini sorgulamak “kişisel” sorumluluk meselesi değildir.

Bu kitap ilk Fransa’da çıktı ve açıkça ondan esinlenen La Ronce (“böğürtlen” demek) denen bir ekip, kitapta anlatıldığı üzere spor arabaların lastiklerini patlatmak, Total benzin istasyonlarını kurcalamak (tinker with) ve süpermarketlerdeki Coca-Cola şişelerinin ağzını gevşetmek de dâhil olmak üzere bir dizi eylem çağrısında bulundu. Bu sonuncusu haddinden fazla insanı sinir edecek bir eylem, kola şişelerini gelişigüzel tahrip etmek oldukça tafsilatlı bir protesto şekli. Tüketim ürünlerinin peşine düşmek istiyorsanız, epey seçici olmanız lazım. Bir kampanya düzenleyerek bundan iki yıl sonra Fransa’da hiç spor araba satılmayacağını söyleyebiliriz, akabinde en zengin muhitlerden başlayarak elimize geçen bütün spor arabaları etkisiz getirebiliriz.

Bir XR ekibinin Bordeaux’da zengin bir mahalleye girip 230 spor arabanın lastiklerini patlattığı başka bir eylem de olmuştu. Eğer bunu geniş ölçekte sürekli yaparsanız, en varlıklı tüketicilere “eğer bu araçları satın alırsanız, tekerleklerini patlatırız” demiş olursunuz. Eğer devletler onları yasaklayan bir yasa çıkartmazsa, biz de bu işi kendimiz yapacağız. Ama net olmanız lazım. Eğer siyaseten bir şey elde etmek istiyorsanız, başarı kesinlikle bu seçiciliğe dayanacaktır. Her şeyi hedef alırsanız, aynı etkiyi alamazsınız.

Çevreciler sabotajı düşünmeye başladıklarında bütün endüstriyel uygarlığa karşı olunduğunu düşünmek cazip geliyor. Tamamen yanlış ve zarar verici bir düşünce bu.  Sonucunda net bir şekilde hiçbir şey belirlenmediği için hiçbir şeye karşı gelmiyorsunuz. Bunu bir ağaç olarak düşünmeniz gerek, en alt dallardaki meyveleri toplayarak, en bariz, en aşikâr hedeflerle başlıyorsunuz, yani en varlıklı insanların sahip olduğu metalarla. Gerçi ben hâlâ mülk tahribatı hareketinin spor araba üreticilerini ve satıcılarını ya da lüks yatlar ve özel jetler satan şirketleri hedef almasının daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bunların var olmasının hiçbir anlamı yok.


Röportajın orijinali ArtReview’ın Mayıs 2021 sayısında yayımlanmıştır.

ArtReview’da yayımlanan bu yazıyı Işıtan Tual Şekercigil çevirdi, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.


Andreas Malm

Lund Üniversitesi’nde insan ekolojisi alanında okutman. The Progress of this Storm ve Isaac & Tamara Deutscher Anma Ödülü’nü kazanan Fossil Capital kitaplarının yazarı. The Zetkin Collective’le hazırladığı White Skin, Black Fuel kitabı, Mayıs 2021’de Verso’dan çıktı.

Exit mobile version