Site icon Terrabayt

Türkiye’de Bağımsız Tiyatronun Çıkmazı


Tiyatro tarihi için Anadolu en önemli coğrafyaların başında gelir. Gerek Antik Çağ birikiminin burada yoğunlaşması gerek tiyatroya dayanak sayılan toplumsal ilişkilerin burada görünür örgütlülüğe kavuşması burayı tiyatro tarihi açısından güçlü bir merkez hâline getirdi. Bunların yanında semavi, şamanik ve barbarik dinlerin bu coğrafyada komşulaşıp bir nevi karşılıklı çıkar gözeterek bir arada yaşamayı öğrenmesi, ritüel çeşitliliği açısından yine bu coğrafyanın tiyatroya güçlü dayanaklar sunmasını sağladı. Antik Çağda aşağı Mezopotamya’dan Ege ve Trakya’ya oradan da (daha sonra Roma’nın batı sınırları olacak olan) Galya’ya uzanan hat, aynı zamanda tiyatronun da kendi özgün kimliğini yaratacağı hat olacaktı. Bu kimliğin belirleyici, teknikten ve diğer sanatlardan bağını koparacağı, yani başlı başına bağımsız bir sanat olacağı coğrafya Batı Anadolu ve bugünkü Yunanistan toprakları olacaktı. Bu tarihsel zemin Anadolu’da tiyatronun bugüne değin güçlü bir şekilde ayakta kalmasını sağlayan ana gerekçedir. Orta Çağ ve ardından beliren yüzlerce yıllık İslam hâkimiyetinin yıpratıcı etkilerine rağmen tiyatro fikri bu coğrafyada sözünü ettiğim tarihsel zeminden güç alarak ayakta kalabildi. Özellikle son yüzyılda İslam hâkimiyetinin cılızlaşıp yerini topal bir modernleşmeye bırakmasına rağmen Anadolu’da tiyatro hâlâ baskı altındadır. Buna rağmen binlerce yıllık birikimin insanların yaşam biçimine, algılarına ve estetik yargılarına işlediğini görmek mümkün.

Antik Çağda aşağı Mezopotamya’dan Ege ve Trakya’ya oradan da (daha sonra Roma’nın batı sınırları olacak olan) Galya’ya uzanan hat, aynı zamanda tiyatronun da kendi özgün kimliğini yaratacağı hat olacaktı.

Bu coğrafyada, estetik yargılar ve bağımsız bir sanat düşüncesi olarak tiyatronun ilerici bir yönü de vardır. Bunun en iyi örneklerinden birini Yahya Kemal vermiştir. 1914 yılında Peyam-ı Edebî’de yayımlanan denemelerinde tiyatroya dair de önerilerde bulunmaktadır. “Evet, cinématographie tâûnu Antoine’ı öldürdü. Bizse en ince hanımlarımızdan, en ziyâde sâhib-i huzûz geçinen beylerimize kadar sinema tâûnuna tutulduk” diyerek tiyatronun geleceğine dair kaygılarını ifade eden Yahya Kemal, tiyatroculara “Siz bu tâûna karşı da hareket edeceksiniz. Enfüsî medeniyete karşı daha gözlerini açmadan âfâkî medeniyetî telâkkî eden bir hâlkın zevkini değiştirmekle, onlara büyük tabîati makinelerin rü’iyetiyle değil, insanların efsüniyetiyle tattırmağa uğraşacaksınız” önerisinde bulunur. Bu öneri, kendisinden yaklaşık yarım asır sonra Polonya’da Yoksul Tiyatro kuramını ortaya atan ve çağın en ilerici tiyatro teorisyenlerinden sayılan Jerzy Grotowski’nin “Tiyatro kendi sınırlarını tanımak zorunda. Eğer tiyatro sinemadan daha zengin olamıyorsa, bırakın yoksul kalsın. Televizyon kadar savurgan olamıyorsa, yalın olsun. Teknik bir atraksiyon hâline gelemiyorsa, dıştan gelen her türlü teknolojiden vazgeçsin. Böylece elimizde yoksul bir tiyatrodaki ‘kutsal’ oyuncu kalır” ifadeleriyle örtüşmektedir. Yine Yahya Kemal’in tiyatroculara öneri maiyetinde söylediği “Dekora katiyen ehemmiyet vermeyiniz. Shakespeare’in dramında lisâniyle çizdiği dekor kâfîdir. Çıplak bir sahnede göz ancak müellifin timsâllerine dikilir; vak’ayı onların kalbinde görür. Dekorlu sahnelerde müelliflerin dehâsını tamâmiyle görmek kabil olamıyor; gözler, eserden ziyâde âfâkî bir dekorla, âfâkî bir ziyânın oyunlarıyle kamaşıyor. Asıl ruhu göremiyor. Dekorda, hatta isterseniz târîhî esvâba bile ehemmiyet vermeyiniz. Temâşâyı sırf enfüsî, yani sanat olarak kabûl ediniz” sözler de Grotowski’nin önerdiği sahne ve dekor uygulamalarına öncü sayılabilir.

Bu coğrafyada, estetik yargılar ve bağımsız bir sanat düşüncesi olarak tiyatronun ilerici bir yönü de vardır. Bunun en iyi örneklerinden birini Yahya Kemal vermiştir.

Oysa bugün Türkiye’deki tiyatroya baktığımızda; tüm bu birikime rağmen estetik yargılar ve üretim biçimleri açısından dünyanın gerisinde olduğunu, gerek politik gerek teknik anlamda bir çıkmazın içerisinde bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunda devletin sanat politikalarındaki baskıcı, kayırıcı ve sığ yaklaşımların yanı sıra tiyatrocuların da sorumluluğu olduğunu inkar etmemeli. Binlerce yıllık bir geleneğin yoğurduğu coğrafyada tiyatroya dönük öneri ve alternatiflerin gelişememiş olmasının büyük sorumlularından birinin tiyatrocular olduğunu kabul etmek gerekir. Yaklaşık bin beş yüz yıllık bir baskı sürecinin hemen ardından bile tiyatro için çağına göre ilerici öneriler getirebilen bir coğrafyanın bugün dünyanın çok gerisinde kalması ancak korkunç bir boş vermişlik, umursamazlık ve tembellikle açıklanabilir. Devlet ve Şehir Tiyatrolarındaki tekdüzelik ve bayağılığın yanında bunlara alternatif olabilecek bağımsız tiyatroların sadece son 10 yılda karşılaştıkları sorunlara karşı verdikleri reaksiyonlar, durumun vehametini göstermeye yeter diye düşünüyorum. Ağır vergi yükleri altında ezilirken, bilet gelirleri açısından korkunç derecede bir adaletsizlikle karşı karşıyayken, iktidarlar tarafından sürekli hedef tahtasında ve tehdit altındayken, onlarca tiyatrocu tutuklanıp yargılanırken, festivaller yasaklanırken, kadın oyuncular sahneden indirilirken, oyunlar sansürlenip engellenirken, sermayenin tekelindeki reklam şirketleri ve televizyon dizilerine oyuncularını kaptırırken, televizyon ekranlarında tiyatronun adını kirletircesine şaklabanlık programları gösterilirken tiyatrocular ne yaptı? Bana göre sorulması gereken asıl soru budur. Tiyatrocular günü kurtarmanın derdine düşüp gittikçe ağırlaşan nefeslerinin tükenmesini mi bekleyecek yoksa tüm bu sorunlarla başa çıkmanın yollarını mı arayacak?

Oysa bugün Türkiye’deki tiyatroya baktığımızda; tüm bu birikime rağmen estetik yargılar ve üretim biçimleri açısından dünyanın gerisinde olduğunu, gerek politik gerek teknik anlamda bir çıkmazın içerisinde bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sahnedeki gösteriye odaklanmış bir tiyatro anlayışının kabul edilemeyeceği artık çok açık. Tiyatronun daha çok sahne dışında kalan zamanla ilgili olduğu fikrine yakınım. Tiyatro yaşamla iç içe bir disiplindir. Tiyatronun amacı yalnızca oyun oynamak olmamalıdır. Türkiye’de yaşayan başta Türk ve Kürt tiyatrocular olmak üzere -bunlar Türkiye’deki tiyatronun itici güçleridir- tüm tiyatrocuların oyun kavramını yeniden düşünüp bu coğrafyanın kadim birikimine sahip çıkması gerekmektedir. Bunun ne kadar gerekli olduğunu Covid-19 salgını bize bir kez daha gösteriyor. Türkiye’de görülen ilk Covid-19 vakasının üzerinden henüz iki ay geçmemişken Türkiye’nin en güçlü bağımsız/alternatif tiyatrolarının neredeyse iflas bayrağı çekip “Tiyatromuz Yaşasın!” haykırışlarıyla can çekiştiğine tanıklık ediyoruz. Tiyatrolar ölüyor mu ki yaşamasını talep ediyoruz? Yoksa kasıt mekânların kaybedilmesi mi? Bir yandan Covid-19 gibi salgınların çeşitlenerek artacağı diğer yandan sosyal ilişkilerde mesafenin artık kaçınılmaz olacağı muhtemel gelecekte tiyatro mekânlarının yitirileceği zaten beklenen bir sonuç. O mekânların kimi tiyatrolar için geçim kapısı olduğunun elbette ki bilincindeyim fakat tiyatroyu mekâna, yani salona bağımlı bir üretim alanı olarak gören bir düşünce, zaten öngörülen gelecekte olmayacaktır. Bu da geçimini mekândan sağlayan tiyatrocuların er ya da geç geçim kapısını kaybedeceği anlamına gelmektedir.

Sahnedeki gösteriye odaklanmış bir tiyatro anlayışının kabul edilemeyeceği artık çok açık. Tiyatronun daha çok sahne dışında kalan zamanla ilgili olduğu fikrine yakınım. Tiyatro yaşamla iç içe bir disiplindir. Tiyatronun amacı yalnızca oyun oynamak olmamalıdır.

Salgının bugün bittiğini varsayarsak bile, şu an türlü zorluklarla cebelleşen tiyatroların önümüzdeki günlerde nasıl sıkıntılar bataklığına düşeceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Zaten sayısı çok az olan bu mekânların çoğunun ayakta kalamayacağı gerçeği apaçık. Ayakta kalabilenlerin de bu iki aylık sürecin etkilerinden kurtulabilmesinin uzun zaman isteyeceği de apaçık. Tam da bu noktada tiyatronun en azından bir süreliğine oyunu bırakıp örgütlenmeye, yeni öneriler sunmaya odaklanması gerekir. Devlete, sermayeye, çağın koşullarına nasıl dayanacağını düşünmesi gerekir. Seyirciyle, metinle, teknolojiyle ve daha çok kendi gerekliliğiyle ilgili yeni öneriler, çözümler ve teoriler ortaya atmak zorundadır. Siirt Pervari’de bulunup yurtdışına kaçırılan, izinin sürülmesine müsaade edilmeyen iki bin beş yüz yıllık maskelerin de, orta yerine mescit dikilen Rumeli Hisarı Açık Hava Sahnesi’nin de tiyatroculardan beklentisi budur.  Aksi hâlde birikimine sahip çıkamayan, günü kurtarmanın derdine düşüp tiyatronun geleceği için artık fikir üretemeyen bu coğrafyada tiyatro ölmeyi hak edecektir.


Ana Görsel: Aspendos antik tiyatrosu

 

Exit mobile version