Site icon Terrabayt

Tenin Altında: Ulay ile Röportaj

Ulay adıyla bilinen Frank Uwe Laysiepen, 2 Mart 2020 tarihinde, 76 yaşında yaşama gözlerini yumdu. Daha ziyade Marina Abramović ile gerçekleştirdikleri İlişki Eseri adlı performanslar ile bilinen Ulay’ın fotoğrafçı kimliğini ve kendi projelerini ön plana çıkaran Clemency Newman tarafından gerçekleştirilen bu röportajını okurlarımızla paylaşıyoruz.  


CLEMENCY NEWMAN: Kendinizi fotoğrafçı olarak görmüyorsunuz fakat çalışmalarınızın çoğu fotografik. Neden bu araçla çalışmayı seçtiniz?

Öncelikle mükemmel bir imaj üretmeye çalışmak konusunda sabrım yok. Klasik fotoğrafçılar belirli bir yeri seçip olağanüstü bir şey olana kadar orada bekler, sonra deklanşöre basarlar. Ben aslında doğrudan ‘enstantane fotoğrafçısıyım’ ama sadece belirli durumları çekiyorum. 1968’de Amsterdam’a sadece kameram, bir daktilo ve ödünç bir arabayla taşınmıştım ve Polaroid benim için mükemmel bir araç haline gelmişti çünkü stüdyo, karanlık oda ve yazıcı bir aradaydı. Polaroid’in fikirlerimle gerçeklik arasına alabileceğim en yakın şey olduğuna inanıyorum, çünkü anında çekim yapıyor: eylem ile görüntü arasında 60 ila 90 saniye var. Polaroid fotoğraf makinesiyle ilk yaptığım ‘hediye değiş tokuşu’ dediğim şeydi. Sadece kendimin değil, başkalarının da çok sayıda fotoğrafını çektim ve başka birinin fotoğrafını çektiğimde onlara kendi fotoğrafımı verdim. Bu iki tarafı da mutlu etti, fotoğraf böylece sosyal bir araç oldu. Instagramla karıştırılmamalı.

Ulay – Polaroid Aforizmalar Serisi, 1972-1975, Widewalls vasıtasıyla

70’lerde Polaroid’le çalıştım, filmlere sınırsız erişimim vardı ve flaş gerektirmeyen çok iyi manuel fotoğraf makineleri kullandım. Yaptığım hemen hemen her şey ya kendime (Oto-Polaroidler) ya da başkalarına çevirdiğim flaşsız bir el kamerasıyla çekildi. Bunlar çok doğrudan çalışmalar. Küçük Polaroidlere bakarsanız bunların biçimci estetik görüntülerden beklediğimiz şeyi tam olarak yansıtmadığını görürsünüz, bana kalırsa yaptığım işin gücü bu, bir göçebe olarak karakterime de uygun. Hakkımda Marjolein Boonstra tarafından “Ulay in Photography” adında bir film çekildi, inanılmaz güzel bir film. İngilizce daha doğru bir ifade “Ulay Fotoğraf Üzerine” olurdu ama ben fotoğrafın içindeyim: Bu benim tarzım.


Polaroid üretimi durdurduğundan beri çalışmalarınızı nasıl uyarladınız?

Polaroid, ürünü iyi olmadığı için değil, aksine dijital pazarı çok geç dikkate almaya başladığı için iflas etti. Şimdi, anlık bir görüntü oluşturmak istediğimde iki seçeneğim var: Fujifilm’in Instax kameraları; kameralar çirkin ama filmleri iyi, renkler de olağanüstü. Ya da Impossible Project denen şey ama filmleri iyi değil. Acaba neden Impossible, Fuji’nin filmlerini nasıl çektiğini görmek için casus tutmadı, diye merak etmişimdir.

Artık fotoğraf çekmiyorum fakat 2015’te son dizimi orijinal Polaroid filmiyle yaptım. New York’taki yaşlı patronun iflas ettikten sonra 12-13 yıl boyunca sakladığı birtakım orijinal filmleri vardı. Fakat şimdi hiç kalmadılar.


Bazı Polaroidleriniz iki metreden uzun. Onları nasıl yaratıyorsunuz?

Hiç stüdyoda çalışmadım ancak 70’lerin sonunda Polaroid üç ila dört metre yüksekliğinde ve 240 cm. boyunda ‘Polagramlar‘ yapabilen bir kamera geliştirdi. Bunu büyük mercekli, çok sayıda flaşa sahip bir kara kutu olarak düşünebilirsiniz. Bu kamera ilk kez ünlü resimlerin 1: 1 resimlerini oluşturmak için kullanıldı, çünkü Polaroidlerin resimden daha uzun süre dayanacağını düşündüler – şimdi bunun tam tersi olduğunu biliyoruz. Dünyada bu kamerayla çalışmasına izin verilen dört sanatçıdan biriydim ve muhtemelen onu en çok ben kullandım.

Büyük Polaroidler dışında yapay ışıklar kullanmıyorum, bunun için stüdyo kullanmanız gerekiyor. Bunlarla durum farklı: kameranın içine girdiğimde -ve kameranın içine gerçekten de giriyorum- o artık fotoğraf değil; flaş, renk filtreleri, bedenin parçaları vb. vasıtasıyla bir negatif oluşturuyor, siz de onu basıyorsunuz. Aslında bir fotogram. Polaroidler eşsiz, ancak bu büyük formatlı olanlar şimdi daha da değerli, çünkü kameranın kendisi 2002’de kırıldı.

Bu Otoportre, benim en sevdiğim görüntüm. Her zaman işlerimin hasar görmesinden endişeleniyordum ve bunun biraz parçalanmış olduğunu görüyorsunuz, siyahların biraz mor olduğunu görüyorsunuz. Buradaki [sergideki] ışık çok önemli, 50 lümenin altında kalması gerekiyor çünkü daha yüksek olanlar fotoğraflara zarar verir, fakat Charlie Chaplin’den işimi nasıl saklayacağımı öğrendim. Hepsi özel olarak yaptığım hava geçirmez kaplarda saklanıyor, bu yüzden burada 45 yaşında hâlâ mükemmel durumda olan fotoğraflar var.

Otoportre, Ulay.

Kimliğinizi sorgulayan birçok iş yaptınız, bilhassa toplumsal cinsiyet kavramıyla oynamak bunun önemli bir parçası oldu. Hâlâ bunun üzerine çalışıyor musunuz?

Hayır, tabii ki hayır… [Ulay sakalını okşar] Uzun saç bana hala yakışır belki ama sakal değil. İşte, 15 yaşında yetimdim, ailem yoktu, büyükannem ve büyükbabam yoktu, kardeşim yoktu, ‘ben kimim?’ diye sorduğunuz o yaşa geliyorsunuz ve ortada cevap verecek kimse yok. Bu yüzden kameranın önünde her yönde performans yaptım: cinsiyet çatışması, anima ve animus ile ilgili olarak dişi ve erkek, kendine zarar vermeye dönük de çok iş yaptım çünkü fotoğraf tabiatı gereği her zaman şeylerin yüzeyinde kalır, ben de kimliğimi bulmak için daha derine inmek istedim. Böylece, fotoğrafın durduğu yerde, derinin altına girmek için kendimi kestim, dövmeler, transplantasyonlar, piercing’ler kullandım.

Beş yıl süresince kendimi kimlik hakkında bilgi edinmeye verdim. Binlerce Polaroid fotoğrafı çektim ve bir aşamada şöyle düşündüm: “Bunun sonu yok, tüm hayatın boyunca portre çekip bunu her yönden manipüle edebilirsin ama yine de cevabı alamazsın.” Sonra FOTOTOT (Photo Death) adlı bir şey yaptım ve ışığa duyarlı kâğıt üzerinde büyük siyah beyaz fotoğraflar sergiledim. Seyirciler toplandığında işin üzerine halojen bir ışık yaktık ve görüntü 10 saniye içinde kayboldu. Görüntü nereye gider? Tıpkı bir mum gibidir, üflediğinizde mum ışığı nereye gider? O zamandan beri tümüyle performansla uğraştım, izleyiciyle birlikte yapabileceğiniz en doğrudan şey. Beden mükemmel bir araçtır, nokta.


Ama daha sonra fotoğrafçılığa geri döndünüz.

Evet, 76’dan 80’e ve daha sonradan 86, 87’ye kadar en yoğun performans dönemlerinde tek başıma ya da Marina [Abramović] ile birlikte yaptığım tüm fotoğraf ve videoların kayıtlarını tuttum ve organize ettim. Aslında yeterince performansım vardı, fotoğrafçılığa geri dönmek istedim zira o alanda henüz elimi sürmediğim çok şey vardı. Dünyaya, şeylerin zorla dijitaleştirildiği bu zamanda bile analog fotoğrafçılığın henüz bitmediğini kanıtlamak istedim.


O zamandan beri bedene -özellikle sizinkine- odaklanmayı bıraktınız, su ve suyun yaşamın idamesindeki önemi gibi yeni konulara kaydınız. Bu değişiklik neden oldu?

Hepimiz biliyoruz ki vücudumuzun yaklaşık %70’i sudan oluşuyor, ve unutmayın, beynimizin % 90’ı su, bu yüzden kesinlikle bir su gezegeninde doğan su canlılarıyız. Performans fikrini suyla değiştirmeye çalıştım ve Earth Water Catalogue adlı bir web sitesi kurdum, dünyanın her yerinden sanatçılardan siteye fotoğraf, video, ses, yazı vb. ile katkıda bulunmalarını rica ettim. İsrail ve Batı Şeria’da suyu özelleştiren çok uluslu şirketlere seslendiğim ‘Kimin Suyu?’ adlı enstalasyonlar ve çeşitli işler yaptım. Biliyorsunuz, İsrail halkına ‘su’ sözcüğünden söz ederseniz bu bomba gibi bir şeydir, hemen politik bir çehreye bürünür. Önceleri web sitesinde sadece sanatçılar olsun istemiştim, ama şimdi herkese açık, yakında su temasında daha fazla performans çalışması yapabilirim.

Bu su kavramını Polaroid gibi doğrudan bir ortamda nasıl yakalıyorsunuz?


Kolay değil. Google arama motoruna gidip “içme suyu” yazarsanız bir saniyeden daha kısa bir sürede 30 milyon yanıt alırsınız, dolayısıyla bu durumda yüzmeyi öğrenmeniz iyi olacaktır! Çok zor, ama suyla çalışan çok sayıda sanatçı var, elbette Olafur Eliasson en bilinenlerden biri, en olağanüstü su projelerini o yapıyor. Suyun sıradanlığını, suyun ihtişamını, suyun kayıtsızlığını ifade edebilecek bir şeyi yakalamaya odaklanmalısınız, dolayısıyla birçok açı var.

Bulutları, suyu, buzulları ve buzdağlarını aramak için Patagonya’ya gittim, And dağları boyunca yaklaşık 8.000 km yol kat ettim ve bu Amsterdam’da gösterilen inanılmaz bir röportajla sonuçlandı. Her şeyi cep telefonuyla yaptım, fakat kameraya Leica dürbünü tuttum. Bunlar güzel görüntüler, ama aynı zamanda biraz soyut, bu yüzden “burada ne diyor” diye düşünüyorsunuz. Onu nasıl eğip büktüğünüze bağlı. Bilirsiniz, su çok sıkıcı olabilir, seksi de değil ama güzel ve muhteşem olabilir.


ULAY HAKKINDA

Ulay, Frank Uwe Laysiepen’in takma adıdır. 1943 yılında Almanya’nın Solingen kentinde doğdu. Fotoğrafçılık eğitimi aldı ve 1968-1971 yılları arasında büyük ölçüde Polaroid’in danışmanlığını yaptı. Sanatsal faaliyetinin ilk döneminde (1968-1976), esas olarak Polaroid fotoğraf serileri, aforizmalar ve samimi performanslar yoluyla hem kişisel hem de toplumsal düzeyde kimlik ve beden kavramlarını anlamak için tematik bir araştırma yaptı. O sıralarda Ulay’ın fotoğrafik yaklaşımı giderek daha performatif bir hal aldı, ve performatif fotoğrafçılığa kaydı (Fototot, 1976). Daha sonra, ilk dönem çalışmalarının daha geç aşamasında fotoğraf alanındaki performatif eğilimleri tamamen performans ve eylem alanına dönüştü (There Is a Criminal Touch to Art, 1976). 1976’dan 1988’e kadar Marina Abramović ile performans alanında pek çok çalışmada iş birliği yaptı; çalışmaları, maskülen ve feminen olduğu düşünülen nitelikleri sorgulamaya ve bedenin fiziksel sınırlarını zorlamaya odaklanmıştı (İlişki Çalışmaları). Marina’yla yollarını ayırdıktan sonra fotoğrafçılığa odaklandı, ötekileştirilmiş bireyin çağdaş toplumdaki konumunu ele aldı ve milliyetçilik sorununu ve sembollerini yeniden inceledi (Berlin Afterimages, 1994-1995). Esasen fotoğrafçılık alanında çalışmasına rağmen, ‘performans’ sorusuyla bağını yitirmedi, çok sayıda performans, atölye ve ders-performans vasıtasıyla kitleleri sürekli olarak ‘provoke etmeye” devam etti. Son yıllarda Ulay çoğunlukla suya dair farkındalığı arttıran, suyun anlaşılmasını, değerlendirilmesini ve suya saygı duyulmasını sağlayan projeler ve sanatsal girişimlerde bulunmaktadır (Earth Water Catalogue, 2012). Ulay’ın çalışmaları ve Marina Abramović ile ortak çalışması, dünyanın dört bir yanında Stedejlik Museum Amsterdam; Centre Pompidou Paris; Museum of Modern Art New York gibi büyük sanat kurumlarının koleksiyonlarında yer almaktadır.

Amsterdam’da kırk yıl yaşadı ve çalıştı; Hindistan, Avustralya ve Çin’de uzun vadeli birkaç sanatsal projede çalıştı; Almanya’daki Karlsruhe Staatliche Hochschule für Gestaltung‘da Performans ve Yeni Medya Sanatı profesör olarak çalıştı. Bütün bunların ardından, Ulay en son Amsterdam’da ve Ljubljana, Slovenya’da yaşıyor ve çalışıyor[du].

Tevž Logar


Ulay’ın web sitesinde yayımlanan biyografisini ingilizceden Türkçeye Nalan Kurunç çevirmiş, çeviriyi Öznur Karakaş redakte etmiştir.


Gup Dergisi‘nde yayımlanan röportajı ingilizceden Türkçeye Nalan Kurunç çevirmiş, çeviriyi Öznur Karakaş redakte etmiştir.

 

 

Exit mobile version