Site icon Terrabayt

Satranç Oyuncusu Otomat

Wolfgang von Kempelen’nin Viyana saray erkanına sunduğu Türk kıyafetleriyle satranç oynayan otomatın öyküsü hep ilgi çekici olmuştur. Rivayete göre, Kempelen, 1769’da Viyana’daki kraliyet sarayında katıldığı bir illüzyon gösterisinden etkilenmiş ve imparatoriçe Maria Theresa’ya izlediklerinden çok daha şaşırtıcı ve etkileyici bir makine yapabileceğini söylemiş. Bir yıl sonra da sözünü tutarak mekanik satranç oyuncusunu takdim etmiş böylece. Kempelen, otomat gösteriye başlamadan önce, içinde makineden başka bir şey olmadığını kanıtlamak için önündeki küçük kapıları açarmış. Tıpkı bir insanı ikiye ayırma numarasını yapan bir illüzyonistin öncesinde seyircilere gösterdiği bölmeler gibi.



Otomatın giydiği Türk kıyafetleri, Mehmet Arslantunalı’nın Standage’den aktardığına göre, o dönem Viyana’da popüler olan modayı takip ediyordu. (Arslantunalı, 2019, s.221) Türk kahvesi, davul ve zil gibi Türklere ait olduğuna inanılan müzikleri dinleme çılgınlığı, hizmetkarlara Türk kostümleri giydirme bunlar arasındaydı. Ayrıca satranç da 8. yüzyıl ile 11. Yüzyıllar arasında İran üzerinden Avrupa’ya gelip yayılmış bir oyundu.

Kempelen’in satranç otomatı yapımından itibaren 80 yılı aşan bir yolculuğa çıkacaktı. 1783’te Paris’te yaptığı müsabakaların çoğunu kazanmış, fakat zamanın büyük ustası François Andre Danican Philodor’a yenilmişti. Otomatın yine Paris’te Benjamin Franklin ile de oynadığı belirtiliyor fakat maçın sonucu ise bilinmiyor. Kempelen’in 1804’teki ölümünden sonra bu aygıtı Bavyeralı mucit Johann Nepomuk Maelzel satın aldı. Hatta Napolyon’un Avusturya ordusunu yenilgiye uğratıp Schönbrunn Sarayı’nı işgal etmesinin şerefinle makine Napolyon ile bir maç bile yaptı. Örneğin Minsoo Kang, otomatın Büyük Frederick, Büyük Catherine, III. George ve XV. Louis gibi hükümdarlarla maçlar yaptığına dair söylentilerin uydurma olduğunu söyler. (Kang, 2015)

Maelzel de satranç otomatını ve diğer mekanik eserlerini 1818’de yeni bir tura çıkardı, 1826’da ABD’ye gitti ve Amerika’nın en iyi satranç oyuncularıyla maçlar yaptı. Otomat, Richmond şehrine geldiğinde Edgar Allen Poe da bu maçlardan birini izlemişti. Poe, buradan ilhamla Maelzel’in Satranç Oyuncusu ve Von Kempelen ve Keşfi adında iki deneme kaleme aldı. Alet, Maelzel öldükten sonra yeni sahibiyle bazı maçlara çıktı fakat 1854’te çıkan bir yangında yok oldu. Poe, denemesinde otomatın içinde bir cüce gizlendiğini varsayıyordu. Kimileri de düzeneğin aslında bir insanın girebileceği kadar büyük olduğunu söylemişti.

Minsoo Kang’a göre Kempelen’in satranç oyuncusu Aydınlanma’nın otomat sevdasının sonunu temsil ediyordu. Bu otomata duyulan ilgi, 1730’lardaki gibi mekaniğe olan düşkünlüğün ve yüceltmenin ifadesi değildi, tam tersine gerçeklerin farkında olmaktan kaynaklanıyordu. Kalabalıklar otomata heyecan duyuyordu belki ama Kang’ın aktardığına göre pek çok yorumcu otomatın gerçekten kendi kendine hareket eden bir makine olmadığının farkındaydı. Çünkü aslında o sahte bir otomattı, kendi kendine hareket eden bir makine değildi. Otomat gibi hareket eden bir kuklaydı sadece.

Bu makine belki de en ölümsüz ifadesini felsefede bulmuştu. Walter Benjamin, Edgar Allen Poe’nun denemelerine dayanarak yazdığı tarih tezlerinin ilkinde satranç oynayan otomatı unutulmaz bir alegori ile kullandı:

“Hep söylenegeldiğine göre, bir otomat varmış ve bu öyle yapılmış ki, bir satranç oyuncusunun her hamlesine, kendisine partiyi kesinlikle kazandıracak bir karşı hamleyle yanıt verirmiş. Geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında, sırtında geleneksel Türk giysileri bulunan, nargile içen bir kukla oturur­muş. Aynalardan oluşan bir sistem aracılığıyla, ne yandan bakı­lırsa bakılsın, masa saydammış gibi görünürmüş. Gerçekte ise masanın altında, satranç ustası olan kambur bir cüce otururmuş ve kuklanın ellerini iplerle yönetirmiş. Bu mekanizmanın bir benzerini felsefe alanı için tasarımlayabilmek olasıdır. Bu bağ­lamda sürekli kazanması öngörülen, “tarihsel maddecilik” diye adlandırılan kukladır. Bu kukla, bilindiği üzere, günümüzde ar­tık küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilme­yen tanrıbilimi de hizmetine aldığı takdirde, herkesle rahatça başa çıkabilir.” (Benjamin, 2014, s.34)

Satranç oynayan Türk metaforu bugün kısmen de olsa canlılığını koruyor. Kasparov ile Deep Blue’nun yaptığı (1996-97) satranç maçları bu metaforu yeniden canlandırmıştı. Satranç ustası Kasparov’u yenmek için IBM tarafından geliştirilen Deep Blue adlı programla yapılan 1996’daki maçı Kasparov kazanmıştı. 1997’de yeniden oynanan maçı ise kaybedecekti. (Makinenin bu sefer ismi Deeper Blue’ydu.) Bu maçta son oyun belirleyici olmuştu, çünkü daha önceki üç oyun beraberlikle bitmiş, iki taraf da birer oyun kazanmıştı. Kasparov bu son maçta henüz açılışta kötü bir hamle yapmıştı, fakat makinelerin eğer çok net bir planları yoksa bir piyon için alet feda etmeyeceğine güveniyordu. Tabii şayet o feda makinenin veri bankasına girilmemişse! Kasparov yalnızca 19 hamlede o oyunu kaybetti. Medyanın yakın takibindeki dünyanın en meşhur satranç oyunu, onun aldığı en kötü yenilgilerden biri olmuştu. Kasparov’un şansına, o sabah IBM ekibi Deeper Blue’nun dizinine Kasparov’un görünce şok olduğu o feda hamlesini girmişlerdi. Demek Deep Blue’nun da içinde “bir cüce” gizliydi. Bu oyun “insana karşı makineler” anlatısının bir sembolü oldu fakat bugün maçta neler olduğunu bugün anlayabiliyoruz. (Bir oyunda makinenin hatayla (bug) yaptığı berbat bir hamle Kasparov’u derin düşüncelere daldırmıştı örneğin.) Bir açıdan Kasparov kendi kendisinin altını oymuştu. Bu maçtan sonra satrançta “insana karşı makineler” defteri kapanacak, mücadele başka cephelere (Go oyunu gibi) kayacaktı. O günden sonra artık kabul edilmeliydi, satrançta makineler insanlardan kat kat daha üstündü. Örneğin bugün telefonunuza indirdiğiniz bedava satranç uygulaması Deep Blue’dan oldukça kuvvetlidir.

Yapay zekâ alanında özellikle de çeviri yapan yazılımlarda büyük ilerlemeler kaydedildi. Fakat bu gelişme Mehmet Arslantunalı’nın söylediği gibi, çeviri algoritmalarının gelişmesinden ziyade büyük veri yığınlarının kullanılmasına borçlu aslında. Yani süper zekaya sahip bir makine çeviri yapmıyor, “daha önceki yüz binlerce çevirmen tarafından cümleler taranarak onaylanmış cümleler çeviriye katılıyor ve çeviri olanaklı hale gelebiliyor.” (Arslantunalı, 2019, s.228) Büyük Veri, yapay öğrenme algoritmaları aslında insanın bu görünmez emeğinin, zekasının birikimidir, ama hep gizlenmiştir. Benjamin’in tezindeki çıkarıma yeniden uyarlanabilir bu. Yani bugün “sürekli kazanması öngörülen” artık Büyük Veridir, yeter ki “küçük ve çirkin olan, kendini göstermesine de izin verilmeyen” insanı hizmetine alsın. Yahut Kasparov’un bir zamanlar dediği gibi, bir insan ile yapay zekanın ortak çalışması, olabilecek en güçlü ortaklıktır, karşısına çıkan en güçlü süper-bilgisayarı bile yenebilir. Demek ki bugün hepimiz Büyük Veri’nin ve beri işeyen şirketlere para kazandıran gizlenmiş cüceleri oynamaktayız, dünyanın en zenginlerinden, Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un toplamda 5.5 milyar dolara mal olan 4 dakikalık uzay yolculuğunu ödeyen cüceleri. Yolculuktan sonra Bezos şöyle diyecekti: teşekkürler, hepsini siz ödediniz.


Bu yazının ilk ali AdHoc dergi’nin 2020, Kasım sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version