Site icon Terrabayt

Duyguların Yönetimi ve Paylaşımı


Bir süredir suç örgütü yöneticisi bir adamın ifşaatlarını bir dizi gibi izliyoruz. Kendisiyle çıkar bağı kalmamış bir başka yapılanmayı ele veriyor. Onun söylediklerinin sahiciliğini değerlendirmekten ziyade ona heyecanla ve umutla kulak verenlerin zihniyeti hakkında düşünebiliriz. Bu açıklamaları merakla izlemekte bir mahsur olmasa da, böyle eylemlerin yaratacağı değişimlere güvenmemek gerekir. Muhtemelen bu çarpıcı girişim de kısa zamanda viral ilgi eşiğinin altına düşüp silinip gidecek. Bütün kurumsal yapıyı ele geçirmiş mesai arkadaşları hakkında suç örgütü üyesinin içeriden söylediklerinin benzerini yakın zamanda bir sosyal medya profili de maddeler halinde içeriden bildirmişti. Failleri doğrudan kendi telefon kayıtları üzerinden dinlediğimizde de benzer bir değişim beklentisi ortaya çıkmıştı. Bütün bu kayıtlar herhangi bir devlet memurunu harekete geçirmediği gibi sonrasında sandıktan çıkan oy sayılarının da çok değişmediğini fark ettik. Devlet ve siyaset yapısında yerleşik bir niyeti ele veren bu gibi veriler sayesinde iktidara destek verenlerin aydınlanacağı, onların gerçek yüzünü göreceklerini tahmin ettik. Arada yanlışlıkla kendisine muhalefet eden bu oluşum içerisinde kavga çıkınca etrafındaki duygusal desteğin aşınacağına dair bir umuda kapılıyoruz. Fakat koşullar ne olursa olsun kısmeti açık, etkisini düzensizliğine borçlu bir iktidarla karşı karşıyayız. Biriktirdiği güç oranında talihi de açık olan, olumsuz hadiselerin bile işlerine yaradığı bir teşkilattan söz ediyoruz. Derdi ve devasını kendisi üreten bu oluşuma karşı olanlar, öfkeli ama edilgin tepkiler vermekten, sosyal medyada ironik paylaşımlardan fazlasını yapamıyor gibi.

Devlet ve hükümette kümelenmiş bu gayrinizami yığılmaya yönelik kitlesel destekleri, duyguları sadece iyi niyetli, samimi bağlılıklar gibi sınıflandıramayız; çıkar bağı, korku, belirsiz bir gelecek kaygısı, lider kültü, kurucu kadroya veya eski zaman seçkinlerine dönük hınç da bu duygusal yığının parçaları sayılabilir. Böyle duygusal bağlantıların gerçekleri bilmekle ve doğruları algılamakla çok ilgisi yok gibi. Hatta hakikat gibi görünenin inkârı daha belirleyici olabilir. Aynı evden olanların birbirlerine bağlılıklarının da muhalif zihniyetin sükûtu hayalinde payı var. Evin habis üyesine öfke duysalar da yaptıkları aralarında kalsın istiyorlar. Saygı duymasalar da, onu dışarıya karşı savunmaya, sevmeye, tutmaya devam ediyorlar.

Saygı gibi bir duygu bilmekle, akıl yürütmekle daha ilişkili olsa da, sevginin akılcı temelleri daha tartışmalıdır. Kant’ın uzun zaman önce açıkladığı gibi, saygı ve sevgi ilişkisi aynı nesnede bağımsız bir şekilde bulunur. Birisi hakkındaki kötü bilgilerimiz onu sevmemize mani olmayacağı gibi, aynı varlık hakkındaki iyi düşüncelerimiz de ona dönük sevgimizi artırmayabilir. Suç örgütü yöneticisinin beyanatları bir yana, ayakkabı kutulu, telefon kayıtlı, doğrudan itiraflarla dolu dönemde duyduklarımız hâlâ hafızamızda işlevsiz şekilde duruyor. Fakat oy veren kitlenin kendilerini açıkça ele verenlere yönelik duygularında pek bir değişiklik olmadığını seçim sonuçlarından sonra geç de olsa anladık.

Güncel ve niteliksiz cürümlerin dünyasında cereyan eden böyle hadiselerin temelleri üzerine düşünebiliriz. Biraz eskilere gidip, ilgisiz görünen alanlara uğrayıp, duygularla düşünceler arasındaki ilişkilerin zaman içerisindeki değişimleri üzerinde durabiliriz. Bu sayede duygulara “eşlik eden” düşüncelerin zamanla nasıl duyguların “etrafında dolaşmaya” başladığını işaret edebiliriz.

Duygulara Eşlik Etmek

Barok düşünürler ve özel olarak Leibniz ve Spinoza, zihnin farklı işlevleri (duyum, duygu ve düşünce) arasında bir “paralellik” veya koşutluk bulurlar. Akıl taşıyan varlıkların sahip oldukları bu üç işlev birbiriyle ilişkili olsa da, diğerinin tabiatını değiştiremez. Biri diğerini bastırabilir, yok edebilir, ona kayıtsız kalabilir ama o duyu, duygu veya düşünce ortadan kaybolsa da esası değişmeden kalır. Sonradan özellikle Jung’un temalaştırdığı bastırılmışın geri dönüşü gibi bir olay da bu çabanın yersizliğini kanıtlar. Hatta bastırılmış içerikler bazen daha güçlü duygu veya fikirler gibi de geri dönebilir. Leibniz, Monadoloji’de duyum veya algı işlevini şuurlu yetilerden ayırır. Ona göre algının bilmekle pek ilgisi yoktur hatta duyumsal tecrübelerimiz bilinçdışına meyleder. Fakat onun bilincin ötesine dair bu tarifi psikanalizin bilinçdışından tümüyle farklıdır. Çünkü bilinç ve bilinçdışı arasında, örneğin Freud’un ortaya koyduğu gibi bir tabiat farkı yoktur; daha çok yoğunluk, derece farkı bulunabilir. Anti-psikiyatri hareketi Leibniz’in çok erkenden keşfettiği bu ayrımı daha çok beğenir.

Severek okuduğumuz bazı Barok düşünürlerin tekrar ettikleri bir bilgiyi fark etmemiz gerekli gibidir. Düşünceler, duyular, duygular ve devinimler arasındaki bağı oluşturmak gündelik varoluşun temelini oluşturur. Egemenlik ve siyasetse bu ilişkileri yönetmekle alâkalıdır.

Leibniz’in algıyı duygudan pek ayırmadığı bu şemasında büyük ve fark edilir düzeye ulaşan herhangi bir algı sayısız küçük duyumlardan oluşur. Onların belirli bir bilinç, tekrar ve yoğunluk seviyesine varması etrafımızdaki manzarayı algılamamızı mümkün kılar. Bu düzeyin altında kalan algılar uğultu, ışıma veya belirsiz bir temas gibi yaşantılanır. Bir algıdan diğerine geçmemiz yine bilmekle ilgisi olmayan iştahlarımız yardımıyla gerçekleşir. Algı yönetiminin ve reklamcılığın asıl çalışma sahası da böyle fark edilmeyecek kadar küçük algı parçalarıdır. Küçük ve belirsiz duyumların birikme, yayılma ve tekrar ilkelerini bildiğimizde, o vakit bir algının, duygunun değiştirilmesinden söz edebiliriz.

Leibniz, sonradan Spinoza’nın detay kazandıracağı bir paralelizm içinden, beden ve ruhun hareketlerini de birbirinden bağımsız sayar. Devinimler ve duyumlar kendi aralarında birleşerek veya ayrışarak yeni hareketler ve algılar yaratır veya mevcut olanları yok edebilir. Leibniz, devinimlerin ve duyumların özerkliği hakkında Monadoloji’de şöyle yazar: “Bir hareket, doğal olarak ancak başka bir hareketten gelebildiği gibi, bir algı da doğal olarak ancak başka bir algıdan gelebilir.” Bazen duygu halleri gibi de tarif edilen monadların algı yetileri ancak bir başka algı tarafından değiştirilebilir.

Fikirleri Leibniz’inkilere benzerliği ölçüsünde farklı da olan Spinoza, Etika’da benzer vurguları duygular hakkında dile getirir: “Bir duygu kendisine aykırı ve kendisinden daha güçlü bir duygu olmadıkça ne bastırılabilir ne de ortadan kaldırılabilir.” Yani bir duygunun tabiatını bazı düşünceler veya bilgiler yardımıyla değiştiremeyiz. Ama bilgilerimizde, akıl yürütmemizde saklı başka duygular varsa eğer belki onlar etkili olabilir. Diğer türlü düşüncelerin temel fiili duygulara “eşlik etmektir”. Her duyguya koşut fikirler bulunur ve onlar eşlik ettiği duygunun seyrini, meylini belirli bir mesafe ve açıdan izler. Duyguya koşut hareket eden düşünce, öznesi veya nesnesi olmadığı bir başka oluşu seyre dalabilir veya onun esasını idrak edebilir ama beraber yol aldığı duygunun doğasında değişiklik yapamaz. Nasıl ki zihnimiz ve bedenimiz arasında bir koşutluk varsa, aynısı zihnin işlevleri için de geçerlidir. Yani bir varlık hakkındaki düşünceleriniz ve ona dair bilgileriniz onun duygularıyla doğrudan ilişkili değildir.

Bu güçlü varsayıma göre örneğin bir devlet görevlisinin, siyaset adamının gayriahlaki hareketler yaptığına dair bazı kanıtlar ortaya koyduğumuzda ona yönelik duygularda değişiklik yaratamayız. Zaten Spinoza’nın da dâhil olduğu politik gerçekçi öğreti siyaset ve etik arasındaki ilişkiyi lüzumlu görmez. Machiavelli ve Hobbes gibi, yaşamın idaresine, akıl yürütenlerin, fikir sahiplerinin değil de, tutkulu insanların egemen olduğunu o da kabullenir. Ama sadece duygulara eşlik etmekle kalan bir aklın başıboş bıraktığı bir hayat içinde mutluluk ve erdem yerleşemez. Politik gerçekçiler, bireylerdeki düşünme yetisi bir çeşit devlet aklına dönüşmediğinde tutkuların hükmünün son bulmayacağını dile getirirler. Sonradan Schmitt ve Agamben de farklı içerikler içerisinden aynı siyasal biçimi savunurlar. Diğer yandan yasaları, ilkeleri belirleyici sayan siyaset ve hukuk felsefesi, düşüncelerle hayatın beraber değişeceği varsayımını taşır. Oysa siyasal gerçekçi fikir içerisinde inanç gibi güçlü bir duygu gündelik yaşamın temelini oluşturabilir.

Bu güçlü varsayıma göre örneğin bir devlet görevlisinin, siyaset adamının gayriahlaki hareketler yaptığına dair bazı kanıtlar ortaya koyduğumuzda ona yönelik duygularda değişiklik yaratamayız.

Geçen yüzyıl başında beliren faşist idareler duyguların akılla doğrudan bağlarının kesildiği böyle bir zemin üzerinde hareket ederler. Yakın zamanlı popülist etkinlikler de aynı şekilde duyguların yönettiği bir hayat üzerine yerleşir. Her ikisi de düşüncelere, idrak yetisine değil de duygulara seslenir, algıları yönetmeyi öncelikli sayar. Neyin doğru veya yanlış olduğu değil de neyin arzulanır olduğu belirleyicidir. Milli, yerli, muhafazakâr veya milliyetçi de olsa neyi istiyoruz sorusu öncelikle cevaplanmalıdır. Duygu, arzu, iştah, ihtiyaç veya tutkuların işaret ettiği içerikler, neyin iyi, güzel veya doğru olduğuna göre daha önemli sayılır. Yani bilgikuramı, etik ve estetik gibi bilgi katmanlarına ait kavramlar duygusal içeriklerden, kanaatlerden daha sonra gelir. Yakın zamanda kent meydanlarında gülmece konusu olan anıtlar da bütün bu birikimlerin üzerinden atlayan zanaatkârların girişimleri sayılabilir. “Ne istiyoruz?” sorusuna diğer varlık veya bilgi katmanlarına, doğruluk, iyilik ve güzellik birikimlerine uğramadan verilen her tür cevap böyle heykellere benzer bir zevksizlik sergiler.

Bu durumda gündelik sohbetlerde dile gelen, “Mantığınla mı yoksa duygularınla mı hareket ediyorsun?” gibi bir başka soru kendi içinde tutarlı sayılmalıdır. Gerçekten de bu iki halin arasını bulmak zor gibidir. Eğer mantık duygulara destek vermiyorsa “duygusal akıl” denilen yeti direnç göstermeye başlar. Duygularla davranmak Leibniz için bir çeşit “kadercilik” sebebidir. Teodise metninde bu hali özellikle Müslümanlıkta yerleşik bir durum sayar. Hıristiyanlıkta ise “talih” denilen daha üretken bir başka duygu bulur. “Kaderci”, bildiklerinden ziyade “doğal arzularına kendisini teslim eder”. Kör bir kadere yönelik inancın kaynağı saydığı “tembel aklın” sonuçları üzerine yazar: “Muhammedî kader anlayışı diye isimlendirdiğim, Türklerin anladığı anlamda kader fikrini doğurdu. Nitekim sözü geçen fikirlere kapılan Türklerin tehlikelerden kaçınmadıkları, hatta veba salgını olan yerlerden uzak durmadıkları söylenir.” Bu durum onlara bir çeşit “gözüpeklik” de kazandırır diye devam eder. “Türklerin anladığı anlamda bir kader anlayışı (…) belirgin bir tehlike karşısında yerlerinden kımıldamamalarına” sebep olur. Fakat “akıllıca düşünme zahmetinden kurtulmaları;” savaşırken, kavga ederken aynı “tembel aklın” sonucu “yanılgıların” da yardımıyla cesaret göstermelerine neden olur. Kafaları çalışmayınca daha da yüreklenirler sanki. Gabriel Tarde, Gustave Le Bon ve çok sonradan Paul Virilio veya Jean Baudrillard, böyle duyguların belirleyici olduğu kitleleri tasvir ederler. Daha akılcı işlevlere, iş bölümüne, dayanışmaya vurgu yapan toplumbilimcilerden farklı olarak, sınırları belirli bir akılcılığın yönetiminde olmayan kalabalıkları anlamaya çalışırlar.

Duygulara teslim olmaya karşı teşkilatlanan yönetim biçimleri üzerine düşünen fikir adamları; özellikle Foucault, Agamben, Bauman veya Guattari ve Deleuze, biyosiyasal tertibat içinden tutkulu, duygulu dünyayı düzenlemenin yollarını araştıran bir başka egemenlik türünü tasvir ederler. Foucault böyle bir iktidarın özellikle Klasik Çağ boyunca yerleştiğini anlatır. Bu yapı içerisinde duygular, tutkular akılcı düzenlemelerin, kapatmanın (veya açmanın) nesnesi olur. Klasik Çağ veya onunla zamandaş olan Barok dönemde hayatın aklın yönetiminde olmadığı anlaşılınca, politik gerçekçilerin de zorunlu bir tertibat saydıkları biyoiktidar bir kenarda genişlemeye başlar. Öncesinde doğal ya da kutsal dünyaya yaslanan yasaların düzen verdiği alanlar geri çekilince ulusal devletlerde egemenin destek aldığı kaynak olarak akıl yürütme melekesi ayrıcalık kazanır. Akli becerilerimizin sadece duyusal, duygusal, bedensel dünyalara eşlik etmemesi gerektiği yönünde bir kanaat belirir.

Foucault’nun bir iktidar tertibatı gibi tanımladığı “büyük kapatılma”, Barok dönemde ilk denemeleri yapılan ve Aydınlanma Çağı boyunca tahkim edilen bir aklın taşıyıcısı olmaktan uzak varlıkları kamusal, siyasal alandan uzak tutma girişimi sayılabilir. Özellikle Kant’ın sınırlarını çizdiği teorik bir aklı taşıyamayan, “ergin olmaktan uzak” varlıkların gözlerden uzaklaştırılmasıdır. Onlar tutkularıyla hareket eden, duygularına söz dinletemeyen canlılardır. Kant’ın beşeri varlıklar için tarif ettiği akıl, zamanla müesses devlet aklına dönüşür; Platon ve Aristoteles’in kendi halindeki düşüncelerinin semavi dinlerin fikrî temelini oluşturması gibi. Ulus-devletin tanımladığı yasalar, buyruklar, ilkeler makul yurttaşın ödevlerine dönüşür. Kant’ın içi boş, belirli bir nesneye işaret etmeyen ahlak yasası ise artık inanç yapıları veya duygusal içerikler yerine ulusal ödevlerle dolmaya başlar.

Agamben, biyosiyasal meylin Antik Yunan’dan bu yana Batılı egemenliğin esas bileşenlerinden birisi olduğunu anlatsa da, nicelik olarak yoğunlaşma Klasik Çağ’da gerçekleşir.[1] Geçen yüzyıl başında ırkçı devletlerle en ileri seviyede uygulamalarına kavuşur. Fakat görüntüde faşist olmasalar da tüm ulusal devletler zorunlu bir politika gibi, uyruklarını duygularına, bedensel arzularına terk etmez. Onları kesin tanımları olan modern akılcılığın yörüngesinde tutmaya çalışırlar. Modern devletler ve kurumlar bu amaçla din gibi belirli bir inanç çerçevesi içerisinde duygu zarfları oluşturmayı da dener. Duygulara eşlik etmekten fazlasını amaçlayan bir aklın ifadesi olarak laiklik gibi bir yönetsel ilke biraz da paketlenmiş makul inançlar bütünü gibi anlaşılabilir.

Duyguların Etrafından Dolaşmak

Descartes, Locke, Leibniz, Spinoza, Hume, Kant veya başka Barok düşünürler akıl yürütme yetisi üzerine metinler yazarlar. Müştereken zihnin üç farklı melekesini duyguları, duyuları ve düşünceleri ayırt ederler. Akli önermeleri, duyuların ve duyguların egemen olduğu bir dünyanın düzeninden uzaklaştırmaya çalışırlar. Müdrikeyi muhayyileden yalıtmaya çaba gösterirler. Anlık veya müdrike bir kara kutu gibi kendi başına işlesin, nesnesiz, meyilsiz sadece doğruyu işaretlesin isterler. Matematik, analitik, geometrik veya mantık terbiyesinden yardım almaları da bu sebepledir. Heidegger’in modernlik kapsamında en büyük “tehlike” saydığı şekilde metafiziği ve özellikle de fiziği matematik ilkelere göre düzenleme gayreti içerisine girerler. Zihin felsefesi yaparken sadece saf düşüncenin yasalarını değil, duyguların da nasıl belirdiğini, işlediğini, kendisine türlü nesneler bulduğunu anlatmaya başlarlar. Müşterek bir tasa olarak duyusal ve duygusal etkilerle boyanmış bilgiden nasıl kurtulacağımızı açıklamak isterler.

Spinoza Etika’da, biraz da nahif şekilde, akıl yürütme yetisinin duygulara eşlik ettiğini yazsa da, Teolojik-Politik İnceleme’de mutlu ve erdemli bir topluluk hayatı için aklın duygulara nasıl hâkim olacağını veya etrafından dolaşacağını gerçekçi ve pragmatik şekillerde tarif eder. Neşeli karşılaşmaların düşünürünü böyle satırlarda Machiavelli’den ayırt etmek zordur. Aynı cümlelerde duygularımızı serbest bırakmaya çağırmaktan uzaklaştığına tanık oluruz. Döneminin fikri meyillerini fazlasıyla aşsa da, onun da Barok düşünce geleneğinin bir parçası olarak farklılıklara o kadar da tahammül göstermediğini fark ederiz.

Spinoza Etika’da, biraz da nahif şekilde, akıl yürütme yetisinin duygulara eşlik ettiğini yazsa da, Teolojik-Politik İnceleme’de mutlu ve erdemli bir topluluk hayatı için aklın duygulara nasıl hâkim olacağını veya etrafından dolaşacağını gerçekçi ve pragmatik şekillerde tarif eder.

Duygulara eşlik etmek yerine onların etrafından dolaşma ilmi olarak biyosiyaset, kendi halinde akıl yürüten böyle düşünürlerin de katkılarıyla artan bilgilerin, yönetsel yapıya, kurumların işlevine dönüştürülmesine yardımcı olur. Biyoiktidar kapsamında hesap yapan aklın, yurttaşların duyusal, duygusal ve bedensel tecrübelerini nasıl düzenleyeceğine dair büyük bir tertibat oluşmaya başlar. Böyle akılcı bilgiler yurttaşların duygularını yönetmenin yanında onları makul varlıklar olmaktan uzaklaştıran karşılaşmaları yok etmek için de uygulanır. Bu sırada uyrukların neşeli ya da kederli duygular içinde olmalarını sağlamaktan ziyade onlarda ruhsal dalgalanmalar, korkular yaratma çabası yine Spinoza’nın bizlere öğrettiği temel bilgilerden birisidir. Aynı siyaset, nesnesi uyrukları makul canlılara dönüştürmek amacıyla onlardan bazı duyguları eksiltip diğerlerini eklemek gibi de anlaşılabilir. Bu duygusal yönetime, eğitime tâbi olmasının yanında, kendi yerine düşünen bir egemenliğe, yönetsel yapıya, kurumlara aklını emanet etmesi de beklenir.

Bir başka Barok düşünür Hobbes, ulus-devletin heyulası Leviathan’la sözleşmeye giren uyrukların güvenlikleri karşılığında sadece özgürlüklerinden değil akıl yürütme yetilerinden de vazgeçtiklerini yazar. Sağduyulu yurttaşın, bazı hazır duygular, kalıp fikir ve kanaatlerle var olması beklenir. Yeni, yaratıcı, derin, eleştirel duygu ve fikirlere kapılmamalıdır. Örneğin yaşadığı şehir ve yaşam alanı onda böyle haller yaratmamalı, tertibini bozmamalıdır. Paris’teki ayaklanmalardan sonra dar sokakları yok edip, geniş bulvarlar açan Baron Haussmann’ın yaptığı gibi, kentteki bazı karşılaşmalar neticesinde yoldan çıkmaya sevk eden duyguların önüne geçilmelidir. Kent sakinlerinin bazı nesnelerin tesiri altına girmeleri engellenmelidir. Makul yurttaşların müteessir olmalarına neden olan başka varlıkların, yoksulların, evsizlerin, başıboş gezenlerin, berduşların, sahipsiz hayvanların kentin başka yerlerine yerleştirilmeleri gerekir. Böylece faydalı yurttaşın ilgisi dağılmadan kent içerisinde huzurlu şekilde hareket edebilir. Biyoiktidar işe yarayan varlıkları içeriye, sur içine diğerlerini ise dışarıya kapatır. Birbirine iyi gelmeyen kent sakinleri diğerlerinin etrafından dolaşmaya başlarlar; çevre yolları açılır, banliyöler, mutena semtler, periferi sahaları inşa edilir. Benzer bir gettolaşma küresel düzeyde de ortaya çıkar.

Özetle severek okuduğumuz bazı Barok düşünürlerin tekrar ettikleri bir bilgiyi fark etmemiz gerekli gibidir. Düşünceler, duyular, duygular ve devinimler arasındaki bağı oluşturmak gündelik varoluşun temelini oluşturur. Egemenlik ve siyasetse bu ilişkileri yönetmekle alâkalıdır. Foucault’nun Nietzsche’den ilhamla çerçevesini çizdiği “soybilim” veya Ulus Baker’un “duygular sosyolojisi” ile altını çizmek istediği de bu olabilir. Başka kavramlar icat etmek gerekirse, “arzubilim” ya da “duygubilim” gibi öğretiler içinden yaşamı yöneten dört farklı işlevin, duyular, duygular, düşünceler ve devinimler (4D) arasındaki bağlantıların nasıl oluşturulduğuna dair bazı fikirler icat etmeyi deneyebiliriz; cürüm dolu ailelerin iç kavgalarından, duygusal çatışmalarından beklenti içine girmeden. Kadın çalışmaları, queer kuramı, post-yapısal metinler, bazı psikanaliz öğretilerinin amaçladığı da bu şekilde duyular, duygular, düşünceler ve devinimlerin paylaşım alanlarını yeniden tanımlama girişimi olabilir. Bu şekilde zihnimizi ve bedenimizi çalıştırdığımızda, en azından devletin, sistemin, öznesiz ve nesnesiz tertibatların veya hayatı karartan kitlelerin bu kurucu melekeler arasındaki ilişkileri nasıl oluşturduklarına dair bir şuur kazanabiliriz. Neyi istediğimiz, neyle duygulandığımız, duyularımıza nelerin takıldığını hem bizim yerimize oluşturan hem de onlara nesneler üreten bir sistemin kenar çizgileri bu sırada ortaya çıkabilir belki de. Kendimizi başkalarına ve dünyaya bağlayan yeni bir ortakduyum oluşturmamıza engel olan, zihnimizi ve bedenimizi kendisine mâl eden, bizim adımıza rüyalar gören bir büyük aygıtın şuuruna varabiliriz bir ihtimal. Örneğin Baudelaire, Hausmann’ın karşı-devrimci gayretinin sonucu geniş bulvarlı, pasajlı yeni Paris manzarasında flâneur gibi bir tiplemeyi yaratmayı başarır. Konuya böyle yaklaşınca, Barok bir kanaat içerisine girmeden, farklı çalışan yetilerin aynı zamanda yaratıcı biçimlerde iç içe geçtiklerini, birinin diğeriyle kesiştiğini, ayrıştığını da fark edebiliriz.


[1] Biyoiktidar veya biyosiyasetin tarihsel, siyasal ve düşünsel arkaplanını daha iyi anlamak için Utku Özmakas’ın, Biyopolitika: İktidar ve Direniş (İletişim, 2018) ve Onur Kartal’ın derlediği Biyopolitika (1. ve 2. Cilt, Notabene, 2016 ve 2018) metinlerine bakılabilir.


Ana Görsel: Wassily Kandinsky, Composition V, 1911

Exit mobile version