Site icon Terrabayt

Squid Game: Borcun Şiddeti

Beklenen gerçekleşti ve Squid Game, Netflix’in en çok izlenen orijinal yapım dizisi oldu. Yönetmeni Hwang Dong-hyuk tarafından “modern kapitalizmin alegorisi” olarak nitelenen dizi, dokuz bölüm boyunca borca batmış çaresiz insanların gönüllü olarak katıldıkları, toplam 6 aşamadan oluşan çocuk oyunları üzerinden anlatıyor derdini. Kazananın ödülünün 46,5 milyar won (38 milyon dolar) olduğu ve toplamda 456 kişinin katıldığı bu oyunda katılımcılar tek bir şey biliyorlar: kazanan sadece bir kişi olacak. Ancak bilmedikleri bir şey var: oyun şiddet ve katliam içeriyor ve kazanan bir kişi dışında geri kalan herkes ölecek!

Fakat Squid Game’in en ürkütücü yanı, oyunların ölümcül olması değil. Oyuna katılanların o kadar çok borcu var ki, bunu bildikleri halde oyunu oynamaya devam ediyorlar. Yani başka çareleri yok. Oyunlardaki ölümcül şiddeti zamanla görüp yine de hayatta kalanlar ise oyunları yönetenler tarafından, yoksullukları veya borç miktarları nedeniyle normal hayatlarında çok daha kötü durumda olacakları korkusuyla terbiye ediliyorlar. Bu da onları dışarıdaki hayatı seçmektense hapishane gibi tasarlanmış kapalı bir mekandaki oyunları oynamaya zorluyor. Öyle ki bu ölümcül oyuna katılmadan önce de normal hayatlarında intiharı düşünen, yoksulluk içinde yaşayan, tefecilerin tuzağına düşen ve asla ödeyemeyecekleri borçları için organlarını ortaya koyan “kaybedenler” olarak resmediliyorlar. Birinci bölümün sonunda, kimsenin katledileceğini bilmediği “Kırmızı Işık, Yeşil Işık” oyunundan sonra, oyuncular oynamaya devam edip etmeme konusunda oy kullanırlar. Tek oy farkla da olsa çoğunluk oyunların durması yönünde oy kullanır ve herkes evine döner. İşte o zaman katılımcıları tekrar oyuna döndüren o korkunç çaresizlikle baş başa bırakılırız: hem dışarıda normal hayatlarını idame ettirirken hem içeride oyun oynarken ölüm riskiyle karşı karşıyadırlar. Bu çaresizliği yaratan ve büyüten ekonomik koşullar değişmediği müddetçe de bu risk hep devam edecektir.



Parazit (2019) ve Burning’de (2018) seyirciye aktarılan gelir dağılımındaki sınıfsal eşitsizlik ve adaletsizliklerle dolu Güney Kore vurgusuna benzer şekilde, Squid Game de ülkenin hane halkı borç kriziyle boğuşmak zorunda kalan insanlarının yaşadığı çaresizliğin toplumdaki çeşitli gruplar ve sınıflar tarafından nasıl deneyimlendiği üzerine kafa yoruyor. Dizinin ilk bölümlerinde, borç batağında yüzen ve umutsuzluğa yenik düşen birçok farklı karakter sunuluyor bizlere: patronu maaşını ödemeyi reddeden Pakistanlı göçmen işçi, kanserden ölmek üzere olan yaşlı adam, çalıştığı şirketi hortumladığı için polisçe aranan okul birincisi iş adamı, annesini ve erkek kardeşini kurtarmak isteyen Kuzey Koreli bir sığınmacı, borca batmış bir mafya babası. Hiçbirinin tam olarak iyi ya da kötü olarak resmedilmediği ama ahlaki olarak karmaşıklıklarla yüklü gösterildiği dizinin baş kahramanı ise Seong Gi-hun. Çalıştığı fabrikadaki işçi grevinde mesai arkadaşı polis tarafından öldürülen ve kendisi de grevden sonra işten atılan kahramanımız, dizide kumar borçları birikmiş, parasızlıktan dolayı kızına doğum günü hediyesi bile alamayan ve annesinin hayatını kurtaracak ameliyat parasını karşılayamayan; daha da kötüsü borçlarını ödemek için tefecilerden borç alan ve bunun için organlarını takas etmek zorunda bırakılan birini resmediyor. Çocukken oynanan oyunların acımasız ve ölümcül bir rekabet formuna bürünmesi, eşitsizlik ve adaletsizliklerle dolu vahşi Güney Kore kapitalizmini son derece başarılı bir biçimde resmediyor. Ölüm korkusu ve hayatta kalma içgüdüsüyle sahip oldukları her şeyi, bütün değerleri geride bırakan yetişkinler, oyunları tıpkı bir çocuk gibi ama gerçek hislerle oynamak zorunda bırakılıyorlar. Her biri kapitalizmin borç tuzağına düşmüş ve farklı bir “yoksulluk biçiminden” mustarip karakterlerimiz, son bir umutla bu kumarı oynuyorlar.

Peki Squid Game’in küresel çapta gördüğü bu ilgi neyle açıklanabilir? Dizi bu başarısını neye borçlu? Birkaç faktöre değinmek yerinde olacak. İlki, katılanların çok büyük paralar kazanmayı umdukları bilgi yarışmaları ve Survivor gibi reality showlara kadar çağdaş topluma yerleşmiş, kısa yoldan zenginleşme dürtüsünü açığa vurmasında yatıyor. Her şeyin oyunlaştığı geç finansal toplumda karakterlerin çoğu, kripto para birimleri ve piyango gibi, hızlı bir şekilde zengin olmanın yollarını bulmaya çalışıyorlar. Bu arada Güney Kore, sanal para birimi açısından dünyadaki en büyük pazarlardan birine sahip.

İkincisi, dizideki şiddetin kapitalizmin ruhumuzda açtığı toplumsal ve ruhsal yaralar için güçlü bir metafor işlevi görmesi. Dizi bir şiddet pornosu olarak tanımlanabilecek kapitalist sistemin; insan ruhunu aşağılamak, haysiyetini ayaklar altına almak için tasarlanmış bu sisteme özgü rekabet kültürünün normal insanları bile nasıl birer canavara dönüştürdüğünü etkili bir şekilde gösteriyor. Üçüncüsü, hikâye anlatımıyla ve görsellikle zirveye ulaşan kaliteli bir yapım olması. Dizi herkesin kendisine dair bir şeyler bulabileceği çocuk oyunları, bu oyunlar üzerinden seyirciye aktarılan sınıfsal çelişkiler ve ölüm korkusu ve hayatta kalma üzerine kurulu gerilim anında ortaya çıkan en vahşi yönleriyle tanıtılan karakterler ve izleyiciye tanıdık gelen sınıfsal çelişkilerin derinliğini resmeden estetiğiyle seyirciyi ekrana kilitliyor. Sonuncusu ve kanımca en güçlü olanı, dizide anlatılanın aslında hepimizin hikayesi olması! Başka bir deyişle, Squid Game, küresel çapta milyonlarca insanın hayatını mahveden sosyo-ekonomik eşitsizliğin keskin bir eleştirisini, alt ve orta sınıfları etkileyen kronik hane halkı borcuna odaklanarak yaptığı için evrensel düzeyde bir ortaklık hissi yaratıyor. Bu anlamda diziyi izleyen milyonların “acaba borcumu nasıl ödeyeceğim?” diye kendi kendine konuştuğunu duyar gibiyiz. Güney Kore’nin gerek uluslararası basında gerekse Türkiye’de bir “başarı” hikayesi olarak sunulmasına alıştık. Hatta Türkiye’de bazı politikacılar “Türkiye Güney Kore’yi örnek almalı” diyecek kadar ileri gittiler. Ancak Güney Kore’de olan bitenler hiç de öyle başarı hikayesi olarak sunulacak cinsten bir tablo içermiyor. Örneğin, dizide de resmedilen hane halkı borcu son yıllarda tavan yaparak Gayri safi yurt içi hasılasının %100’ünün üzerine çıkmış durumda. Bu Asya’daki en yüksek orana tekabül ediyor. Bu durumun doğal sonucu da en yüksek ve en düşük gelir grupları arasındaki farkın giderek açılması ve güvencesizliğin bir norm haline gelmesi. İstatistiklere bakıldığında özellikle 30’lu yaşlardaki gençlerin, gelirlerine göre en borçlu olanlar grubunda olduğu görülüyor. Gelir eşitsizliğinin her geçen gün arttığı ve kapitalist sistemin sürekli yeni borçlular yarattığı ülkede, intiharların ana nedenlerinden birinin borç olması da ezici borç yükünün nasıl giderek derinleşen bir toplumsal soruna dönüştüğünü gösteriyor.

Dizinin bize gösterdiği gibi, kapitalizm aslında sınırsız bir borç düzenidir: Öğrenci borcu, kredi kartı borcu, gayrimenkul borcu, hastane borcu… Daha doğarken bile sınırsız bir borçla dünyaya geldiğimiz başka bir sistem var mı? Kapitalizmle birlikte her toplumsallık biçimi piyasanın “iş” mantığına indirgenir. Piyasanın gözü yeni bir normallik haline gelerek mutlak, sonsuzca dolaşan biyopolitik bir borç rejimi kurar. Aslında kapitalizmle birlikte modern bireyin artık kapatılmasına gerek yoktur. Çünkü modern birey aşırı borç yükü altında yaşayan bir tutsak haline getirilmiştir. Bugün hepimiz tahayyülümüzün bile esir alındığı kapitalist bir borç çağının çocuklarıyız.

Nihayetinde Squid Game, normal hayatın hiçbirimiz için güllük gülistanlık olmadığını hatırlatıyor.

David Graeber, Borç İlk 5.000 Yıl, çev. Muammer Pehlivan, İstanbul: Everest Yayınları, 2015.

O halde yapmamız gereken, “normal”in şiddetine bir an önce dönmek yerine, onu nasıl aşabiliriz üzerine düşünmekten geçiyor. Bunu yapmanın yollarından biri, kapitalist borç rejimini sekteye uğratacak kaçış çizgileri üzerine düşünmek. Geçen yıl aramızdan ayrılan David Graeber, 2011’de yayınladığı ve Türkçeye de çevrilen Debt: The First Five Thousand Years (Borç: İlk Beş Bin Yıl) adlı kitabında, para, borç ve piyasa kavramlarını “insan”la olan ilişkisellikleri çerçevesinde ele alıp, ilkel toplumdan günümüze paranın tarihi üzerine kapsamlı ve ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunur. Graeber, borçla yaşamanın bizim kaderimiz olmadığını ve Mezopotamya’da yapıldığı gibi, bütün borçların iptal edilmesi gerektiğini söyler. David Graeber’ın bu önerisini hatırlatmakta, yeniden gündeme getirmekte büyük fayda var.

Exit mobile version