Site icon Terrabayt

Suçlar ve Kabahatler

Terri Murray, Sokrates ve Woody Allen ile etiğin özüne iniyor. (SPOİLER İÇERİR!)

“Babamın bana “Tanrı’nın gözleri daima üzerimizdedir” dediğini hatırlıyorum. Tanrı’nın gözleri. Küçük bir çocuk için ne büyük bir tabir ama. Yani nasıldır acaba Tanrı’nın gözleri? Hayal edilemeyecek kadar keskin olmalı diye düşünürdüm hep. Şimdi merak ediyorum da uzmanlığımı göz hekimliği alanında yapmam sadece basit bir tesadüf müydü acaba?”

-Judah (Suçlar ve Kabahatler)

“Ey mükemmel insan, gücü ve bilgeliğiyle bütün kentlerin en büyüğü ve en şöhretlisi olan Atina’nın yurttaşı olmana rağmen, sağduyuyla, gerçeklerle ve ruhunu daha iyi kılmakla hiç ilgilenmediğin ve uğraşmadığın hâlde, daha çok para, şan ve şöhret kazanmak için çabalamaya utanmıyor musun?”

– Sokrates (Sokrates’in Savunması)

Woody Allen, altmışlı yılların ortalarından bu yana mizahi ve ilginç filmleriyle ekranlarımızı süslüyor. Altmıştan fazla filmden oluşan yapıtlarından özellikle bir tanesi felsefi bir başyapıt olarak öne çıkıyor: Suçlar ve Kabahatler 1989’da yayınlandı, ancak filmin ortaya attığı soru çok eskidir: bu, etik bir hayat yaşamanın kendi başına değerli olup olmadığı hakkında bir sorudur. Doğruyu yapmanın (ya da yanlıştan kaçınmanın) bedeli ne kadar ağırsa, seçim o kadar zorlaşır. Allen, bencilik ve özgecilik arasındaki bu çatışmayı, doğru olmayan bir davranışta bulunarak mutluluğunu ve itibarını korumak ya da bunun sosyal statüsüne ve mutluluğuna mal olacağını bilerek kötülükten vazgeçmek arasında ikilemde kalan gerçekçi bir karakter çizerek ele alıyor.

Bir anlamda da, “Neden ahlaklı olmalıyım?” sorusunu sormak bile ahlak dışı, çıkarcı bir görünümü varsayar, çünkü “Bana ne faydası var?” diye sormak erdemin kendi mükafatı olabileceği fikrini tamamen yadsır ve bencil bir güdüden başka hiçbir güdüyü önemsemez. Sezgisel olarak, iyi niyetin karşılığında ne alacağını sormak zorunda olan birinin muhtemelen erdemli bir kişi olmadığı görülmektedir, çünkü sorunun kendisi, mükafatın çıkarcı olan planının tek motivasyon kaynağı olduğunu varsaymaktadır. Ben merkezli kimse, kendi çıkarları ile başkalarının çıkarları arasında bir ikilemde kaldığında, her zaman öncelikle kendini düşünecektir. Etik bir hayat, etik bir hayatın aksi gibi görünen bencillikten ayırt edilecekse, kişinin hemcinslerine duyduğu gerçek bir saygıdan kaynaklanan özgeciliği içermelidir.

Yunanlar

Yine de, iyi olmanın bize nasıl fayda sağladığını sormak mantıklı görünüyor. Eğer iyi olmanın bize hiçbir faydası yoksa, o zaman ahlak kuralları temelsizdir ve tamamen mantıksız görünecektir. Suçlar ve Kabahatler, ahlaki görev ve kişisel çıkar arasında bir çatışma olduğu durumlarla başa çıkmak için eski Yunan girişimlerini hatırlatan şekilde bu paradoksla boğuşuyor.

Platon’un Devlet adlı eserinin ikinci cildinde, Glaucon adlı varlıklı bir Atinalı, Sokrates’in adaletin, özünde adaletsizliğe tercih edilir olduğu görüşünü eleştirir. Glaucon’a göre adalet, insanın zayıflığından ve kırılganlığından kaynaklanan toplum geleneğinden başka bir şey değildir: hepimiz adaletsizlikten muzdarip olabileceğimiz için, birbirimize karşı iyi davranmak üzere örtük bir toplumsal sözleşme yaparız. Özgürlüğümüzün bu şekilde kısıtlanmasına izin veriyoruz çünkü bunların yokluğunda çok daha büyük kayıplar yaşayacağımızı biliyoruz. Adaletin kendi çıkarı için uygulanan bir şey olmadığını, kişinin korku ve zayıflık ya da sağduyu nedeniyle ilgilendiği bir şey olduğunu savunur. Çoğu insanın, adalet göstermesinin daha iyi olduğunu düşündükleri için değil, gerçekten de cezasız kalacak şekilde adaletsiz davranma gücünden yoksun oldukları için böyle davrandıklarını iddia eder.

Glaucon, ne demek istediğini açıklamak için çevirince görünmez olmasını sağlayan sihirli bir yüzük keşfeden Lidyalı Gyges’in hikâyesini anlatır. Yüzüğe sahip olmak, Gyges’e tümüyle cezasız kalmasıyla birlikte haksızlıklar yapma gücü vermiştir. Kraliçenin kanına girip onun da yardımını alarak, kralı kendi istekleri yönünde hareket eden bir adam haline getirmiş ve sonunda da onun tahtını ele geçirerek gücünü sonuna kadar kullanmıştır. Glaucon hikâyesini, bu tür güçlere sahip olan kendi lehine kullanmaya yanaşmayan bir insanın aptal olduğunu düşündüklerini ve herhangi birinin bu insanı övüp yalan söylemesinin tek nedeninin sosyal saygınlık olduğunu iddia ederek sonlandırır. Sihirli yüzük verildiğinde, en ahlaki idealist bile onu kendi çıkarları için kullanmanın cazibesine karşı koyamayacaktır.

Sokrates, bu bakış açısına karşı çıkar ve çürütmeye çalışır. Bir insanın sosyal ve özel hayattaki çabalarının en önemli amacının, iyiliğin yalnızca görünüşü değil, gerçekliği olması gerektiğini kanıtlamak ister.

Sokrates’in bu bakış açısının başlıca muhalifleri Sofistlerdi. Bu belagat öğretmenler, günümüz pazarlamacıların ve basın danışmanlarının Antik Yunan’daki benzerleriydi. İkna sanatında uzmanlaşmışlardı ve amaçları, yararlı ya da zararlı olduğuna bakmaksızın, alıcılarına kamuoyu desteği kazandırmaktı. Sokrates’e göre, onların becerisi büyük ölçüde “daha kötü bir nedeni daha iyi göstermek” ten ibaretti.

Platon’un Gorgias‘ı, Sokrates’in Sofistlerin doğa ve yasa karşıtlığına cevap vermek için muhtemelen en açık girişimidir. Kallikles, Sokrates’in bu diyalogdaki üçüncü ve son rakibidir. Sokrates’in yanlış yapmanın yanlış acı çekmekten daha temel olduğu açıklamasını kabul etmeyi reddeder. Kallikles, Sokrates’in etik doğruların bilinen toplumsal kurallarla tutarlı olduğunu varsayarak hata yaptığını iddia eder. Gerçekte, doğanın hayatta kalma ve kendini savunma yasalarının insan yapımı ilkelerden daha üstün olduğunu söyler. Sokrates’in önceki iki muhalifi bunu söylemekten çekinse bile, adalet ve hakkaniyeti düzenleyen yasalar doğa yasalarıyla tutarsızdır.

Bu küçümseyici görüşe karşı Sokrates, haksız yollarla elde edilen güç ve nüfuzun boş olacağını, çünkü bunlara sahip olanlara gerçek bir icra sağlayamayacağını savunur. Bu şekilde elde edilen kazançlara sahip olan kişi, bunları asla kendi başarısı olarak göremez ve başkalarını kandırabilse bile bunların hak edilmediğini de bilir. Başarılarını aldatma yoluyla elde eden kişi somut mükafatların ve saygın itibarın keyfini çıkarabilirse de, bunlar yalnızca içsel bir uyumsuzluğu ve ruhsal rahatsızlığı maskelemeye çalışacaktır.

Film

Sokrates’in argümanını Allen’ın Suçlar ve Kabahatler filminden daha iyi anlatan modern bir sinema örneği yoktur. Allen, başarılı ve mutlu bir evliliği olan göz doktoru Judah Rosenthal’ın (Martin Landau) içinde bulunduğu çıkmazı kullanarak sorunlara odaklanıyor ve izleyicilere Sokrates’in haklı olup olmadığını düşünme fırsatı sunuyor. Adaletsizlik sadece içi boş mükafatlar mı verir? Allen, bu temaları 2005 tarihli psikolojik heyecanlı film olan Maç Sayısı’nda tekrar ele aldı, ancak Suçlar ve Kabahatler, ilk kez Platon’un söylemlerinde ortaya atılan bu soruları çok iyi bir biçimde ve devamlı irdelemeye devam ediyor. Uzun süreli evlilik dışı ilişki yaşayan Judah’ın biraz nevrotik sevgilisi Dolores (Angelica Houston), kenara itilmiş olmaktan bıkmıştır ve artık karısını terk ederek kendisine geçmişte verdiği sözleri yerine getirmesini istemektedir. Filmin başından itibaren Judah’ı durumu kontrol altında tutmaya çalışırken buluyoruz – önce sakince, sonra çaresizce – Dolores ise ısrarla ilişkiyi ve Judah’ın bazı finansal yanlışlarını ifşa etmekle tehdit ediyor. Basit bir bakış açısıyla bakıldığında, Judah her şeyini kaybetmek üzeredir – evliliğini, karısının ve ailesinin sevgi ve saygısını, finansal rahatlığını, bir tıp uzmanı olarak zorlukla kazandığı prestijini ve aile saadetini…

Bunalımın doruğunda Judah, yakın bir aile dostu olan haham Ben’e (Sam Waterston) içini döker. Ben, eğer bir şekilde ahlaki yapı ve gerçek bir bağışlama olduğunu düşünmezse yaşayamayacağını söyler. Judah’a karısı Miriam’a (Claire Bloom) hatasını itiraf etmesini ve ondan af dilemesini tavsiye eder. Judah, Miriam’ın kendisini affedebileceğini düşünmez ve bunun hem kendisi hem de Miriam’ın gururu için doğuracağı sonuçları düşünmeye dayanamadığını itiraf eder. Sonunda Judah’ın çaresizliği, istenmeyen can sıkıcı şeyleri ortadan kaldırmak gibi kirli işlerle dolu bir geçmişi olan kardeşi Jack’i (Jerry Orbach) aramasına neden olur.

Sokrates’in muhatapları Glaucon ve Callicles gibi Jack’in de hayata karşı sert bir yaklaşımı vardır. Gerçek yaşamı başkaları üzerindeki baskın bir güç ile tanımlıyor ve erkek adam da gerektiğinde bunu nasıl ustalıkla kullanacağını bilir. Onun kabul ettiği tek varoluş düzlemi pragmatik olandır: bağışlama ve “adaletin” bunları hariç tutacak siyasi ya da fiziksel güce sahip olanlara ait olduğu bir dünya. Ahlaki görev veya kişisel bütünlük gibi soyut kavramlar konu dışıdır.

Özellikle üzücü bir ‘kötü niyet’ anında Judah, sevgilisini ve onun rahat yaşam tarzına oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmak için kiralık katil tutma kararını mantıklı bularak Jack’in fikrini kabul eder.

Ancak cinayeti işledikten sonra Judah suçluluk duygusuna kapılır. Kendi akla uygunlaştırmasına ikna olmayınca, tanrı tanımazlığını sorgulayacak kadar derin şüpheler duymaya başlar.

Özlem dolu bir hayal içinde, Judah’ın çocukluk anısına, haham olan babası ile bu dünyanın “güçlü olan haklıdır” ilkesiyle yönetildiği konusunda ısrar eden alaycı bir öğretmen olan teyzesi arasındaki yemek masası sohbetine geri dönüyoruz. O, argümanını desteklemek için, adaletten kaçan ve ceza ya da zorluk çekmeden mutlu bir yaşam süren Nazi soykırımlarını örnek gösteriyor. Erkek kardeşi, kapsayıcı bir ahlaki otorite olmadığı iddiasına karşı çıkar ve yanlış yapanların bu hayatta ya da öbür dünyada bedelini ödeyecekleri konusunda ısrar eder.

Onun çağrısı, insan yasalarının ve onların hatalı adalet dağıtımının ötesindeki metafizik bir aleme yöneliktir. Judah, yakınlarından hangisinin haklı olduğunu merak eder, cevabın kendi ruhu için büyük etkileri vardır (eğer gerçekten böyle bir şey varsa). Judah bir süre kendinden şüphe etmeye başlar, öyle ki ailesine yabancılaşır ve sürekli kaygı ve bunalım yaşar. İtibarını ve ailesini kurtarmıştır ama kendini boşlukta hissetmektedir. Sevdikleriyle birliktedir ama daha derin anlamda yokluk hisseder çünkü kendine dahi yabancı hale gelmiştir. Vicdan azabından kaçmak için çok fazla alkol almaya başlar ve bir zamanlar sıcak ve neşeli olan tavrı yerini huysuz bir sinirliliğe bırakır.

Ruhsal olarak duyduğu korkunun yanı sıra, polis tarafından ortaya çıkarılacağı korkusu da aynı derecede baskındır. Ancak bir süre sonra sabıkalı bir herif suçtan tutuklanır ve Judah’ın açığa çıkma korkusu ortadan kalkar. Cinayetten paçayı kurtarmıştır. Allen, Judah gibi bir adamın büyük bir kötülük işlediğini bilerek kendisiyle nasıl yaşayabileceği sorusunu inceler.

Para ve Akıl

Allen, bencil ve ilkesiz olana karşı bencil olmayan ve ilkeli olan meselesini daha derinlemesine incelemek için, ana olay örgüsüne paralel ilerleyen ve tamamen farklı değerlere ve yaşam amaçlarına sahip iki karakteri karşı karşıya getiren daha hafif bir alt olay örgüsüne yer veriyor. Bir yandan Judah’ın kayınbiraderi Clifford (Woody Allen’ın kendisi tarafından canlandırılıyor), felsefi konular hakkında ciddi belgeseller çeken, mücadele içindeki bir sanatçı. Bu arada, Clifford’ın diğer kayınbiraderi Lester (Alan Alda) son derece başarılı bir televizyon yapımcısı/yönetmenidir. Lester şöhret, zenginlik ve romantik başarıya sahipken, Clifford işsiz, mesleki açıdan başarısız ve mutsuz bir evliliğe sahiptir. Sorunlarından dolayı küçük yeğeniyle sürekli sinemaya kaçar; ancak sonunda karısı tarafından Lester hakkında “biyografik” bir belgeseli yönetmesi için Lester’dan yardım alması yönünde baskı görür. Lester kamera önünde kibirli bir şekilde kendi hakkında ahkâm keserken, Clifford bu kadın düşkünü egomanyağın narsistlik saçmalıklarını sessizce kaydetmek zorunda kalır; Clifford’ın ünlü ama pek bilinmeyen bir felsefe profesörü hakkındaki daha değerli projesi ise ticari çekicilikten yoksun olduğu için finanse edilemez. Yine de Clifford bu projeyi bir hobi olarak sürdürmeye devam eder ve Lester’ın “biyografik” ekibinden çekici bir yapımcı olan Halley Reed’in (Mia Farrow) peşine düşer. Halley, kendisinden daha başarılı olan Lester’dan etkilenir ve Clifford’ı üzecek şekilde onun cazibesine kapılmaya başlar. Allen, burada dürüst erkek için bir başka dezavantajın da kadınların ahlaki veya entelektüel özelliğe sahip erkekler yerine başarılı erkekleri tercih etmeleri olduğunu öne sürüyor gibi görünüyor. Kayınbiraderi, “Amerikan halkının duyularını körelten” programlar üreterek başarılı olan, çok ödüllü biriyken, Clifford düzgün bir adam olarak hayattaki her şeyini kaybetmiş görünüyor.

Son perdede Allen, Clifford ve Judah’ın kendilerini bir yerde yalnız buldukları ve sessiz bir sohbeti paylaştıkları bir aile düğününde iki olay örgüsünü bir araya getiriyor. Judah, Clifford’a işlediği suçları bir film fikri gibi göstererek gizlice aslında ‘itiraf’ eder. Judah’ın ‘filminin’ sonu, katilin eylemiyle uzlaştığını görür: uzun zaman geçtikten sonra suçluluk duygusu azalır ve hayatına normal bir şekilde devam eder. Clifford bunu düşünür ve katilin hatasını itiraf etmesi sonu değiştireceğini söyler, çünkü “Tanrı ya da başka bir şeyin yokluğunda bu sorumluluğu kendisi üstlenmek zorunda kalır ve işte o zaman hikaye bir trajediye dönüşür.” Judah “bunlar filmlerde olur, gerçek değil” diye karşılık verir – Kallikles ve Glaukon’un Sokrates’i gerçek dünyayla bağdaşmayan yüce idealleri teşvik etmekle suçlayan cevaplarını yankılar.

Film, Lester’ın belgeseline konu olan (intihar etmiş olan) Profesör Levy’nin geriye dönüşlü seslendirmesiyle sona erer. Bir varoluşçu olarak, hepimizin hayatımız boyunca irili ufaklı kararlar verdiğimizi açıklıyor: “Bizi biz yapan seçimlerdir.” “Her insan yaptığı seçimlerin toplamıdır.” diyor. Olaylar insan mutluluğunda hiç ummadığımız bir biçimde gelişebilir. O bunları söylerken, Mussolini’nin bir kesitini de içeren montaj izliyoruz; bu bize, üzerinde çok az kontrolümüz olan olaylar arasında güç sahibi olanların entrikaları olduğunu hatırlatıyor; ama aynı zamanda, Profesör Levy’nin varoluşçuluğu ışığında, bunların da insan seçimlerinin sonuçları olduğunu görebiliyoruz. Böylece film umutsuzluktan ziyade umutla sona erer, çünkü “sahip olduğumuz sevme kapasitesiyle bu kayıtsız dünyaya anlam kazandırabilen sadece biziz.”

İyiyi Seçmek, Hayatı Seçmek

Savaş gibi olağanüstü durumlarda, bireyler asırlık Sokratik ikileme geri dönmek zorunda kalır: kötülüğe katlanmak mı yoksa onu uygulamak mı daha iyidir? Kişinin seçenekleri, güçlü zalimlerle işbirliği yapmak ya da muhalefet etmek ve onlar tarafından mağdur edilmek arasında korkunç bir ikileme indirgenebilir. Bir radyo programcısı bir keresinde Alman filozof Hannah Arendt’e (1906-1975) tam da bu tür bir durum hakkında soru sormuştu. Arendt, Sokrates’in bir insanın şu ya da bu şekilde davranması gerektiğine dair hiçbir kanıt olmadığını savunduğunu söyledi. Arendt, bunun yerine varoluşsal bir taahhütte bulunulması gerektiğini ve öyle ya da böyle bu kararın kendimizle nasıl yaşamayı seçtiğimize bağlı olduğunu söylüyor. Sokrates için bu, kendi vicdanına ya da “yüce gönüllülük” olarak yorumlanabilecek şeye karşı hareket etmemek anlamına geliyordu. Bu varoluşçu görüşün özünde, evrenin bize kapsayıcı bir ahlaki düzen sunmadığının ve bizi korumadığının gerçekçi bir kabulü yatar. Yine de, kendimiz için benzersiz bir şekilde sahip olduğumuz özgürlüğe yakışır hayatlar oluşturma sorumluluğu ve fırsatı bize yüklenmiştir.


Philosophy Now dergisi’nde yayınlanan bu yazıyı (Ağustos- Eylül 2020) Beyza Şen çevirdi.

Exit mobile version