Site icon Terrabayt

The Whale ya da Umut Üzerine

Darren Aronofsky, düşük bütçeli ilk uzun metrajı Pi’dan (1998) beri her yeni filmini heyecanla beklediğim belki de tek yönetmen. Gerek filmlerindeki problematik süreklilik gerekse denenmemişi denemek konusundaki cüretkârlığıyla beni her filminde yeniden büyülemeyi başarıyor. The Whale’ı ilk izlediğimde yorumum yine aşağı yukarı her filminin ardından benliğimi kaplayan o buruk haleyi tanımlayan şu yalın cümlede ifade buluyor: “Dünyada ne kadar umut varsa onun filmlerinde de o kadar umut var”. Bu dengeyi tutturmak ziyadesiyle güç. Zira Aronofsky sinemasında olduğu gibi din, hayatın ve evrenin anlamı, aşkınlık arzusu, aşk, melankoli ve benzeri izleklerle buluşturulduğunda umudun paradokslarıyla baş edemeyip yavan bir umut methiyesine ya da aynı derecede yoz bir umutsuzluğa yakılan ağıt kolaycılığına kapılmak işten bile değil. Örneğin din hususunda umudun yerini tıpkı Aronofsky gibi bir filozof ya da edebiyatçıyı aratmayacak bir titizlikle inceleyen Andrei Tarkovsky’le kıyasladığımda Aronofsky’nin ayakları yere daha sağlam basıyor gibi geliyor. Tarkovsky’nin Stalker ve Solaris’inde (elbette Zerkalo ve Nostalgia, Andrei Rublev’i de eklemek gerek) muammalı bir varlık deneyiminin kökünde yer alan dünyanın radikal başkalığına karşı tinsel yükselişle dünyadan el etek çekmeye yönelik kadim çileci eğilimine doğru bir gerileme, gnostik-Hıristiyan bir mahiyette bir unia mystica [1] arzusu karşımıza çıkıyor. Bu ise Stalker’ın Zone’una ya da bizzat Solaris gezegenine özgü radikal başkalığa karşı en arkaik tutuma geri dönüş niteliği taşıyor. Tarkovsky’de belli belirsiz sezilen şey, maddi olanın özü gereği kötücül olduğuna dair kadim bir aksiyomun sonucu olarak içimizdeki ve dünyadaki habis bir ötekilikten kurtulmak için kökensel bir masumiyete dönüş çağrısı olarak yankılanıyor. Bu da umudun bu dünyayı en başından beri terk ettiğine, maddi olandan kurtuluşun içkin olarak çıkarsanamayacağına dair kadim ideolojik bilgeliğin kaba düşünülür-duyulur, uhrevi-dünyevi ayrımına sadık kalmaya devam eden bir tutum. Aronofsky ise tüm bu ayrımları yapısöküme tabi tutacak şekilde umudun umutsuzlukla -ve vice versa– koşullandığına ortaya çıkarıyormuş gibi geldi bana her zaman. Bu ise başlı başına umudun edimsel anlamıyla dine indirgenmeksizin dinsel olan daha transandantal bir anlamına dokunmasına olanak sağlıyor. Yegâne umudun umutsuzluğun alacakaranlık gecesinde küçük pırıltılar halinde sökün ettiğine dair teselli etmekten olduğu kadar karamsarlığa kapılmaktan da olabildiğince uzak bir tavrı var. Umuda dair umutsuz olurken umutsuzluğa dair bir umudu filizlendiren bu narin paradoksu açıklamaya çalışalım.

Yazı ekonomisine dair ekonominin kendisini gereksiz kılmak pahasına peşinen söyleyeyim: dünyanın radikal başkalığına içkin bir karar-verilemezlikle yüzleşmeksizin ne umudun ne de umutsuzluğun bir sahiciliği var. Şüphe, umutsuzluk ve belirsizlik olmaksızın umut ettiğimde, yani neyi, ne zamandan itibaren hangi vaat edilmiş zaman için ve hangi muhatap ya da merciden geleceğini bileceğim bir lütuf için umut ettiğimi bildiğimde gerçekten umut etmiş olur muyum? Eğer umuda, olumsallığın trajik olabilecek hükmünün bilinci ya da hesaplanamazlığın farkındalığı eşlik etmiyorsa umudun vaadine duyulan sadakat gerçek olabilir mi? Umut ne için umut ettiğini tam olarak bilmediğinde, umutsuzluğun cinlerinin daimi tasallutu altında gerçekleşirse gerçek bir umut olabilir ancak. O, ne için, ne zaman umut ettiğimi bildiğim bir beklenti ufkundan feragat etmeyi kendi uzlaşmaz belirsizliği içinde varsayar. Ancak bunu kim başarabilir? Bir beklenti olmadan, beklentisizce beklemek gibi bir paradoksun altından kim kalkabilir? Beklenti ufku olmaksızın beklemek nasıl mümkün olabilir? Yanıt olumsuz. Çünkü bizzat zamanın yapısına özgü geleceğin sonsuz açıklığı beklentinin olanağını tanımlar görünür. İster antropolojik bir gereksinim olarak düşünülsün isterse zamanın yapısından kaynaklansın biz hep beklenti içindeyizdir. Lakin tam da beklentinin olanaklılığını temin eden bu açıklığın aynı zamanda tam da beklenti ufkunu delip geçecek beklenmedik, hesaplanamaz ve öngörülemez geleceğin başkalığını ifade ettiği de kesindir. Bu haliyle beklenti olarak umudu olanaklı kılan açıklık, her türlü beklenti ufkunu boşa çıkaran geleceğin bilinmez başkalığını da ifade eder. Burada aynı mıntıkaya özgü bir diğer kıvrım uyarınca eklemek gerekir, beklenti ufkuyla koşullandığı müddetçe beklemenin kendisi umutlu bir pratik olabilir? Yanıt yine, olumsuz. Zira gelecek, programlanabilir, öngörülüp ne için ne zaman umut ettiğimi bildiğim bir hesap kitaba dönüşmüşse umudun kendisinden bahsedilemez. Belirsizlik yoksa umut da yoktur. Bu belirsizliğin kaynağı ise elbette gelecektir. Ancak sonsuz bir açıklık olarak geleceğin, hiçbir beklenti ufkuyla indirgenemez, sonuçları itibariyle olumlu ya da olumsuz bir hesaplanamazlığının sahte umudun beklenti ufkunda vuku bulan hesap kitabı bozacağı kesindir. Geleceğin açıklığı ve belirsizliği, umudun hem olanaklılık hem de olanaksızlık koşulu olarak belirir. Onu olanaksızlığı içinde olanaklı biçimine kavuşturur. Öyleyse sadece beklentisizce bekleyen, neyi, nasıl, ne zaman beklediğini bilmeden bekleyenin umudundan bahsedilebilir. Ancak bu olanaksızdır diyecek öteki, lakin bu olanaksızlıkta ifade bulan belirsizlik yoksa umudun da olanaksız olduğunu hatırlatmak gerekir. Olanaklılık sahası hiçbir zaman kendi üzerine bütünüyle büzüşmeyecek, her zaman umut etmek için bir sebep olacaktır; lakin tam da olanaklılığın daimi açıklığı, olanaklılıktan edimsele geçiş anının hiçbir edimseli mutlak ve zorunlu bir varolan kılamayacağı anlamına gelir. Bir diğer deyişle olanaklılığın açıklığı, edimselleşmiş olanaklıdan hareketle henüz edimselleşmemiş diğer olanaklıları gayrı-meşru ilan etmeye izin verecek bir kapanıma ulaşmaya izin vermez. Bu açıklık, edimsellik kazanan olanağın hiçbir zaman diğer olanakların müstakbel edimselleşmesinden muaf olmayacağı anlamına gelir. Geçmişin izleri daima geleceğin üst-baskı izleri altında kalacak, olanaklılık hiçbir edimselleşmede tükenmeyecek, her şey daima açık kalacaktır. Bu demektir ki, bir son yoktur. İşte umudun olanaksızlığı bu bağlamda anlaşılmalıdır zira umut her şeyden önce bir öncesiz sonrasız anın sözde mutlaklığına özgü sıfır noktasında birşeylerin bir daha asla değişmemek üzere gerçekleşeceği bir saf başlangıç noktası ya da nihayet varsayar. Beklenti ufku bu mutlak kopuş yaratacak başlangıç ya da son noktasına ya da olanaklılığın edimselleşmiş olanaklıya musallat olmayı bırakacağı mutlak bir kapanıma asla ulaşamaz. Umudun, umut etmeye ihtiyaç duymaksızın artık umudunun gerçekleştiği bir kapanıma ya da geçmişten tam olarak kopuş gerçekleştireceği bir ana erişmesi olanaksızdır. Umut edilen gerçekleştiğinde bunu bir başka umutsuzluk kaynağı olarak yaşamayan kimse yoktur dünyada. Ama umutsuzluğu geleceğin beklenmedik başkalığında yeniden umuda dönüşmemiş birini bulmamak da olanaksızdır. 

Geleceğin ötekiliğine özgü bu olanaksız-olanaklılığın karar-verilemezliği umudun içinden geçmesi gereken bir darboğaz oluşturur. Umudu tamamen yitirmenin ya da ona sımsıkı sarılmanın aynı anda olanaksız olduğu bu dünyanın karar-verilemezliği, kendini en çok da en büyük umutsuzların bir zamanlar umut etmiş olanlardan, en büyük umutlularınsa geçmişin en amansız umutsuzlarından çıkmasında gösterir. Ancak her ikisi de umudun ya da umutsuzluğun gerçek olmadığı durumları ifade eder. Umudun, sonun gelmesine dair kesin bir umutsuzluğun içinde filizlendiğini umutsuzluğun da safdil umudun ardında her an hortlamak için beklediğini anlamak, ikisinin birbirine kurucu olarak musallat olduğunu kavramak gerekir. En umutsuz durumda filizlenmiyorsa umudun ya da tersine en umutlu durumda baş vermiyorsa umutsuzluğun nasıl bir gerçekliği olabilir? Ne umut tek başına gerçektir ne de umutsuzluk. Dünyaya daha fazlası vaat edilmemiştir. Umuda içkin bir umutsuzluk olduğu gibi tam aksi de gerçektir. Bunu en iyi Samuel Beckett karakterlerinde görürüz. O meşhur Godot, artık herhangi bir şeyi beklemeye gerek kalmayacak nihai noktanın beklentisini ifade eder. Müzmin bir yabancılığın acısını çeken Beckett karakterleri nihayetinde ondan umudu keser. Geriye sahip olabildikleri tüm olanaklılığı tüketerek şu yapayalnız evrende kendilerine biçilen rolü hızla oynayıp ölüme kavuşma arzusu kalır sadece. Dünyadaki olanaklılığı tüketmek için her yolu deneyen bu karakterlerin bedbahtlığının kaynağı, hiç şüphesiz geleceğin daima açık olmasından ötürü olanaklılığın asla kapanmamasında kendini ele veren ontolojik bir bit yeniğidir. Umutsuzluk tam olarak burada gizlidir; umudun sonucunu verdiği yerde umuda gereksinimini zorunlu kılan umutsuzluğun sona ermemesi ya da umutsuzluğun umut edecek bir şeyler bulup çıkarmasının nihayete erememesi. 

Umutsuzluk, umudun beklediği olanakların edimselleşmediği yerde gerçeğin kendi üstüne büzüşerek beklediği olanağın eksikliğinde bir yok oluşu aramasıdır. Søren Kierkegaard, “ölümcül hastalık” olarak tanımladığı umutsuzluğu tam da bu ölüm ya da yok oluşun arandığı yerde bir türlü ölünememesinden kaynaklandığını söylediğinde umutsuzluğun gerçek kaynağının sonun beklendiği yerde sonun bir türlü gelemeyişi olduğunu açığa çıkarmıştır. Bu sonun ertelenmesi, tatmin olmayan beklenti ufkunda ne umudun ne de umutsuzluğun tam bir hâkimiyeti kazanmasını ifade eder. Bu noktada Beckett’in umutsuzluğunun, umudun kendisine dair bir umutsuzluk olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü en umutsuz durumda bile bir küçük umut kırıntısı saklı kalır. Bu kırıntılarsa doyurma bahanesiyle aç bırakmaya devam eder. Bu kırıntıyı olanaklı kılan geleceğin sonsuz açıklığı, aynı zamanda umut edilen şeyin, yani beklentinin gerçekleştiğinde bile daima ufukta asılı kalmasıdır. Hiçbir olanaklı kendi edimselleşmesinde artık umuda ya da umutsuzluğa ihtiyacın kalmayacağı bir mutlak edimselliğe kavuşamaz. Umudun umut ettiği şey, edimselleşmesi sonucunda artık ne umuda ne de umutsuzluğa gereğin kalmayacağı bir zorunluluğa erişmektir. Lakin olanaklılığın açıklığı bu zorunluluğun hiçbir zaman varolmadığı anlamına gelir. Bir olanağın edimsellik kazanması anlamında mevcudiyete gelmesi, onun bir zamanlar mevcut olmadığı anlamına gelmez mi? Öyleyse olanaktan edimsele geçen şey, asla zorunlu değildir. Çünkü zorunluluk özü gereği mevcut bir şeyi varsayar; olanaktan edimsele geçmeden daima edimsel olmuş bir şeyi… Ezcümle, zorunluluk özü gereği mevcut olan yani hiçbir zaman mevcudiyet kazanmadan mevcudiyette olmuş olan şeyi varsayar. Ancak hiçbir edimsel mevcut yoktur ki bir zamanlar bir olanaktan ibaret olmasın. Öyleyse aslında kökünde bir olanak olan edimselin bizzat edimselliği içinde olumsal kaldığının hakkını teslim etmek gerekir. Zira o hiçbir zaman mevcudiyete gelmeden daima bir olanak olarak da kalabilirdi. Hiçbir edimsel bu sebepten kendi edimselleşmesini geçmişe retroaktif tarzda bir zorunlulukmuş gibi nakşedemez. Her edimsel, zorunlu olarak varolamayan bir olanaksa, edimselleşen olanaktan yola çıkarak edimselleşmemiş olanak temelsiz ilan edilemez. Sonuç olarak edimsele geçişi olanaklı kılan geleceğin, olanaklılık alanını açık bırakacak şekilde mutlak bir edimselleşmeyi olanaksız kılan daimi açıklığını anlamak gerekir. Bu umutsuzluktaki umudu da açıklar. Zira en umutsuz anların, o dünyanın karanlık gecesi içinde sürüklendiğimiz zamanların daima gelecekten gelen beklenmedik bir şeyle aydınlandığı da kesindir. Ama bu daima gün doğumunun pusunu andıran karanlık bir aydınlıktır. Tıpkı umudun aydınlığının günbatımının bir tarafıyla karanlığı çağıran kızıllığında saklı olması gibi. İşte bu bilinmeyenin gelecekten gelen beklenmedik olanda kendini belli eden dünyaya içkin karar-verilemezliği, olanaklılığın hiçbir edimselleşmeyle tüketilemeyen artığının hem tekinsiz hem de Mesihsel olabilen karakteristiğidir. Umut edilen şey insandaki somut olguların kör zorunlulukçu belirlenimine indirgenemez kalan aşma potansiyelinden, etik duyarlılığın başkası için umut olmaya çağıran daimi Mesihsel güncelliğinden ileri gelirken yine aynı insanın ruhunun derinliğine oyulmuş karanlığın dipsizliği uzay-zaman isimli çölde herkesin yapayalnız olduğunu ve yapayalnız öleceğini fısıldar durur. Her ikisi de doğru ve yanlıştır. Bu filmin artık Charlie’nin ölümü beklediği son sahnelerinde, Liz’le aralarında geçen bir diyalogda gözlemlenebilir. 

Liz: “Sanırım kimsenin kimseyi kurtarabileceğine inanmıyorum.”

Charlie: “Hiç şu hisse kapıldığın oluyor mu? İnsanların başkalarını umursamamak gibi bir kabiliyeti yok.”

Her ikisi de aynı zamanda doğru ve aynı zamanda yanlış olan bu iki önerme, umudun ve umutsuzluğun kaynağı ve gerçekliğine dair en kapsamlı felsefi çalışmayı aratmayan bir derinliğe sahip. Derinliğin kaynağı ise iki önermenin de diğeri olmaksızın ne doğru ne de yanlış olması elbette. Nihayetinde insan bir diğerinin en büyük umut kaynağı olduğu gibi en büyük umutsuzluğunun da kaynağı. 

Bu bağlamda Walter Benjamin’in bir sözü aklımdan hiç çıkmıyor: “Umut, bize umutsuzların hatrına verildi”. Buna umutsuzluğun da ümit edenler için bize verildiğini eklemek gerekir. Çözülebilir olmayan bir açmaz gereğince umudun, umutsuzluk için, umutsuzluğa rağmen umut olmasına dair olanaksız-olanaklılık ve tam tersiyle baş etmek güçtür.  İşte bu kararsızlığın yoğun bir sadakat ve iman talimi gerektiren etik açmazıyla baş edemeyen çoğu dindar, bizi kurtaracak kimsenin varolmadığından hareketle tek gerçek kurtuluşun kaynağı olduğu varsayılan Tanrı’ya teslim eder kendini. Ama bu hiç de sanıldığı gibi meditatif bir dinginlikte dünyadan el etek çeken bir çileci yaşamı getirmez genellikle. Zira dinin sağladığı umut, vahyedilmiş bir gelecek için neyi, kimin için, ne zamana ve en önemlisi nasıl umut ettiğimi bildiğim, hesaplanamaz hiçbir tarafı olmayan, başkasının ve geleceğin ötekiliğinin hesaplanamazlığını varsaymayan sahte bir umuttur. Umut böylece yoz bir hal aldığında umut etmenin gerektirdiği sadakat, eylem ve daimi vicdan muhasebesi de sona erer. Filmde Ellie karakterinin söylediği gibi: 

“Din ile ilgili sevdiğim şey, herkesin gerzek olduğunu ve kendi kendilerini kurtarmaktan aciz olduklarını farz etmesi. Orasını doğru tutturmuşlar. Ama dinle ilgili sevmediğim şey, insanların İsa’yı kabul edince ya da işte artık her neyse, birdenbire kendilerini herkesten iyi zannetmeye başlamaları. Aptal günahkârlar oldukları gerçeğini kabul ederek her nasılsa daha iyi biri oluyorlar ve birer dallamaya dönüşüyorlar.”

Bunu en iyi açıklayan örnek belki de Jacques Lacan’ın, Dostoyevski’nin Ivan Karamazov’a söylettiği şu ilkeyi ters çevirmesidir: “Tanrı yoksa her şey mubahtır”. Lacan, “Tanrı yoksa, her şey yasaktır” der. Ne demektir bu? Kabalaştırmak pahasına şöyle açıklanabilir: Eğer Tanrı yoksa her şey mümkündür ama bu tam da bizi her edimimizde sorumluluğa boğan şeydir de. Tanrı yoksa ve her şey bizim sorumluluğumuzdaysa yasak kalbimize daha derinden işler. Her şey yasaktır artık. Kaçılması mümkün görünmeyen bir süperego paradoksu uyarınca herhangi bir babacıl süperego figürünün arketipi olarak görülebilecek bir Kosmokrator’un [2] namevcudiyeti sonuç bakımından daha güçlü bir süperego etkisi tesis eder. Yasasız dünyada birdenbire her şey yasak olur çıkar. Her hareketimizden sorumluyuzdur artık. Bu bakımdan Tanrı’nın ölümü, adeta bir pharmakon gibi acı-tatlı bir zehirdir. Tanrısal yasağın sınırından kurtulma olarak özgürleşme, aynı özgürleşme jesti içinde yasanın daha da güçlenmesi sonucunu verir. İşte dindardaki sorun bu tersçevrimin onun dünyasında hiçbir zaman dile getirmeyecek olsa da şu anlama gelmesidir: “Tanrı varsa her şey mubahtır”. Tercüme edelim: “Eğer Tanrı varsa ve ben ona inanıyorsam, ben zaten iyiyimdir, iyi biriysem istediğim şey de iyidir. O zaman bana yasak yoktur, çünkü ben zaten iyi ve doğru olanı istiyorum.” Etiğin ve sorumluluğun köktenci bir şekilde askıya alınması olarak özetlenebilecek bu yaklaşımın dindarın bilinçdışındaki güncelliği neden ondan azılı bir fanatik katilin kolaylıkla çıkabildiğinin de yanıtını barındırır. Žižek bu bağlamda daha da anlaşılır kılmak için bir Aziz Augustinus sözünü hatırlatır: “Tanrı’ya inanın ve ne istiyorsanız yapın”. Eğer Tanrı’yı seviyorsan sen zaten Tanrı’nın istediğini istiyorsundur ve Tanrı’nın isteği tarih boyunca tecrübeyle sabittir ki yasanın delinmesine kolaylıkla dönüşebilir. Zaten yasağın gücünün, daima kendi ihlaline bağlı olduğunu fark etmek gerekir. Yalnızca yasağı kabul ederek onun sınırına tabi olmuş biri onun ihlal edilmesinden duyulan zevki tadabilir. Bunun aksi de doğrudur, yalnızca ihlali kabul etmiş biri yasanın despotik hükmünü kabul eder. Kendi ihlalinin istinailiğinde, kuralın genelliğini dayatır. İşte bu yüzden gerçek bir hedonistten daha despot kimse yoktur dünyada. Öte yandan yasağı kabul etmeyen ateist tutumun tam da bu silme jesti sonucunda her şeyi kendi sorumluluğuna alması, yasağın sınırının sonsuza genişlemesiyle, ihlalin olanağını sağlayan sınır-ötesi alanın usulca gözden yitmesiyle sonuçlanır. Tanrı’nın ölümü, onun hayaletini, varlığının hayal dahi edemeyeceği bir güce kavuşturur. Tıpkı Freud’un İlksel Babası’nın tam da ölümü sayesinde onun katili olan oğullarının vicdanında daha güçlü bir yer kazanması gibi. Tanrı’sı ölmüş dünya tuhaf bir şekilde artık hiçbir deneyimin varlığın dışsallığını duyuramayacağı, sınırın keyfi ve ihlal edilebilir sınır olarak sınır-ötesindeki özgürlük için aşılamayacağı bir dünyadır. Bunu en erken fark eden Foucault’ydu belki de. Meşhur “İhlale Önsöz” makalesinde artık ailevi yeniden-üretim döngüsü içinde üreme amaçlı işlevine yerleşmeyen cinsellik konusundaki tüm sapkın arayışlardaki patlamanın, Tanrı’sı, kutsalı ve böylelikle sınırı yok olmuş bir dünyada bizzat kutsala saygısızlığın sisteme karşı zararsız bir hale getirilmesinin bir sonucu olduğunu vurguluyordu. Bir sınır kalmadığı için bu haliyle aslında ihlalden de bahsetmek mümkün değildi aslında. Ancak geçmişin de böyle usulca gözden yittiği hiç görülmemiştir. Özgürlük, psişeye en başından beri sınır ve sınır-aşma diyalektiği içinde nakşolur. İşte Georges Bataille, artık sınırın kalmadığı dünyada kutsalın sadece ihlalle yeniden güncellenebileceğini anlatmaya çalışırken biraz da bunu kastediyordu. Sınırın silinmesi, onun sadece ihlalde olanaklı olması sonucunu getiriyordu. Zira yasağın olumlu bir temelini sağlayacak hiçbir inancın kalmadığı bu dünyada yasanın olumluluğu, kendini yalnızca ihlalde duyurabilen bir şeye dönüşmüştür. Artık olumlu yasa, ihlali bir olumsuzluk olarak damgalayamaz. İhlal edilecek hiçbir sınırın kalmadığı, dışı olmayan bu dünyada her ihlal kendini sınır kuran olumlu bir şey olarak duyurmaya başlar. İşte dindarın müstehcen ihlal arzusunun bilinçdışı koşullaması, Tanrı’nın bu Tanrısız dünyada yalnızca ihlalde varolduğunu, Tanrı’ya sadece Tanrı’nın sınırı ihlal edilerek ibadet edilebileceğini kavramıştır. Tanrı’ya olan inanç dışında etik ölçütü kalmadığı ve bu inanç da temelde bilinçdışı bir ihlal politikası olduğu için bu inanç adına en kabul edilemez, vahşice edimlerde bulunmak bile mubahtır. Etik kıstası evrenin yasalarına dair Tanrı-Şeytan zıtlığına özgü çocuksu senaryoda Tanrı’ya inanmaya indirgeyen bu eğilim aynı zamanda inanç ve iman ediminin de yozlaşmasından başka bir şey değildir. İlla ki Tanrı’ya duyulması gerekmeyen iman ve inanç, her şeyden önce temelinde hiçbir garanti yoksa, yalnızca radikal bir belirsizliğin içindeyken gerçek bir iman ve inanç edimi olabilir. Eğer kesin olduğuna inanılan cennet vaadi ya da cehennem korkusu söz konusuysa gerçekten mümin olunabilir mi? İşte bu yüzden inanmak ya da inanmamak yalnızca bir çılgınlık edimi olabilir. Zira sadece inanmak için hiçbir inandırıcı temele sahip olmayan birinin inancı gerçek olabilirken, inanması için sayısız sebep varken inanamayan birinin inançsızlığı sahiciliği olabilir. İşte bu çılgın karar-verilemezlikle baş edemeyen dindar, secdenin, duanın, diz çökmenin içinde şeyleştirilen sahte bir iman deneyimi yaşar. “Bununla baş edemiyorsan diz çök ve dua et der” rahip, “ediminde şeyleşen imanın seni sorumluluktan kurtaracaktır”. Hâlbuki bu dünya hem inanmak hem de inanmamak için sayısız inandırıcı ve inandırıcılıktan uzak gösterge vardır. Bu inancı da inançsızlığı da sorumluluğa boğan şeydir. İnanç ya da inançsızlık sadece bunu kabul ettiğinde sahicilik olanağına dokunabilir. İşte bu yüzden Pascal şöyle yazabilmiştir: 

“Doğada tanrısallığa delalet eden hiçbir şey görmeseydim olumsuz karar verirdim; her yerde bir yaratıcının emarelerini görseydim huzur içinde imanda karar kılardım. Fakat inkâr edemeyecek kadar fazla, emin olamayacak kadar da az şey gördüğümden, müşkül bir durumdayım. Ve bu durumdayken belki yüz defa şunu arzu etmişimdir: Doğayı var kılan bir Tanrı’ysa doğa da onu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koysun veya doğada görünen Tanrı emareleri yanıltıcıysa doğa onları tümüyle yok etsin. Yani doğa ya her şeyi söylesin ya hiçbir şey söylemesin ki, hangi tarafta karar kılacağımı bileyim.”

Dünya isimli göstergeler bütününün karar-verilemezliğine özgü esrarengiz gösterge-dili, inanmayı olduğu kadar inanmamayı, umut etmeyi olduğu kadar umutsuzluğu da eşit ölçüde çılgınca ihtimaller haline getirir. Mümine mürtedin mürtede müminin hayaleti musallat olur. Daima indirgenemez bir şüphe dolu bir artık kalır. Bir diğer deyişle, her umudu umutsuz bir karanlığa boğmakla tehdit eden tekinsiz bir fazlalık ya da tersinden umutsuzu ise umudun aydınlığına çağıran bir fazlalığın Mesihselliği söz konusudur. Aynı anda hem tekinsiz hem de Mesihsel olabilen bu fazlalığın indirgenemez caput mortuum’u, [3] dünyanın bilinmez ötekiliğine mahsus bir pharmakon’dur. İman ettirirken şüphenin asla baştan savılamamasına neden olduğu gibi, inancı yitirirken de inancın olanağının açık kalmasına neden olur. Bu bağlamda The Whale’ın dünyanın başkalığının bu fazlalık olarak tezahüründe saklı hem tekinsiz hem de Mesihsel olabilen etkiyi metaforik bir anlatıyla aktaran belki de en büyük edebi eser olarak görülebilecek Moby Dick’i alt-metin olarak kullanması bir rastlantı değildir belki de. Beyaz balina Moby Dick’in rengi, henüz gidilmemiş, bilinmez bölgeler olarak terrae incognitae [4] olarak adlandırılan alanlar için haritada bırakılan beyaz açıklığın temsilidir. Romanın kahramanı Ishmael’e göre bu beyazlığın belirsizliği aslında “evrenin acımasız boşluklarını ve sonsuzluğunu temsil eder”. İşte mutlaklık atfedilen şu yaşlı “özne”nin en önemli ideoloji-birimi olan keşif, dünyanın yapısal olarak bir terra incognita’dan malul kaldığı gerçeğinin reddi üzerine kuruludur. Gizli, bilinmedik, saklı kalan her şey lahdinden çıkarılıp aşikarlığa teslim edilmelidir. Burada balinaya karşı monomanyak arzusuyla tanınan Kaptan Ahab’ın nihayetinde yenik düşmesi, her şeyi sırrından arındırmak isteyen öznenin epistemik emperyalizminin dünyanın yapısal terra incognita’sına asla galip gelemeyeceğinin simgesel anlatısıdır. Bu yapısal etki, psişenin karanlık dehlizlerindeki dipsizliği de simgeler. Bir diğer deyişle içimizdeki ötekinin. Ne var ki akademinin yeni gözde söz öbeği olmuş bu ‘içimizdeki öteki’ genellikle harfiyen içimizdeki öteki bir mevcudiyet haline getirilerek günümüz akademisyeninin ucuz puanları toplama aracına dönüşmüştür. Hâlbuki bu ötekilik yapısal bir etkinin metonimisidir sadece. Bu anlaşılmadığı takdirde kolaylıkla içimizdeki ötekiyle barışma retoriğinin yavan yaşam koçluğu bilgeliğine yakalanmaya tek bir adım kalmıştır, ki günümüz akademisyeninin güle oynaya attığı bir adımdır bu. İçimizde bir ötekiliğin, bulunduğunu aynanın karşısındaki en mahrem anımızı teşkil eden benlik bilinciyle yüzleşilen tüm anların tekinsiz bir ötekiliğin koşullamasına borçlu olup bir tekilliğin ölü hayaletine denk düştüğünü söylemeden önce bu ötekinin bizi biz yapan ve psişenin lahit benzeri kalbini oluşturan sırrın kendisi olduğunu anlamak gerekir. Ne var ki bu sır gerçek bir sır değildir. Mevcudiyet ve onun tekinsiz gölgesinin, aynadan yansıyan benlikle aynadaki yansımayı olanaklı kılmasına rağmen kendisi yansıtma oyunundan pay almayan ayna sırrının, bizi biz yapan bilinmedik şeyle olduğumuzu sandığımız şey arasındaki boşluğun retroaktif bir sonucudur sadece. Herhangi bir duyulur bedene sahip başkasıyla karıştırılmaması gereken ötekilik, sadece bizi biz yapan kökensel olduğu varsayılan bir şeyle olduğumuz şey arasındaki aralığın bir etkisidir. Ancak bu aralık, kökensel bir benin başına sonradan ve dışarıdan gelip eklenen şey de değildir. Bizzat o, benliği otistik yalnızlığı içinde bir özdeşliğe erişmesinin olanaksızlığında olanaklı kılan kökensel bir kökensizliği ifade eder. Yani sır bir sırrın varolmadığıdır. Ama bu haliyle bir sır etkisi yaratır ki, bu da benliğin sözde özdeşliğinin daima ertelenmesi ve farklılaşmasına tekabül eder. Zamanın içinde süzülen bir heyuladan farklı değilizdir hiçbirimiz. Heyula ise her şeyden önce Derrida’nın “siperlik etkisi” olarak tanımladığı bize hiçbir zaman görünmeden bizi daima izleyen bakışımsız bir ötekiliğin duyulur olmayan bedenini ifade eder. Onu hiçbir zaman baktığımız yerde göremeden bakışına maruz kaldığımız, daima her nerede değilse orada olan ya da her neredeyse orada olmayan olarak anlamak gerekir. Zira o bir mevcut değildir, hayaleti, hayaletimsi olmayan yani kendini kendi örtülüşü içinde sunmadığı bir anda yakalamak ve def etmek mümkün değildir. Bize sonsuza dek değil yanıtını, dilini bile bilmediğimiz sorular sorup durur. Hayalet, gerçeğin, benliğin üzerine kurucu olarak musallat olmuş hem tekinsiz hem de Mesihsel olabilen fazlalıktır sadece. İşte bu sebepten kendi silinişinin izi dışında varolamayan ötekilikten bahsederken tam da Žižekçi bir ayrımla öteki‘nin’ gizemine değil, öteki’deki’ gizeme odaklanmak gerekir. Öteki‘nin’ gizeminde kalmak onu sırra sahip bir mevcudiyet olarak koyutlamaya devam etmektir, öteki‘deki’ gizem ise, gerçek bir sırdan yoksun olmasına rağmen her anı esrarlı bir tekinsizlik ve Mesihsellikle damgalayan hayaletimsiliktir. Bunu en güzel açıklayan örnek Eski Ahit’teki Eyüp hikâyesidir. Tanrı’nın sevgili kulu olan Eyüp bir gün kendisine göre anlaşılabilir hiçbir sebep yokken sadece imanının sınanması için sayısız felakete uğrar. Sağlığını, mülkünü, ailesini özetle her şeyini kaybeder. İmanını kaybetmeyen Eyüp sürecin sonunda yine hiçbir neden yokken Tanrı tarafından mükâfatlandırılarak eski huzurlu günlerine döner. Ne var ki Tanrı’dan tek gerçek dileği asla karşılık bulmaz. Bu başına gelen felaketlerin ardından hangi sebebin olduğuna dair Tanrıya sorduğu sorudur. Tanrı bu soruya karşı ebediyete dek sessiz kalır. Žižek’in bu noktadaki özgün hamlesi, cevabı aslında Tanrı’nın da bilmediği yönündedir. İşte analojik olarak öteki‘deki’ gizemi de böyle anlamak gerekir. Gizem, gizeme sahip olmasa da nedensiz ve anlaşılmaz kalır. Tanrı‘nın’ (Öteki‘nin’) gizeminde kalmak, gizemli merciin yanıtı bilen tam bir mutlak olduğuna inanmaya devam etmektir. Hâlbuki bu gizemden yoksun gizem yapısı, dünyanın ve onun başkalığına maruz kalan psişenin tabi olduğu ötekilik yapısının tanımıdır. 

Sahiden filmde de öyle olmaz mı? Obezitenin sınırlarına dayanmış Charlie’nin, Ellie’nin dünyasındaki yerinin Moby Dick’i temsil ettiği film boyunca çok net bir şekilde aksettirilmiş. Ellie’nin sekiz yaşında onu terk edip giden babasına karşı nefretinin asıl nedeni, en çok da bunun altındaki sebebin babasının yeni âşık olduğu adamla birlikte olabilmek için onu terk etmiş olmasıdır. “Neden?” sorusuna verdiği bu hazır yanıt, Charlie’nin, kızının ruhundaki nefret nesnesi olarak tekinsiz koşullayıcılığına delalet eder. Ama sürecin sonunda Ellie, babasının onu terk etmesine bizzat babasının da asla anlam veremediğine tanık olur. Öteki‘nin’ gizemi Öteki‘deki’ gizeme dönüşür. Artık Ellie’nin nefreti kaynağını bulamaz olur. Bu sökülme anında Ellie babasının gizeminde kendi gizemi ve bu itibarla başkalık yapısı olarak dünyanın gizemiyle yüzleşir. Charlie’nin hayatının son saniyelerinde nihayet sonsuza dek ruhlarındaki hayaletlerle kör dövüşüne tutulmuş iki aciz ve yapayalnız ruh olarak sadece birbirlerinin umudu olabileceklerinin ayırdına varırlar. Bu Mesihsel ansa Charlie’nin ölüm anıdır. Dünyaya bundan fazlası vaat edilmemiştir derken kast ettiğim de budur. Bir diğerinin geç kalmış Mesih’i olmayan kim vardır bu dünyada? Kafka’yı anımsamamak elde değil. Şöyle yazıyordu: “Mesih artık ona gerek duyulmadığında gelecek, varışından bir gün sonra gelecek, sonuncu değil, en sonuncu gün gelecek”. Ancak bu gecikme olmasa genel olarak insan edimine içkin etik teyakkuz olarak Mesihsellikten bahsedilebilir miydi? Bu gecikmenin her Mesih’i sahte Mesih kılan üstesinden gelinemez laneti, olanaklılığı daima açık kılan şey değil mi? Olanaksızın umudunu bütün umutsuzluğu içinde umut edilebilir kılan bu diyalektik düğüm, Gordion düğümü gibi tek hamlede kesilemez. Dünyaya bundan fazlası vaat edilmemiştir. Vaat, vaat edilebilirliğin sonsuzluğu olarak kalır. Charlie’nin ölüm anında gözlerindeki bir anlık parıltıda bu saklıydı belki de. 


[1] [Tanrı’yla] mistik birleşme.

[2] Yun. Evrenin Hükümdarı.

[3] Simyacıların uyguladıkları işlemlerden sonra dönüşen maddeden artakalan artık ya da fazlalık.

[4] Lat. Bilinmeyen topraklar, Tekil hali: Terra incognita.

Exit mobile version