Site icon Terrabayt

The Queen’s Gambit ya da Örgütlü Birey Olmanın Cazibesi

“Rusya’da her şey o kadar tezatla dolu ki, hepimiz istemeden nüktedan olduk… Dolambaçlı yolumuz cesurların yoludur; ama iki gözümüz varken ve dürüst piyonlardan ya da görev bilinciyle hedefine kitlenmiş şahlardan daha fazla görürken, başka ne yapabiliriz ki?”

– Viktor Şklovski

Bir satranç oyuncusunu konu edinen Netflix yapımı mini dizi The Queen’s Gambit şu anda en çok izlenen dizilerden biri. Görünüşe göre satranç bilen ya da bilmeyen pek çok kişinin beğenerek izlediği bir yapım oldu bu dizi. Genelde satrancı merkezine alan (örneğin Pawn Sacriface ya da Queen of Katwe gibi) filmleri izleyen tutkulu satranç oyuncuları o filmleri beğenmezler, çünkü filmde oynanan oyunlar son derece kalitesizdir ya da somut hatalar yapılıyordur. Oysa bu dizide oynanan satrancın son derece sofistike ve tatmin edici olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü dizi yapımcıları Amerikalı satranççı Bruce Pandolfini ve eski dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov gibi oyunculardan yardım almışlar.

The Queen’s Gambit, 1960’ların Amerika’sında annesini araba kazasında kaybederek öksüz kalan Beth Harmon adlı dahi bir satranç oyuncusunun hikayesini anlatıyor. Dizinin ismi motomot bir çeviriyle Kraliçe’nin Gambiti demek aslında. Türkçe’de Vezir Gambiti adını verdiğimiz bir açılış sistemine dayanıyor. (Bizler satrançta Hint-İran terimlerini kullandığımız için taşların İngilizce isimlerinin birebir çevirisini yapmak uygun olmaz, söz gelimi “fil”in İngilizcedeki karşılığı “piskopos”dur; fakat bu taş Hint ordusunda kullanılan fillere dayanır, o yüzden biz ona fil deriz.) Gambit oyunları geçici bir süreliğine piyon feda edip tahtanın hâkimiyetini, taşların etkinliğini artırmaya yarayan oyunların adıdır.[i] Dizi henüz isminden itibaren bu fedaya vurgu yapıyor: kraliçenin, satrancın kraliçesinin kendini fedasına çünkü Beth Harmon’un gittiği kimsesizler okulunda alıştığı sakinleştirici haplara bağımlılığı ömrü boyunca onun peşini bırakmaz, ayrıca alkolik, kendine zarar veren, dahilik ile delilik arasındaki karakteri aynı dönemde yaşayan başka birini hatırlatır.

Satranç, bir dönem neredeyse zamanın kaderini temsil eden bir oyun haline gelmişti. Çok ilginçtir, aynı zamanda bir satranç tutkunu olan sanatçı Marcel Duchamp bir söyleşisinde satrançta herhangi bir sembolizm görmediğini söylemişti. Duchamp’ın bu sözünü hem çok şaşırtıcı hem de bazen kullanışlı bulurum: altmış dört karenin dışında hiçbir şeye göndermesi olmayan bir oyun. Ancak “Satranç aynı zamanda güzel de olabilir.” Dizide Beth Harmon ile röportaj yapan muhabirin, Harmon’ın kişisel hikayesine dayanarak satrançtaki Şah ve Vezirleri hemen anne-baba yokluğuna indirgemeye çalışıp bir şablona oturttuğu sahneyi hatırlayalım. Orada gerçekten söylenmesi gereken sözler, Duchamp’ın sözleri olabilir: “hayır beyefendi, hanımefendi şahın ve vezirin Ödipal meselelerimle hiçbir ilgisi yok.”

Fakat bir taraftan da satrancı her zaman metafor olarak, sembolizm olarak kullanmaya alışkınız. Çoğu zaman satranç belli dönemlerin alegorisi olarak okunmaya elverişli olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş’ta satranç tahtası adeta bir savaş cephesi olarak görülmüştür. Bunun geçerli sebepleri vardı elbette, çünkü 20. yüzyıl, birkaç istisna haricinde, Sovyetlerin satranca hakimiyetinin yüzyılıydı. Sovyetler, dünya satranç şampiyonu üreten bir makine olarak görülüyordu. Devlet satranca yatırım yapıyor, oyunun komünizmin akli üstünlüğünün sembolü olduğu düşünülüyordu. Oysa 1972’de Amerika’dan Bobby Fischer adında biri, dünya şampiyonu Boris Spassky’yi yenerek satrançtaki bu “Sovyet Duvarı”nı bir süreliğine yıkmayı başarmıştı. Amerikalıların satrançtaki bu galibiyeti çoğunlukla Soğuk Savaş’ın sonucu olarak okunmuştur. Fakat sonrasında Fischer, dünya şampiyonluğunu savunmayı reddettiği için otomatik olarak şampiyonluk tahtı tekrar Sovyetlerin örnek çocuğu Anatoly Karpov’a geçmişti. Fischer parlayıp kaybolan bir efsaneye dönüşmüş, dahası akli dengesini de giderek yitirmiştir. Karpov, Fishcer’ı yenmeden şampiyon olduğundan şampiyonluğunun geçerliliğinden şüphe edenler olmuştur. Fakat Karpov, şampiyonluğu boyunca en büyük turnuvalara katılıp kazanarak kendisinin buna layık biri olduğunu çok geçmeden kanıtlar. Daha sonra satranç şampiyonluğuna meydan okuyan Viktor Korchnoi ve Garry Kasparov gibi isimler, bu soğukkanlı “Sovyet Makinesi”ne karşı tek başına direnen isimler olarak anılacaktır. Korchnoi ona karşı galibiyet elde edemez ama Kasparov, “makine”nin zayıfladığı, yavaşladığı bir dönemde sisteme başkaldıran dinamik bir karakter olarak Karpov’u 1985’te kıran kırana bir mücadeleden sonra yenmiştir. Karpov, beş yıl boyunca, 1990’a kadar (Tarihin Sonu’na mı demeli?) şampiyonluk için Kasparov’a meydan okuyan tek isim olmayı sürdürecektir. Kasparov satranç maçı için İngiltere’ye gittiğinde Margaret Thatcher tarafından karşılanmıştır, o açıkça liberalizmi seçmiştir, sonraki yıllarda da Rusya’yı hep eleştiren biri olacak, azılı rakibi Karpov ise mecliste Putin’i destekleyecektir. Satranç gerçekten de kullanışlı bir alegoridir.



The Queen’s Gambit’te de işleyen benzer bir alegori var, buna yalnızca cinsiyet düzlemi eklenmiş (erkeklerin domine ettiği bir dünyada tek başına bir kadın) ama taşıdığı ideolojik bagaj aynı. Satranç severler dizi boyunca oynanan oyunların gerçekten oynanmış oyunlar olduğunu keşfettiler. Bu dizinin satranç kalitesini arttıran bir detay. Fakat problem şu ki, bunların hepsi büyük usta erkekler tarafından oynanmış oyunlar.[ii] Bir blogger’ın isabetli olarak belirttiği gibi, dizi 1930’lardaki efsanevi Vera Menchik gibi bir oyuncuyu anmıyor ya da Judit Polgar’dan Ju Wenjun’a uzanan büyük usta kadın satranççıların oyunlarını oynamıyor bile. Dizide kadın satranççılardan yalnızca Nona Gaprindashvili’nin adı anılıyor fakat onun hakkında da “erkekler ile hiç oynayamadı” deniyor, oysa bu doğru değil.[iii]Olimpiu G. Urcan’ın söylediği gibi, elinizde erkeklerin domine ettiği satranç tarihi anlatısını dengeleyecek bir senaryo yazma şansınız var işte, üstelik kadın satranççıların görkemli oyunları da tarihte öylece duruyor ama ne ironiktir ki Beth Harmon sadece erkeklerin görkemli oyunlarını oynayarak bu yolda yürüyor.

Dizi halen Soğuk Savaş anlatısını temel alıyor, bir tarafta ekip halinde çalışan makine Sovyet bloğu var, öteki tarafta sistemli olamayan, tüketim öznesi olup kısmi hazlara düşmüş, yalnız ve yalıtık bir deha var. Beth Harmon’un Vasily Borgov ile karşılaşmasından sonra Borgov’un oyununu tasvir ederken tipik Sovyetleri görme biçimini tekrar ettiği görülür: “soğuk, ilkelerine bağlı, yaratıcılıktan uzak, bürokrat.”

Beth Harmon ile yaptığı final maçında yenilen Borgov’un ayağa kalkıp onu alkışlaması, Spassky’nin Fischer’a yenildiğinde ayağa kalkıp rakibini alkışladığı (1972, 6. Oyun) ana gönderme yapıyor. Dizide ekip çalışmasının Sovyet oyuncuların en kuvvetli tarafı olduğu söyleniyor. Harmon, ideolojik bir mücadelenin öznesi olmuyor, komünizmle mücadele eden Hıristiyan bir vakıftan fon almayı reddediyor mesela. Aslında Harmon’a da oyunu kazandıran safi bireysel dehası değil, örgütlü birey adını verebileceğim bir şey, dostları, satranççı arkadaşlarının ekip çalışması oluyor, bu önemli bir ayrıntı.

Sonuçta The Queen’s Gambit, büyük ideolojik mücadelelerden, büyük anlatılardan azadeymişcesine “ideoloji sonrası” bir konumu sabit kabul ederken, mücadele düzlemine sözü geçen tüm kaçırılmış fırsatlarıyla birlikte cinsiyet düzlemini ekliyor. Özetle, Beth Harmon’un Amerikalı büyük usta Bobby Fischer’ın Soğuk Savaş’ta temsil ettiklerinin daha zarif bir ikamesi olduğu söylenebilir.


[i] Teknik olarak açıklamak gerekirse Vezir Gambiti, beyazların merkezdeki d4 karesine piyon sürüşünden sonra siyahların d5 sürüşüyle cevabının ardından oynanan c4 sürüşüyle karakterize edilir. Gambit olan piyon c4 piyonudur, çünkü piyonu o esnada koruyan herhangi bir taş yoktur. Siyahın burada seçim yapması gerekir, c piyonunu alabilir -buna “kabul edilmiş vezir gambiti” adı verilir- ya da c4 piyonu boşta değilmişçesine yok sayıp başka gelişim hamleleriyle oyuna devam edebilir. Beyazın bu açılıştaki amacı c4 piyonunu geçici bir süreliğine bırakarak, merkezdeki e4 karesinde daha kuvvetli bir hakimiyet elde etme çabasıdır.

[ii] Dizide oynanan oyunlar sırasıyla şöyle: Nezhmetdinov vs. Kasparyan (1955), Mieses vs. Reshevsky (1935), Fischer vs. Larsen (1958), Jakovenko vs. Stellwagen (2007), Stein vs. Matanović (1965), Averbakh vs. Tolush (1953), Topalov vs. Kasparov (1995), Sax vs. Korchnoi (1986), Hübner vs. Kasparov (1995), ve son oyun Ivanchuk vs. Wolff (1993). Kaynak olarak Olimpiu G. Urcan’ın şu çok önemli blog yazısına bakınız: https://www.patreon.com/posts/43238227

[iii] https://chess24.com/en/read/news/the-queen-s-gambit-receives-global-praise

 

Exit mobile version