Site icon Terrabayt

Vahşet Zamanlarında Sanat


Tel Aviv doğumlu görsel sanatçı, filozof ve psikanalist Bracha L. Ettinger ile Brad Evans’ın gerçekleştirdiği söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.


Brad Evans: Çalışmalarınızda çoğunlukla sanattaki birbirinden farklı alanları -psikanaliz ve eleştirel kuram- tutarlı bir şekilde bir araya getirdiniz. Bu yaklaşım şiddeti nasıl ele alabilir?

Bracha L. Ettinger: Sanatla başlıyorum. Bizler birey olarak birbirimizden ve dünyadan uzaklaşıyor olsak bile sanat aracılığıyla birbirimize bağlıyız. Resimlerimin her biri, insan figürlerinin- anneler, kadınlar ve çocuklar- terk edilmiş, çıplak ve kendi ölümleriyle yüz yüze gelen imgelerinin izlerinden yola çıkıyor. Figürün yarası kendisine ait, ama biz ona tanık oldukça, onun yarasının izlerinin hem bende hem de sizde olduğunu anlıyoruz.

Resim yapmak benim için şiddet yüklü ve travmatik bir geçmişin karanlık izlerini dönüştürmek için bir fırsat. İçinde yaşadığımız toplumlarda şiddetin kalıntıları ve izleri dolaşmaya devam ediyor. Sanat, kalbimizdeki zihnin duygusuna ve bilgisine ilham veren formlar aracılığıyla başkalarının acılarının izleriyle karşılaşmamıza izin verildiği etik bir alana doğru çalışır. Tanıklık eylemine etik bir nitelik katar.

Resim düşünceye götürür ve sonra onu geride bırakır. Resim uzamı bir geçittir. Resme gerçekmiş gibi güvenerek, doğrudan deneyimlemediğiniz olayların etkilerine tanık olursunuz, şimdi ve tarihte başkalarına uygulanan şiddetin etkilerinin farkına varırsınız –dâhil olmadığınız bir olaya tanıklık ve hiç tanışmadığınız kişilere duyulan yakınlıktır bu. Sanatın, psikanalizin ve eleştirel teorinin bir araya gelmesi, yıkım imgelerine yaklaşmamı sağlıyor; bunu yaparken izleyicilerin, başkalarının ve bizim insanlıktan çıkmamıza yol açmaya devam eden şiddete ve zulme karşı körlüğünü iyileştirebilmek için dua ediyorum.

B.E: Theodor Adorno ve diğerleri, aşırı şiddetin gerçekliklerine yanıt olarak sanatın geçerliliğini sorguladılar. İnsanlığın yol açtığı zulmün bu sözde temsil edilemezliğine nasıl yanıt veriyorsunuz?

B.L.E.: Resim canımı acıtıyor. Size acı verecektir. Sessiz şiddet kendi yankısını ruhumuzda, hayal gücümüzde değil sanatsal vizyonumuzda bulsun diye kedere karışırız. Dünyayı sarsan bir felaketin ardından korkunç izlerin sanat eserlerime müdahale etmesine izin vermemeli miyim? Bu neden psikanalitik ve eleştirel müdahalelerden farklı olsun?

“Sanat nedir?” sorusu kuşkusuz sadece bir estetik, stil ve teknik meselesi değildir. Sanat, insanın öfkesini ve acısını içererek aktarma ve şiddet kalıntılarını kendi güzelliğini doğuran ve onları tanımlayan yeni arabuluculuk biçimleriyle etik ilişkilere dönüştürme kapasitesine güvenerek ilerler. Söz konusu olan şey, insanda dayanılmaz, korkunç ve insanlık dışı olan şeylere şefkatle dayanabileceğimize güvenmektir. Bu sanatsal emanette eleştiri kaybolmaz. Bilakis, eleştiri ona iştirak eder.

Sanatın amacı gerçeği temsil etmek veya onu estetize etmek değildir. Sanat, imgeler ve uzamlar icat eder. Sanat; insanın merak etme, korkuyla karışık saygı, şefkat duyma, ilgilenme, güvenme ve dünyanın yükünü taşıma kapasitesini tüm zorluklara rağmen talep ettiğinde annenin sunduğu şifası işlevi görür. Gördükleriniz gerçeği veya kendi benliğinizi yansıtmaz; imge bir ayna değildir. Şiddet güveni öldürdüğünde, ötekine, dolayısıyla kişinin dünyada varlığına güvenin yeniden ortaya çıkabileceği alandır sanat.

Bu bağlamda resim, tıpkı psikanaliz gibi estetik ve insani bağlantıların iplerinden oluşan bir ağ olan “alt gerçeklik” dediğim alanı kavradığında ve bu alanı konu edindiğinde bir şifa verme biçimidir. Öznel varoluşun bir başkasıyla ifade edildiği “birlikte oluşma” bağlantıları yaratır: “Sende hissediyorum”, “içimde düşünüyorsun”, “sende biliyorum” vb. Sadece sanat böyle bir karşılaşmayı başarabilir. Figürleri hem aydınlık hem de karanlık ışıkta olduğunda ortaya çıkar.

B.E.: Sanatınız Yahudi soykırımının en zor ve en çetrefilli yönlerinden bazılarını ele alıyor. Neden bilhassa kadınlara yönelik sembolik şiddete odaklandınız?

B.L.E.: Kafası tıraşlı kadının tekrarlayan bir görüntüsünü kullanıyorum. Annemin kız kardeşi Etka, kız kardeşleri Hella ve Sara ile birlikte 18 yaşında Auschwitz’e sürülmüştü. Katlandığı şiddetin mahrem anlamını nasıl layığıyla sembolize edebilirdi? Auschwitz’den döndükten sonra tekrar tekrar şunu söylerdi: “Şundan başka hiçbir anım yok: Kafam tıraşlanmıştı ve kışlanın pencerelerinin önünden geçerken kendimi tanıyamadım. Tüm bu kadınlardan hangisi bendim bilmiyordum. Bu benim tek hatıram.” Bir gün, ikinci bir anı ortaya çıktı, bu bir görüntüydü: ailemizden, yine kafası tıraşlanmış bir kızın ayrılamadığı saç tokası.

Mahremiyetini kaybetti, bu onu benzersiz kılan şeydi. Alain Resnais’in “Hiroşima, Sevgilim” şaheseri bir yana, bunun gibi sembolik bir utandırma eyleminin yükleriyle başa çıkmaya çalışan çok az sanatçı vardır. Amacım hafızayı inşa etmek ya da yapısöküme uğratmak değil. Bugün estetik, etik bir imtihandır. Tanıklar ortadan kaybolduğunda ve yalnızca bu birinci nesil tanıkların tanıkları konuşabildiğinde, sanatın rolü insanlaştıran bir alan yaratmaktır. Sanat hafızayı davet ederken, gelecek için bir hafıza icat eder. En önemlisi de resimde ortaya çıkan özne, bir bakış nesnesine dönüşecek olan ihlal edilmiş bir kimliğin öznesiyle basitçe örtüşmez. Şiddetin dönüştürülmüş izlerine sahip şiddetsiz karşılaşmalar insanileştirir. Goya’yı veya Resnais’ı, Marguerite Duras’yı yahut Paul Celan’ı düşünün.

B.E.: Baskıcı sistemlere direnme ve sert ve felaket-vari koşullar denildiğinde sanatın ciddi bir siyasi eleştiride yeri olmadığını iddia edenlere nasıl yanıt verirsiniz?

B.L.E.: Resim yavaş çalışır. Ne savaşarak ne kaçarak başkalarının ve kendimizin travma alanına girmemize ve onun rezonansında ikamet etmemize izin verir. Resim, şiddetin aldığı biçimler de dâhil, normalde görünmeyen şeyi görünür kılmakla ilgilidir. Resim, zamanın asılı kalmasını sağlar. Sadece geçmişin zulmüyle yüzleşmemizi sağlamaz aynı zamanda şimdiki anı görme ve hissetme biçimimizi de kışkırtır.

Şefkatin birincil etik biçimi olarak sanat, insancıllığa kanallar açabileceğimiz yegane alanlardan biri olabilir. “Hafızası” ille de benim olması gerekmeyen bir yarayı yeniden açmak için tuvale dokunduğumda, onu görmezden gelme isteğine anında direnirim. Güzellik bir imge tarafından önceden verili değildir, soyut uzam üzerine çalışma sürecinin bir sonucudur.

Bu bakımdan sanat, tıpkı aşk gibi, kişinin “cemiyetinin” içinde ve dışında birbirine tamamen yabancı olan insanların rezonans halinde birbirini anlayabildiği kırılgan bir iletişim biçimi gibi görünür. O zaman insanların kırılgan ve müşterek sistemlerin bir parçası olduğunu anlaşılır.

Resim vasıtasıyla şiddetin izlerinde bir dönüşüm mümkünse, kırılganlığımızın eriştiği savunmasız ötekinin duyumsanmasından yayılan özel bir Eros türü, cinsel olmayan bir aşk yavaş ve dolaylı bir biçimde işlemeye başlar. Resim, sevgiyle ve ıstırapla, kederle ve neşeyle, şefkatle iştirak kapasitesini harekete geçirir.

B.E.: Güzellik anlayışınızı biraz daha açabilir misiniz? Malum bu anlayışınız, kamusal tüketim açısından şiddeti sevimli göstererek onun nasıl tehlikeli olabileceğini dert edinen kimi yerleşik şiddet estetiklerine doğrudan meydan okuyor. 

BLE: Benim güzellik olarak adlandırdığım şey -ki kaynağı travma, acı ve neşe deneyimidir ve bunlar birbiriyle çelişmez- kaçınmaya çalıştığımız dehşetle, Rilke’nin bir ifadesiyle ötekinin başka bir yaşam arzusuyla karşılaşmaya, mahvolmuş bir var oluş ve ışık hasretine işaret eder. Şiddeti reddeden sanat, bu şiddetin kurbanlarını, sanki insan yaşamıyla hiç ilgileri yokmuşçasına terk eder. Resimde mesele sadece temsil değildir. Bulanık bir fikrin renk, çizgi ve ışık yoluyla yeni biçimini solurken, izleyicide şahsi sorumluluk hissine yol açan duygulanımsal bir yanıt uyandırdığı bir geçit işlevi görmelidir.

Gelgelelim, şiddetin çoğu kültürel temsili gerçekten de tüketime hazır nesneler üretir. Geçen yüzyılın felaketlerini ele almalarına rağmen bahsettiğim anlamda güzele ve yüce olana ulaşan ressam, şair ve film yapımcısı pek yoktur.

Paul Celan’ın şiirini düşünün, benim için ilham kaynağıdır. Jacques Lacan’ın sözleriyle ifade edecek olursam, hayatın ölüme sanki ölümün tarafından baktığı yerde ölümün sınırını oluşturur. Ama bunun ötesinde hem figüratif hem de soyut formun, hayat-olmayandan hayata kendi insanileştirilmiş geçişini uyandırmak istiyorum. Şefkat olmadan gerçek güzellik yoktur; siz psişik, zihinsel ve fiziksel alanınızı paylaşmamanın imkansızlığını anladıkça sanatın yarattığı şoku insanileştirir ve travmayı dönüştürür.

B.E.: 21. yüzyılda sanatın siyasi öneminden ne anlıyorsunuz? Bizler şiddet mantığından çıkıp daha şiddet içermeyen geleceklere bakmaya çalışırken, bu durum sanatçıya nasıl bir etik yük yükler?

B. L.E.: Bugün sanat, güvenin ölümünden sonra gelen bir güven alanıdır. Bizim neslimiz, 20. yüzyılın ve öncesinin üzücü anılarından bugün tanık olduğumuz süregiden şiddete kadar muazzam bir ağıt miras aldı ve onu yaşıyor. Zamanımız kayıp ve ıstırap izlenimlerine gebe. Öyleyse sanatın sorusu, tarafından deneyimleneceği düşünülen insan öznesi gibi, her daim aynı zamanda, bu kayba ve imgeden ve soyut ufuktan başlamak üzere gelecek için yaşama şefkati geri getirmeye ilişkin bir sorudur.

Sanat, ışık ve mekân içinde ve onlar aracılığıyla yeni konuları ve formları yeniden bağlama ve icat etme gücüne sahiptir. İster özel ister tarihsel olsun şiddet izlerini ayrıntılandırma, taşıma ve dönüştürme kapasitesini genişletmek bir sorumluluktur. Sanatın en önemli işlevlerinden biridir bu. “Katlanmak” ve “taşımak” hem İbranice’de hem Almanca’da hem de Fransızcada aynı kökten gelir. Ancak İbranice’de “özne” anlamına da gelir. Dünyayı daha tahammül edilebilir kılmak, öznelliğin yapısına “taşıyıcı” dediğim şeyin işlevini sızdırmak demektir. Daha iyi bir zamanın gelmesi umuduyla başkalarının acılarının yükünü taşımaktır. Celan, “Dünya çekti gitti. Ben seni taşımalıyım” demişti.

Sanatı basitçe deneyimlemekten sosyal ve politik bakım veya tanıklık eylemlerine geçiş kendiliğinden gerçekleşmez. Ancak sanatla karşılaşan bireyler, daha özenli kolektif eylem için bir potansiyel yaratırlar. Sanat, yalnızlığa karşı gelmeksizin topluluk ve siyaset alanına girer. Ancak şiddetin izlerinde düşünceli bir şekilde ikamet etmek, kaygıya müsamaha göstermek, olumsal olanı ve bilinmezi hoş karşılamak ve bir birey olarak kolektif bir aşk olasılığına kendinizi açmaktır.

Sanat, şiddet üzerine kurulu yapılara karşı kuvvetli bir direniş gerektirir. Bilinen veya bilinmeyen ötekinin savunmasızlığına karşı daha sorumlu oluruz. Verecek sözü yoktur; bir resim işini yapamayabilir. Yine de bize bir şans verir. Şiddetli geçmişten kopmak, sık sık silinen figürlerine özel ilgi gösterilmesini gerektirir. Ne ötekini ne de kendinizi feda etmemek – işte zor olan budur. Bugün ötekiyle, mülteciyle ilgilenmeliyiz. Neden ve nerede olduğu önemli değil; o mülteci senin kız kardeşin. Senin annen olabilir; bir gün sen de olabilirsin.

Aralık 2016


Yazıyı Nalan Kurunç çevirdi ve Oğulcan Yiğit Özdemir, daha sonra da Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.

Exit mobile version