Site icon Terrabayt

Hakikat Sonrası: Muhakeme Yetisinin Kitlesel Yitişi ve Geri Kazanılması


Bu yazıda, her olayda çıldırtıcı bir hal alan hakikat sonrası (post-truth) durumun, yani aşı karşıtlığı, pandemi inkârcılığı, göçmen düşmanlığı etrafındaki yalan veya çarpıtma haber ağı gibi fenomenlerin kazandığı yaygınlığın koşulları üzerine biraz düşünmek istiyorum. Burada yalan haber yayanların gerçek (mali veya duygusal) çıkarlarını ve alımlayan kitlelerin duygusal yatkınlıklarını paranteze alacağım. Zira hakikat sonrası durumun bu duygulanımsal boyutları ve çeşitli sağcılıkların beslendiği çoğunluk gruplarının kırılganlığı ile sosyal medyanın hızlandırıcı etkisi gibi unsurlarla ilişkisi enine boyuna tartışıldı.[1] Bu boyut ve unsurlar, hakikat sonrasının doğuşunu ve sağlamlığını açıklıyor, ancak yaygınlığını aynı başarıyla açıklamıyor. Kuşkusuz çeşitli kesimlerin birtakım ayrıcalıklarla ilişkilendirdikleri belli bir konumu savunma adına içine battıkları muhayyel evrenin duygusal inkâr mekanizmaları, hakikat sonrasındaki en önemli mekanizmalarıdır. Yani safsatalara duygusal yatırım yapmaksızın birinin safsatayı baş tacı etmesinin ve yaymasının hiçbir anlamı olamaz. İnsanlar çoğu zaman hiçbir şey değilse bile duygusal bir kazançları, yani mevcut öznelliklerini, kimliklerini, yaşam tarzlarını savunmak adına yalana ve safsataya ortak olabilirler. Fakat bu halkanın dışına doğru çıkıldıkça bunun temellendirici etkisi azalır. Dolayısıyla benim üzerine düşünmek istediğim şey, duygusal tatmin de dahil olmak üzere yalandan ve safsatadan herhangi bir çıkarları olmayan daha geniş insan kümelerinin neden yalanlar ve safsatalarla sürüklenebildikleri. Yani sorum şu: hakikat sonrası durumumuzda yalan haber ve benzeri çarpıtmaların, bunda çıkarı olmayan geniş kitleleri etkilemesinin nedenleri nelerdir? Nasıl oluyor da biraz didikleyince hiçbir “hakikati” olmadığı anlaşılan bazı “bilgi” ve “haber”ler bu insanlarca benimsenebiliyor, benimsenmese bile en azından endişe yaratmayı başarabiliyor? Bu “başarımı” yerleştirebileceğimiz daha geniş bir çerçeve bulabilir miyiz?

Hakikat sonrası ve muhakeme yetisi

Benim üzerine düşünmek istediğim şey, duygusal tatmin de dahil olmak üzere yalandan ve safsatadan herhangi bir çıkarları olmayan daha geniş insan kümelerinin neden yalanlar ve safsatalarla sürüklenebildikleri.

Ben sorunu, Aristoteles’ten beri felsefenin çok yakından tanıdığı ve önem verdiği “muhakeme” yetisinin kitlesel kaybıyla düşünebileceğimize inanıyorum. Aristoteles, Nikomakos’a Etik[2] kitabında muhakemeyi (βουλευσις, bouleusis), insanın gerçekleşip gerçekleşmemesi elinde olan şeyler, yani meydana gelmesi bizim eylemimizi gerektiren şeylerle ilgili bir “düşünce erdemi” olarak tanımlar (1112a15–b10). Muhakeme, “çoğu zaman belirli bir şekilde olanlarda, ama [bir durumda] nasıl olacakları belirsiz olanlarda ve belirlenemeyenlerde söz konusudur” (1112b10). Eş deyişle, muhakeme, olumsal olanla, müdahil olabileceğimiz şeylerle ilgilidir. Muhakeme ederek bir eyleme karar veririz, tercihte bulunuruz. Bunun için duyumdan gelen veriye, arzudan doğan isteğe ve eyleme geçme araçlarının varlığına ihtiyaç bulunur ya da muhakeme temelde, bu üç unsurun birleştiği kavşakta mümkün şeyler hakkında yapmaya ya da yapmamaya karar vermekle ilgilidir. Örneğin twitter akışında karşılaştığımız bir haberi retweet edip etmemek bizim tasarrufumuzdadır ve o haberdeki veri, yayılmasını istediğimiz bir bilgiyse bile içeriği (doğru mu yalan mı diye) değerlendirmek için yaşadığımız duraksamada çalışan yetimiz muhakeme yetisidir. Hatta Aristoteles, Politika[3] kitabında muhakeme yetisini özgür insanın köle, erkeğin kadın ve yetişkinin çocuk üzerindeki yönetim yetkesini temellendirmek üzere kullanır ve kölede bu yetinin olmadığını, kadının yetiye sahip olmakla birlikte yetiyi kullanacak otoriteden muaf olduğunu, çocukta ise bu yetinin henüz gelişmemiş olduğunu söyler (1260a2–a14). Bu yetinin önemi öyle büyüktür ki yurttaşın (özgür, mülk sahibi, yetişkin erkeğin) muhakeme yetisi, ona bir istişare yetkesi, yani meclise katılma hakkı vermektedir. Yunancada istişare de muhakemeyle aynı kelime, yani bouleusis’tir. Zira tek tek insanların muhakeme yetisi, nasıl ki bir eyleme geçip geçmemeyi, geçilecekse hangi araçlarla nasıl geçileceği hakkında değerlendirmeyi icra ediyorsa, meclis (βουλε, boule) de istişare ederek politik topluluğun toplu eylemleri konusunda değerlendirme icra eder. İstişare, insanlar arasında bir muhabbet ve birlikte değerlendirme demek olduğu gibi, muhakeme de yetiler ile veriler arasında bir muhabbet ve birlikte değerlendirme demektir.

Ben sorunu, Aristoteles’ten beri felsefenin çok yakından tanıdığı ve önem verdiği “muhakeme” yetisinin kitlesel kaybıyla düşünebileceğimize inanıyorum.

İlk paragrafta duygulanımsal dediğim boyut üzerinden düşünürsek, muhakeme yetisinin yitirilişinin ardındaki en büyük sebep, Aristotelesçi terminolojiyle “iştah”ın (ἐπιθμια, epithymia), yani arzu ve isteklerin akıl üzerinde galebe çalmasıdır. Zira muhakeme tam da iştahı akılla rabıtalayan yetidir. Bu yetiyi tasavvur etmenin en kolay yolu, onu arzuyla gerçeklik arasında bir bağ kuran ve geleceğe açılan pragmatik bir yeti olarak düşünmektir. Burada pragmatik derken amiyane anlamıyla “faydacılığı” değil, felsefi anlamıyla konumlanmışlığı, canlı bedenin çevresindeki canlı ve cansızlarla somut etkileşimlerini kastediyorum. Dolayısıyla muhakemede güncelliğin değerlendirilmesi gelecek tahayyülüne doğru açılır. O, arzulanan eylemin gerçekleşmesinin neticelerini ve gerçekleştirme araçlarını analiz etme, sorumluluk alma yetisidir. Sorumluluk alma, muhakemeden kopartılamaz. Muhakeme yetisi, duyum ve algı yetilerinden gelen veriyi, bellekteki verilerle arzudan gelen talepler ışığında geleceği —yani gerçek dünyadaki muhtemel sonuçları— hayal ederek müzakere eden yetidir. Eylem ve konumlanma kararlarımızın düğüm noktasında bu yeti bulunur.

Başta da söylediğim gibi, yalan bilgileri oluşturan ve yayan bir grup insanın bundan ya duygusal ya da çoğu zaman mali bir çıkarı bulunuyor ve onların kabaran iştahları, binlerce insanı yanlış yönlendirmekte beis görmemelerine yol açıyor. Fakat bu gruptaki insanların sayılarının, özellikle etkilerine göre epey az olduğu unutulmamalı. Sevin Turan’ın Hürriyet gazetesinde derlediği bir haberde, “aşı karşıtlığı endüstrisinin” sadece Youtube platformu üzerinde 1.1 milyar dolarlık bir çarka tekabül ettiği ve yalan haberlerin ardında, sadece 12 kişilik bir kaynak noktasının bulunduğu yazıyor. Bu 12 kişinin ve diğer kâr ortaklarının “iştahlarını” bir yana bırakırsak bu yalan haber selinin taşkın akışını temellendiren en büyük etmen, bu haberlerin içerik, başlık ve görsellerinin muhakeme yetisi dahil aklı askıya alma kapasitesi en yüksek duyguları, yani korku, kaygı, kibir gibi şok eden veya ketleyen duyguları tetiklemesi. Dediğim gibi hakikat sonrası durumun bu boyutu fazlasıyla işlendiği için bunu daha fazla tartışmayacağım.

Muhakeme yetisi ve öğrenim

Sevin Turan’ın Hürriyet gazetesinde derlediği bir haberde, “aşı karşıtlığı endüstrisinin” sadece Youtube platformu üzerinde 1.1 milyar dolarlık bir çarka tekabül ettiği ve yalan haberlerin ardında, sadece 12 kişilik bir kaynak noktasının bulunduğu yazıyor.

Aristoteles, muhakeme yetisinin politik bağlamını tartıştığı noktada, çağının muhafazakar bir filozofu olarak o günkü ayrımcılığı temellendirirken bize, muhakeme ile “öğrenim” arasında bir bağı açık eder. Aristoteles, kölelerin, kadınların ve çocukların toplumsal olarak politik topluluktan dışlanmasını doğallaştırmak ve meşrulaştırmak istese de çocukların muhakeme yetisinin gelişmemişliğini vurgularken muhakeme ile öğrenim arasında bir bağ kurmuş olur. Muhakeme yetisi, öğrenim yoluyla gelişen bir yetidir, diğer tüm yetiler gibi belki de. Öğrenim elbette sadece “okullu” bir sistematik öğrenimden ibaret değildir. Aksine, Gilles Deleuze’ün Proust ve Göstergeler kitabında ifade ettiği gibi öğrenme süreci şöyle bir şeydir:

Öğrenmek asıl olarak göstergelerle ilgilidir. Göstergeler soyut bir bilginin değil, zamansal bir çıraklığın konusudur. Öğrenmek bir maddeyi, nesneyi, varlığı her şeyden önce deşifre edilmesi, yorumlanması gereken göstergeler yayıyorlarmış gibi ele almaktır… Odunun göstergelerine duyarlı olunduğunda marangoz ya da hastalığın göstergelerine duyarlı olunduğunda hekim olunur. Bir işe yatkınlık, göstergeler açısından her zaman yazgıdır. Bize bir şeyler öğreten her şey göstergeler yayar, her öğrenme eylemi göstergelerin ya da hiyerogliflerin bir yorumudur.[4]

Aristoteles, kölelerin, kadınların ve çocukların toplumsal olarak politik topluluktan dışlanmasını doğallaştırmak ve meşrulaştırmak istese de çocukların muhakeme yetisinin gelişmemişliğini vurgularken muhakeme ile öğrenim arasında bir bağ kurmuş olur. Muhakeme yetisi, öğrenim yoluyla gelişen bir yetidir, diğer tüm yetiler gibi belki de.

Bu yüzden öğrenim süreci, bize dünyayı açan ve sınırlarımızı esnekleştiren, bu sınırları müzakere eden özgürlük ve farklı mecralara erişim derecemizle ilgilidir. Aristotelesçi idealizmi ters çevirirsek istişareye katılım muhakeme vasıtasıyla hak edilmekten çok, muhakeme istişare üzerinde temellenir. Muhakeme yetimizi geliştirenler ötekiler, ötekilerle girdiğimiz istişarelerdir. Bu istişarelerin sözlü olması gerekmez, aksine çoğu durumda farklı varoluş tarzlarına, hatta canlılığın ve cansız varlıkların farklı “yaşamlarına” maruz kalarak muhakeme etmeyi öğreniriz. Her tür öğrenme bir istişaredir, canlı varlığın çevresindeki unsurlara açıklığı, onlarla müzakeresidir. Bakış açısının materyalist anlamında, yani kozmosta konumlanmışlığımızın sağladığı entelektüel ve algısal ufuk anlamında bakış açısının her tür genişlemesi, bizden başka olanlara açılarak, onlarla istişare ederek gerçekleşir. Bu açıdan, köleleri, kadınları ve çocukları öğrenimden dışlamak basitçe onları “örgün öğrenim” kurumlarına erişimden dışlamak değildir, daha doğrusu bu tür sistematik ve entelektüel öğrenimden dışlanma tam da dünyanın farklı düşünsel ve algısal boyutlarını bu gruplara kapattığı için korkunç bir eşitsizlik biçimidir. Antik Yunan’daki vaziyeti kötüleştiren de budur: erkek, yerli ve mülk sahibi yetişkinler dışındaki insan grupları, sistematik olarak belli türdeki göstergelere maruz kalacakları mekânlar ile etkinliklerden dışlanmışlardır. Aristoteles’in muhafazakar ve idealist akıl yürütmesinin aksine, dışlanma muhakeme yetisinin düşüklüğünün bir sonucu değil sebebidir. Muhakeme yetisinin kaybı, dışlanmayı gerekçelendirmek bir yana, onun korkunçluğuna tanıklık eder.

Hakikat sonrası durumda yaygınlaşan yalanın, safsatanın ve manipülasyonun ardında muhakeme yetisinin çöküşü varsa, bunun koşulları arasında öğrenimdeki bir çöküş bulunuyor.

Tartışmak istediğim noktaya da bu vesileyle yaklaşabiliriz: hakikat sonrası durumda yaygınlaşan yalanın, safsatanın ve manipülasyonun ardında muhakeme yetisinin çöküşü varsa, bunun koşulları arasında öğrenimdeki bir çöküş bulunuyor. Burada iç içe geçen üç sorun var:

  1. Bilişim çağı, bilişsel emek donanımlarını edinmenin kitleselleşmesine tanık oldu. Yani, giderek daha çok sayıda insan (akıllı telefonlar dahil) bilgisayar arayüzleriyle etkileşim kurabilecek yetkinlikler kazandı. Eğitim kurumları bu bilişim yetkinliklerinin kitleselleşmesinde büyük bir etken oldu. Bilgisayarlar salt kişisel/bilimsel kullanıma sunulan tüketici malları olmaktan çıkıp cisimsel ve cisimsiz türden metaların, sermayenin, insanların ve diğer canlıların üretim ve dolaşımının altyapısı haline gelmeye başladığı için bu süreç kaçınılmazdı. Bugün, neredeyse bütün üretim alanlarında, hiçbir şey için olmasa bile en azından komuta ilişkisi (yani iletişim) için akıllı telefon kullanmak örtük bir zorunluluk. Dolayısıyla kol emeğinin en ilkel biçimlerinin sürdürüldüğü madencilik gibi sektörlerde bile (muhasebe ve emeği komuta etme amacıyla) kişisel bilgisayar ve akıllı telefon gibi bilgisayar arayüzlerine olan bağımlılık arttı. Bilgisayar altyapısının yaygınlığı, bu altyapının donanım ve yazılım kısmında olduğu kadar, veri üretimi ve değerlendirmesi gibi farklı destek sektörlerinde de bilişsel emeğe olan ihtiyacı arttırdı. Bunun en büyük sonucu, örgün öğrenimde bu tarz disiplinlerin yoğunluğunun artması, özellikle Türkiye’de bilişsel emek biçimlerini ucuzlatmak amacıyla üniversite sayılarında enflasyon yaşanması ve örgün eğitimin yetişemediği açığı kapatmak üzere çok sayıda kurs ile atölyelerin açılması oldu.
  2. Fakat bütün bu eğitim veya işsiz nüfus yaratma aracılığıyla “ucuz işgücü” yaratma seferberliği, muhakeme yetisinin gelişmesi anlamına gelmedi. Eğitim, meslekle ilgili teknik becerileri arttırmayı hedeflemekten başka hiçbir şeyi hedeflemediği için, temelde komut alma/verme ve uygulama becerilerini arttırdı. Bunun yaygın sonucu, bilişsel emek için gerekli olan beceriler kazanılırken, becerilerin dayandığı enformasyonun ötesinde, muhakeme yetisini besleyecek daha entelektüel becerilerin ve bilgilerin eğitim programlarından dışlanması oldu. Bu süreç, aynı zamanda son 40 yıllık neoliberalleşmeyle de kesiştiğinden, özellikle temel ve örgün eğitimin içerik kalitesi yıllar geçtikçe düştü. Bu neoliberalleşme, temel eğitimde kazanılan becerilerin üstüne çıkan daha entelektüel beceri ve bilgilerin, ancak ve ancak bunu mali olarak karşılayacak durumda olanların akademik kariyer vasıtasıyla erişebileceği bir ayrıcalığa dönüşmesine yol açtı. Geniş kitleler kendi emek biçimlerini alakadar etmeyen alanların aşinalığını, bu alanlarda üretilen bilgileri değerlendirebilecekleri zihinsel yetenekleri kaybetti. Aşırı uzmanlaşma ve akademik bölümlemelerle de kesişen bu süreçte, alan-içi yazı, doğrudan o alanı bilmeyen herkes için bir tür okunaksız-yazıya dönüştü. Örneğin bu yüzden, “aşı ölümleri istatistiği” olmayan istatistikleri, “aşıdan kaynaklı ölümleri gösteren istatistikler” olarak maniple eden sahtekarların etki alanları genişledi.
  3. Akademik kurumlar ise, bilginin enformatikleştiği ve doğrudan sermayeye tercüme edildiği bir sürecin baskısı altında kaldı. Akademisyen-uzmanların erimindeki bilgiler dahi, performans ölçekleri, hızlı makale üretimi, notlama ve puanlama sistemleri (ACTS, atıf sayısı vs.) gibi çeşitli aygıtlarca enformasyon paketlerine veya nicemlerine (quanta) dönüştürüldü. Yazılı “iletişimin” her alanında “gürültüyü” elemek, yazı üzerine tefekkürün (reflection) ve yazılan konunun temaşasının (contemplation) azaltılması anlamını taşıdı. Zira tefekkür ve temaşa, akademik yazımda ve teorik düşüncede enformasyon ötesi tartışma ve bağların yazıya/düşünceye dahil edilmesi demektir. Bu iki yeti, muhakeme yetisi için bilimsel veya disipliner alanların sınırlarının ötesine uzanan, biri öznellikle diğeri nesnellikle alakalı ek soruların sorulabilmesini mümkün kılan veriyi sağlar. Oysa akademik alanyazısı, “konu”yu olabildiğince yalıtmayı (temaşayı bastırmayı) ve yazıdan her tür öznelliğin elenmesini (tefekkürü bastırmayı) gerektirir. Bunun neticesi, bu tarz bağ ve soruların, gürültü unsurları olarak görülüp yarattıkları yavaşlatma etkisi sebebiyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu durum da bu defa “uzmanların” muhakeme yetisini akamete uğratarak uzmanlara, post-fordist küresel “üretim bandı” içinde vazifelendirildikleri “vidayı sıkma”, yani kendi yalıtık ve sorgulanmamış bilgilerinden hareketle temiz enformasyon sağlama görevini sorgusuzca ifa etmeyi dayattı.

Bu açıdan muhakeme yetisindeki düşüşü; uzmanların bilgisinin enformatikleşmesi dolayımıyla temaşa ve tefekkürün yitirilmesi, bilişsel emeğin tüm  kademelerinde istişare imkânlarını genişleten alandışı karşılaşmaların engellenmesi ve neoliberalleşmenin daha doğrudan sonucu olarak bilişsel emeğin entelektüel evrenden koparak değersizleşmesi süreçlerinin sonucu olarak özetleyebiliriz. Eğitim sistemlerini daha doğrudan alakadar eden bu süreçler, kol emeğinin köleliğe yakınsayan kesimlerdeki canlı emek için çok daha yakıcı dışlanma biçimleriyle birleşerek hakikat sonrası durumun içinde hepimizi savunmasız bırakıyor. Temelde savunmacı duyguların ya da Spinozacı deyişle “kederli tutkuların” tahakkümü altındaki bireyler, kendi konumlarını meşrulaştıran (ve onları saldırganlaştırmaya eğilimli) yalan haberlere daha açık hale geliyor. Zira öğrenimin eğitim sistemlerine sıkışması, ardından eğitim sistemlerinin de enformasyon aktarımı ve üretimi mekanizmalarına indirgenmesiyle muhakeme yetisi, onu temellendiren istişare ortamından, onu genişleten tefekkür ve temaşadan koptu. Kentsel ve kırsal yaşam alanlarımızın günümüzde daha da şiddetlenen bir şekilde ötekilere kapalı, geçirimsiz ortamlar olarak örgütlenmesi, bu kopuşu daha da onulmaz kılma eğilimindedir.

Bu açıdan muhakeme yetisindeki düşüşü; uzmanların bilgisinin enformatikleşmesi dolayımıyla temaşa ve tefekkürün yitirilmesi, bilişsel emeğin tüm  kademelerinde istişare imkânlarını genişleten alandışı karşılaşmaların engellenmesi ve neoliberalleşmenin daha doğrudan sonucu olarak bilişsel emeğin entelektüel evrenden koparak değersizleşmesi süreçlerinin sonucu olarak özetleyebiliriz.

Ne yapabiliriz?

Nesne Yönelimli Ontoloji’nin girişinde Graham Harman, hakikat sonrası (post-truth) durumun gerçek panzehirinin hakikat (truth) değil, gerçeklik (reality) olduğunu söylüyordu: yalan ve safsata inançlar, kelimenin bilimsel anlamıyla bilgi ile değil, bu safsataların gerçeklikle yüzleşmesi vasıtasıyla geriletilebilirdi.[5] Harman’ın iddiası, aşı karşıtlarının iddialarının bilimsel araştırma verileriyle çürütülmesine rağmen aşı karşıtlığının gücünü koruyabilmesiyle doğrulanıyor görünüyor. Bilginin gücü, bilimdışı safsataların yayılımını pek de engelleyemiyor, bilhassa manipülatör angajmanına sahip militan hakikat sonrası tacirleri, bu bilgileri dikkate almadığı gibi, onların yaydığı safsatalardan etkilenen insanlarda da benzer bir inatçılık gözlemleniyor. Aynısı, Suriyeli mültecilerle ilgili “devletten maaş alma” gibi defalarca aksi ispatlanan; Akdeniz ve Ege’de süren orman yangınlarını “PKK’nin çıkarttığı” gibi ispata muhtaç ve kışkırtıcı haberler için de geçerli. Hangi kesimlerden olursa olsun insanlar, veriyle bilimsel olarak aksi ispatlanan veya bizzat veri yokluğuyla doğru olamayacağı görünen haber ve sözde-bilgilere inanmaya devam ediyor, bu sözde-bilgiler temelinde eyleme geçiyorlar ya da geçmiyorlar.

Nesne Yönelimli Ontoloji’nin girişinde Graham Harman, hakikat sonrası (post-truth) durumun gerçek panzehirinin hakikat (truth) değil, gerçeklik (reality) olduğunu söylüyordu: yalan ve safsata inançlar, kelimenin bilimsel anlamıyla bilgi ile değil, bu safsataların gerçeklikle yüzleşmesi vasıtasıyla geriletilebilirdi.

Şu doğru ki, gerçeklik aşı karşıtlarına da hastalık olarak çarpabiliyor. Yani hastalıkla yüzleştiklerinde, aşı karşıtlarının geç de olsa pişmanlıklarını dile getirdikleri oluyor. Ancak bunu beklemek, kuşkusuz bir politika değil. Böyle bir beklenti ayrıca, Harman’ın iddiasını fazlasıyla kelimesi kelimesine anlamak olurdu. Bunun yerine gerçekliği, tam da onu aşmanın perspektifinden bütünlüklü bir şekilde analiz eden ve gerçekliğin, insanlara gerçek anlamda çarpmadan evvel bir sorun olarak çarpmasını mümkün kılacak bir eleştirel bilgi üretimi ve kolektif öğrenim sürecine ihtiyacımız var. Burada eleştirel bilgiden kastım, tefekkür ve temaşanın da dahil edildiği, gürültüsü arttırılmış bilgidir. Somutlayayım: sırasıyla, önce Covid-19 pandemisinde sağlık uzmanlarının, ardından müsilaj sorununda deniz bilimcilerin, son olarak yangınlar sorununda yangın ve orman ekosistemleri uzmanlarının söz almasına tanıklık ettik. Hepsi de bazen hükumetten gelen manipülatif enformasyonun, bazen de art niyetli başka odakların ürettiği ya da korku ve endişe içindeki geniş kitlelerin kapıldığı ve yaydığı safsataların yayılması karşısında, muazzam bir sorumluluk duygusuyla, müthiş bir bilimsel bilgiler yığınını bizlerle paylaştılar. Fakat bu bilgiler yığınının, başta sosyal medya karadeliği olmak üzere çeşitli enformasyon makinelerince kapılmasına ve etkisizleştirilmesine karşı koymamız gerekiyor. Bunun yolu, tek tek sorun alanlarına dair ortaya konmuş bu bilgilerin daha geniş bir sorunsallaştırmanın, içinde yaşadığımız kapitalist gerçekliğin eleştirisinin inşası içinde birbirine eklemlenmesidir. Her alanda hükumetin, onun temsilcisi ve savunucusu olduğu “bütünleşik dünya kapitalizmi”nin[6] politikasının sonuçlarını deneyimliyoruz. O halde, ekolojik bilimler, sosyal bilimler ve doğa bilimlerinin diğer alanlarından gelen bilginin, içinde yaşadığımız bu gerçekliğin kısmi kalmaya daima mahkum olsa bile bütünlüklü ve eleştirel bir resmi içinde bir araya getirilmesi gerekiyor. Çünkü ancak bu şekilde, kapitalist gerçekliğimiz içinde başımıza gelenin ne olduğunun ve onun başımıza neden geldiğinin kolektif idrakını, bu gerçekliğin türlü veçheleri karşısında harekete geçen mücadelelerin derslerinin başka mücadelelere tercümesini elde edebiliriz.

Lenin’in gazete projesinin öğrettikleri

Yazıyı buraya kadar takip eden okur için şaşırtıcı olacak ama ben bunun, tereddütsüz bir şekilde, Lenin’in önce Rus Sosyal Demokratların gazetesi Iskra’daki “Nereden Başlamalı” makalesinde[7], ardından Ne Yapmalı? kitabında[8] tarif ettiği gazete projesinin özü olduğuna inanıyorum. Zira 1900’lerin başında Çarlık Rusyası, otokrasiye karşı irili ufaklı mücadelelerin (işsizlerin, ezilen halkların, çeşitli sektörlerdeki fabrika işçilerinin, köylülerin vb. mücadelelerinin) büyüdüğü, ancak henüz bunların ortak bir düzlemde bir araya gelemediği ve dağınıklığın hâkim olduğu bir ülkeydi. Yani durumumuza bazı bakımlardan epey benziyordu. Tam da bu sebeple bu iki metinde Lenin’in sorunu, etkili ve donanımlı bir partinin, yani farklı mücadelelerin eklemlendiği örgütlü bir tarafın nasıl kurulabileceğidir. Kendisine itiraz edenler öncelikle Rusya çapında yerel sosyal demokrat örgütlerin kurulması gerektiğini, sonra gazetenin gerçekten örgütlenebileceğini iddia ederken Lenin, net bir şekilde, gazete olmaksızın bu örgütlerin öğreniminin gerçekleşebileceği hiçbir araç olmayacağında ısrar eder.[9] Lenin’in amacı, kitlelerle “öncü işçileri” baştan karşı karşıya koymamak, aksine öncülerin öğrenimini temel bir sorun olarak ortaya koymaktır: öncü işçiler, “ancak siyasal yaşamımızın bütün her günkü yönlerini, çeşitli sınıfların çeşitli nedenlerle bütün protesto ve savaşım girişimlerini sistemli olarak değerlendirerek eğitimlerini sağlayabilirler.”[10] Bu açıdan Lenin gazetenin yerine getirmesi gereken işlevi, duvarcıların tuğlaları —ki tuğlalar tekil mücadelelerdir— düz bir çizgi oluşturacak şekilde dizmek amacıyla kullandığı bir ipe benzetir ve şöyle der:

Ama ne yazık ki, şimdilik ekip halinde çalışmak için eğitilmiş deneyimli duvarcılarımız yok, tuğlalar çok zaman hiç de gerekmeyen yerlere konuyor, genel çizgiye uygun biçimde duvar örülmüyor, ve tuğlalar o kadar dağınık durumda ki, düşman, yapıyı, tuğladan değil de, kumdan yapılmışçasına paramparça edebilir.[11]

Tekrar Harman’a dönersek, Leninist bir müdahaleyle, hakikat sonrası eğilimleri gerçeklikle yüzleştirmenin, gerçekliğe dair eleştirel ve sorunsallaştırıcı imgeler ve sözceler üretmek, bu imge ve sözceleri çeşitlendirip karmaşıklaştırarak dolaşımda ısrarla tutmak olduğunu iddia edeceğim.

Elbette Lenin’den günümüze kapitalizmin örgütlenme tarzı (sermayenin organik bileşimi) ve özellikle sınıfın teknik bileşimi dönüştü. Dolayısıyla mevcut sınıf bileşimine tekabül edecek ve onu yıkıcı ve kurucu bir kuvvete yükseltecek politik yeniden bileşim biçimlerini bulmak gerekiyor. Ancak yine de Lenin’in dersi önemlidir, zira dağınıklığı aşamazsak “düşman”, yapımızı kumdanmışçasına paramparça edebilir, ettiğine defalarca tanıklık ettik. Bu dersin önemi, ayrıca, Lenin’in sorunu kolektif bir öğrenim süreci olarak ortaya koymuş olmasındadır. Kendimizi, kapitalizmin girişimlerini bütünlüklü olarak kavrayacak ve maruz kaldığımız şedit süreçleri, diğer bilim ve disiplinlerden akan bilgilerle harmanlayarak mücadelelerimize dair bütünlüklü bir resim çizecek şekilde kolektif bir otoöğrenim sürecine sokmamız gerekiyor.

Tekrar Harman’a dönersek, Leninist bir müdahaleyle, hakikat sonrası eğilimleri gerçeklikle yüzleştirmenin, gerçekliğe dair eleştirel ve sorunsallaştırıcı imgeler ve sözceler üretmek, bu imge ve sözceleri çeşitlendirip karmaşıklaştırarak dolaşımda ısrarla tutmak olduğunu iddia edeceğim. Aksi takdirde hem gelecekteki mücadelelerimiz her seferinde her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalabilir hem de hepimiz, başımıza gelenlerin şokunu takip eden korku ve kaygı duygularımızı, kin, nefret ve hınç gibi duygulara tercüme edebilen karanlık odaklara tekrar ve tekrar kapılabiliriz. Öyle görünüyor ki bütünleşik dünya kapitalizmi, felaketlerden felaketlere doğru koşacak. Ekolojik karakterdeki felaketlere ek iktisadi ve başka toplumsal felaketlere de gebe bir gerçeklikte yaşıyoruz. Hakikat sonrasının yıldırıcı ahmaklığından sıyrılmak için kolektif bir öğrenim süreci örgütlemek, gerçekliği hep birlikte temaşa etmek, onun içindeki konumlarımıza dair tefekkürde bulunmak ve muhakeme yetimizi kitlesel olarak geri kazanmak zorundayız. Bunları yaparsak belki, daha eşit ve özgür bir gelecek için hayal gücümüzü nihayet kapitalist gerçeklikten özgür bırakabilir, içine düştüğümüz kara deliklerden sıyrılarak felaketin içinden ekolojik ve toplumsal bir çıkış bulabiliriz.


[1]    Çok fazla yazı arasında Ahmet Özkaya’nın Evrim Ağacı’nda yayımlanan “Post Truth (Gerçeklik Ötesi): Yalanların Gerçekmiş Gibi Sunulduğu Bir Dünyada, Hakikatin Anlamı Nedir?” başlıklı kapsamlı ve derleyici yazısı ile Özgür Taburoğlu’nun Terrabayt’ta yayımlanan “Duyguların Yönetimi ve Paylaşımı” başlıklı, doğrudan hakikat sonrası meselesini ele almamakla birlikte duygu politikalarını tartıştığı yazısına bakılabilir. Keza Lee McIntyre’ın Hakikat Sonrası (çev. Mehmet Fahrettin Biçici, Tellekt Yayınları, 2019) kitabı temel bir başvuru kitabıdır. Kitap hakkında bir inceleme için bakınız: Evren o. Yurttaş, “Hakikat Sonrası: Derin Bir Sorunun Anatomisi”, K24.

[2]    Türkçesi: Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, BilgeSu Yayıncılık, 2009.

[3]    Türkçesi: Aristoteles, Politika, çev. Özgüç Orhan, Pinhan Yayıncılık, 2018.

[4]    Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler, çev. Ayşe Meral, Kabalcı Yayınevi, 2004.

[5]    Graham Harman, Nesne Yönelimli Ontoloji: Her Şeyin Yeni Bir Teorisi, çev. Oğuz Karayemiş, Tellekt Yayınları, 2020.

[6]    Bu ifade Félix Guattari’ye aittir, durumumuzu hâlâ en güzel bu mefhumun özetlediğine inanıyorum. Detaylı kullanımı için birçokları arasında Antonio Negri ile yazdıkları Bizim Gibi Komünistler (çev. İlkay Sümer, Mustafa Erata, Barış Özçorlu, Otonom Yayıncılık, 2006) kitabına bakılabilir (özellikle s. 31–45).

[7]    V. I. Lenin, Collected Works, İng. çev. Joe Fineberg ve George Hanna, Progress Publishers, 1977, s. 13–25.

[8]    V. I. Lenin, Ne Yapmalı?, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, 1998.

[9]    Lenin, Ne Yapmalı?, s. 174.

[10]  Age., s. 175, vurgular Lenin’in.

[11]  Age., s. 177.


Ana Görsel: “Execution,” Yue Minjun (Wikipedia)

Exit mobile version