Site icon Terrabayt

Zeytin Ağacı: Bir Süper Kahraman Dizisi

Zeytin Ağacı’nı psikolojik içerikli olmaktan çok bir çeşit süper kahraman dizisi gibi değerlendirmek daha doğru olabilir. Zaten Netflix benzeri ortamlarda yapımların genellikle olağanüstü hadiseler ve kişiler üzerine oldukları fark edilebilir. Küçük resmi görmeye katlanamayanların hızlanmış dünyasında, hayatın çoğu zaman “sıkıcı”, yavaş ve öznesiz temeline inmeye çalışan herhangi bir yapımın fazla seyirci bulamayacağı kestirmeden söylenebilir. Bu durumda olağanı terk etmek ve her yeni dizide buna daha da aşırı şekiller verip, gündelik hayatla fantezi dünyası arasındaki uçurumu derinleştirmek bu görsel işitsel tertibatın esası gibi açıklanabilir. Bu sebeple her yeni yapımda daha önce söylenmemiş, görülmemiş, hissedilmemiş bir şeylere dokunma çabası kaçınılmaz oluyor.

Zeytin Ağacı’nda, etkileyici ve samimi bir dostlukları olan üç kadının başından geçenlerin yanında, aile ağaçlarında çok uzaklara erişebilen, zamanı bükebilen Zaman Bey’ın kahramanlıkları etrafında gelişen olayları izliyoruz. Zaman Bey bu sırada mütevazı tavırlarını hiç kaybetmiyor. Sakinliğini sadece maç izleyince bozan bir kişilik. Olağanüstü yeteneğini sergilerken sükûnetini koruyor, yaptığı işi “ruhsal çalışma” olarak adlandırıyor; etrafındakilere anlayışlı bir mizaç sergiliyor. Yeteneklerini gösterirken çok uzak zamanlara erişebilen alıcıları harekete geçiyor. Oradaki katılımcıların aileleri arasında üç dört kuşak geriye giderek bazı huzursuzlukların, ruhsal belirtilerin kök nedenlerine inmeye çalışıyor.

Farklı eleştiri ortamlarındaki yansılara bakıldığında, Zaman Bey’in bu hareketleri ve yarattığı terapi mizanseni bir çeşit şarlatanlık gibi değerlendiriliyor. Zaten herhangi bir kültür veya sanat işiyle çoğu zaman böyle şüpheli açı ve mesafelerden münasebetler içine giriyoruz. Örneğin bir edebiyat eserini yazarın kendi yaşamöyküsünden parçalar gibi okuyoruz. Oysa günlüklerin bile yazarıyla arasında mesafe bulunur. Sözgelimi Tanpınar’ın günlükleri ciddi tartışmalara sebep oldu. İlginç şekilde yazdıkları çok samimi bulundu. Oysa bu türün beklentileri gereği hepimiz samimiyetle bir günlük kaleme alsak etrafımızda bazı sansasyonlar yaratabilecek hikâyeler bulabiliriz. Bu işi en iyi yapmasını umduğumuz Proust, yapıtının son cildi Yakalanan Zaman’da kendi hayatımızı dolaysızca hatırlamanın neredeyse mümkün olmadığından söz eder. En şanslı olanları hayatı boyunca birkaç kez ve birkaç saniye için “gerçekten” kendi geçmişiyle buluşabilir. Çünkü yazar ve yaşamı arasına giren bir dil, hafıza, göstergeler sistemi, kültürel ve psikolojik alışkanlıklar gibi sayısız katman bulunur. Ayrıca bu dolayımlardan ayrı bir yazar ve onun yaşamından söz edemeyiz.

Bir diziye terapi çalışması gibi bakabiliyor, günlüklerin bir tarih metninin nesnesiyle kurduğu mesafeye çekilmesini isteyebiliyor veya edebiyat yapıtını günlük gibi görebiliyoruz. Türler arası geçişler ve okuma biçimleri kuşkusuz zihin açıcı ve lüzumlu olsa da, herhangi bir eseri yargılarken onun heves etmediği, niyetlenmediği yerlerin çok ötesine taşıyabiliyoruz. Bu sırada bir romana günlük, bir diziye akademik çalışma gibi yaklaşabiliyoruz. Bir romandan uyarlanan sinemayı metni aktarmadığı için yargılayabiliyoruz. Bir sinema eserini memleketin politik durumunu çok iyi yansıtmadığı için yerebiliyoruz. Kuşkusuz iyi bir eser niyetini ve haddini aşan yerlere temas edebilir, mevcut sınırları ihlal edebilir, başka eserler ve hayatlarla kesişebilir. İlginç bir şekilde değerli bir yapıtın tamamlanmamış, kusurlu, açık olmak gibi nitelikleri vardır. Bu sayede kendisinden ibaret olmaz; birçok başka zaman ve mekânın sakinleriyle bu açıkları, zaafları sayesinde buluşabilir.

Zeytin Ağacı, kuşkusuz böyle vasıflı bir eser sayılamaz ama yine de kolektif bir şuuru harekete geçirmiş gibi görünüyor. Netflix için Türkiye’de çekilen diziler genellikle buna benzer açılımlara, yer yer tahriklere yol açabiliyor. Öncelikle yapımın ardındaki sermaye yerli olmadığından, çoğu zaman kendi bağlamına bir şarkiyatçı gibi bakan yapımlar ortaya çıkıyor. Yerel dokuyu verirken, anlaşılırlık açısından sahneyi ve karakterleri bazen karikatürleştiren, buralı olmayanların anlayamayacağı detaylara girmemek adına malzemeyi indirgeyen bir yaklaşıma rastlıyoruz. Ama bazen böyle şarkiyatçı ve yamuk bir bakış, şaşı bak şaşır resimlerdeki gibi, öğretici ve sarsıcı olabiliyor. Üzerini örttüğümüz bazı hadiseleri gözümüzün ucu, kulağımızın kenarıyla görüp işitebiliyoruz.

Netflix gibi medya şirketlerinin herhangi bir coğrafyanın tarihinde, ruhunda saklı büyük entrikaları, sansasyonel içerikleri, aşırı biçimlerde sahneye koyan yapımları desteklediği kolayca anlaşılıyor. Böyle olunca da o ülkenin barışmadığı, derinlere gömdüğü, çarpıttığı bazı mahsurlu içerikler de yüzeye çıkabiliyor. Ama Netflix’in temel ilkesi, ne yapıp edin “eğlendirin”, “yeni ve ilginç” bir kadro ve dekor oluşturun demesi olabilir. Bu durumda dizi çalışanları çeşitli sınırlardan, ilkelerden kurtulunca, yerli yapımcıların muhafazakâr ve mütedeyyin endişelerini de bir kenara bırakabiliyorlar. Küfürler, çıplaklık, samimi pozlar için rahat bir zemin açılıyor. Bu değişime ahlakçı bir yerden bakmadan, hepsi bir tatil köyünde çekilmiş gibi dizilerin serbestleştiği, daha küfürbaz olduğu, cesaret kazandığı, yeni deneyimlere açık olduğu fark edilebilir. Bazen bu küfürler, Gibi dizisinde olduğu gibi, hayatın içinden sahici cümleler içine yerleşirken, bazen de Erşan Kuneri’deki gibi küfretme arzusunu tatmini için destek görebiliyor.

Zeytin Ağacı’nın süper kahramanı Zaman Bey, Jung’un tarif ettiği bir “bilinçdışı araştırmacısı” olabilir. Fakat Jung’un ufku onunkiyle karşılaştırılamayacak kadar geniştir. Diğer yandan Freud bilinçdışını kişinin yakın çevresiyle ve çoğu zaman anne ve babasıyla kurduğu üçgen içerisine sıkıştırırken, Jung ona “okyanusvari” bir genişlik kazandırır. Bu eğilim ikisi arasındaki en temel uzlaşmazlıktır. Freud için benim ve ailem arasında cereyan eden süreçlerin muhtemel bir sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal aygıtım, Jung için çok uzak zamanlar ve mekânlarla etkileşim halinde şekillenir. Zaman Bey bu dramı, Jung ile Freud arasında bir yerlere yerleştirir ve aile içerisinde birkaç köken geriye doğru giderek katılımcının başından ne geçtiğini anlamaya, rahatsızlığının, gösterdiği belirtilerin kaynağına “yumuşakça dokunmaya” çalışır. Bir süper kahraman dizisini izlediğimiz hatırladığımızda, bu çalışmayı gerçekleştirdiği mizansen ne kadar inandırıcıdır, saçmadır gibi sorgulamanın o kadar önemi kalmaz.

Ama bu sırada açılan tuhaf sahneler de bize kendimizle başlayıp biten bir dünya tasavvurunun yersizliğini anımsatır. Filmde arada kameralara yakalanan çok satan kitabın adı da Seninle Başlamadı’dır zaten. Muhtemelen bu kitaptan ilhamla, şimdi ve burada içine düştüğümüz huzursuzlukların kaynağı bizden önceki travmalarda aranır. Yani dünyaya geldiğimiz gün gözümüze saplanan ışık, kulağımızda çınlayan sesler, küçük bedenimizdeki temaslar, nerden geldiğini bilmediğimiz sancılar yeterince büyük travmalar değilmiş gibi bir tezle karşılaşırız. Bir bebeğin içine düştüğü bu dünyada basit ve küçük dediğimiz olayların onu öyle veya böyle ilmek ilmek oluşturduğunu unuturuz.

Jung, psikanalizle mistisizm arasında Freud’un attığı tüm köprüleri yeniden inşa ederken sayısız yenisini de ekler. O sadece benimle ve atalarımla başlamayan bir bağlama doğru gerilemeye çalışır; çok başka zamanlar ve coğrafyalarla sayısız bağlantı kurmayı dener. Bir Afrika kabilesinde yüzyıllar önce bir çocuğun gördüğü rüyayla Zürich’te muayenehanesine uğrayan rahatsız adamın ruhsal yapısı arasındaki muhtemel ilişkileri araştırır. Bu dünyanın çok ötesine uzanan, James Webb uzay teleskopuna sureti düşmemiş sayısız evrenle olan bağlarımızı dillendirir; ruhsal dizilimin kadrosunu ve sahnesini sonsuz genişletir. Bir bilim olarak değerlendirilen psikanalizin en büyük şahsiyetlerinden birisinin bu çabası yanında Zaman Bey’in çalışmaları oldukça mütevazı kalır. O da bazı felsefe okullarının tariflerinde olduğu gibi, geçmiş ve geleceğe doğru genişleyen bir zaman duyusu üzerine çalışır. Buna göre şimdi dediğimiz an, ne kadar geriye veya ileriye doğru uzandığı belli olmayan geniş bir sürenin parçasıdır.  

Bir seminer sırasında Jung’a “Yıldız falına inanıyor musunuz?” diye sorduklarında olumsuz bir cevap vermez. Eğer gerçekten soyut veya somut tüm yaşam küreleri birbirine temas ediyorsa, böyle bir inanca sahip olmak da tutarsız sayılmamalıdır. Ama Jung’un tezini de gülünçleştirmemek gereklidir. Bilinçdışının kapsamını ve sınırlarını belirleyerek, şuraya kadar geri gider ve şu mesafede etkisi son bulur demek olanaksızdır; bilinçdışı tarafından temellendirilen insan bilincine bile yaklaşmak bu kadar zorken. Eğer bilinçdışının temel vasfı sonsuz olmasıysa, bilincimize düşen, bedenimiz ve zihnimizi kuran etkenlerin kaç yıl, kaç kuşak geriye gittiğini ve kaç metre kapsama alanına sahip olduğunu bulgulamak da olanaksızdır. Spinoza da cevher veya Tanrı’yı kapsamı ölçülemeyecek bir sonsuzlukla anlamdaş sayar. Jung, Kant’ın kendinde şey dediğiyle kozmik bilinçdışının yakın anlamlara sahip olduğunu dile getirir. Tüm romantik gelenek zaman ve uzam boyutunda her şeyin her şeyle olan derin bağlarını dile getirir. Zaman Bey de olağanüstü yetenekleriyle bu geniş zaman ve mekândan bazı kesitler sunar.

Exit mobile version