Site icon Terrabayt

“Rahatsız edilmeyi kabullenin”

Portrait de Barbara Cassin, à Paris, le 31 Janvier 20017.

 


Bizden farklı insanlarla iş yapmak neden bu kadar zor? Kendi dilini konuşmayan herkesin barbar olduğunu düşünen Antik Yunanlar gibi miyiz?

Grekler’de, “barbar,” anlayamadıkları sesleri betimleyen onomatopoeic (yansıma sözcük) “barbaroi” kelimesinden doğmuştur. Adım Barbara da “barbaroi” ve Kuzey Afrika’daki “Berber” halkından gelir. Barbar bizim anlamadığımız kişi demek. Kelimenin kendisi- tıpkı “Slavic”ten (“Slav”) gelen “slave” (“köle”) gibi- ötekine atıfta bulunur. Hepimiz bir başkasının barbarıyız. Grekler, insanı hem “dile” hem de “akla” işaret eden bir terim olan logos bahşedilmiş hayvan olarak betimlemişlerdi. Grekçe konuşmak bir kültüre sahip olmak anlamına geliyordu ve Grekçe konuşmayanlar hiçbir şeye sahip değillerdi. Grekler, onların insan olup olmadıklarından bile emin değillerdi! Örneğin, Babil Kralı Nebukadnezzar kimi zaman bir çeşit kürklü yaratık olarak resmedilir, 18. yüzyılda bile, çok uzak diyarlardan insanlar yarı-hayvan olarak tasvir edilirdi. Akdeniz haritalarında, Kuzey Afrika “Berberi Kıyısı” olarak adlandırılırdı. Her ne kadar Grek metinleri, barbar olmanın dilden ziyade davranış biçimiyle –ethos meselesidir- ilgili olduğunu açıklasalar da bu bakış açısının kökleri oldukça derinlerde gibi görünüyor…

Günümüzde, insanların doğru toplumsal kodlardan yoksun olduklarını söylüyoruz… Dilsel çeşitlilikten, toplumsal kod çeşitliliğine nasıl ulaşırız?

Dilsel çeşitlilik dünyayı görme biçimlerinin de çeşitliliğini ima eder. Toplumsal kodların evrensel olduğuna inandığımız yerde, aslında birbirlerinden farklı olduklarını anlamamız çok önemli. Bu bağlantı üzerinden, “Maison de la sagesse. Traduire” (“Bilgeliğin Evi. Çeviri”) projesini yarattım, göçmenler ülkeye geldiklerinde onlardan doldurmaları istenilen anketler üzerinde çalışıyorum: isim, soyad, doğum tarihi gibi bariz görünebilen ama aslında çetrefilleşen sorular bunlar. Söz gelimi Mali’den bir kadına adının ne olduğunu sorarsanız kocasının adını söylemek istemeyebilir. Kocasının adı bir avcının veya savaşçının adı olabilir, sosyal güvenlikten yararlanmak için istese de kullanamayacağı bir isimdir bu. Bizim isim ve soyadlarımızı parçalara ayırma biçimimiz, insanların “birinin oğlu” veya “şunun eşi” olarak tanındığı pek çok dilde o kadar sorunsuz bir iş değildir. İnsanlardan doğum tarihi bilgisi edinmede sık sık sorun yaşayan Paris banliyölerindeki Nüfus Müdürlüğü ile çalışıyorum. Bazı dillerde, “yaklaşık olarak şu tarihte doğdu” demeyi tercih ediyorlar çünkü doğdukları tarihi tam olarak vermeleri halinde üzerlerinde iktidar kurulabileceğine inanılıyor. Bu yüzden kesin tarihi saklıyorlar. Örneğin, Çin’deki herkes doğum gününü yılbaşında[1] kutlarken Mali’den pek çok insan ya 31 Aralık ya da 1 Ocak’ta doğmuş gibidir. Çoğu zaman bizden kaçan kültürel bir derinlik söz konusudur.

“Sana ‘Gel, biz seni kaynaştıracağız, asimile edeceğiz” derken benim değişmeye hiç niyetim yoksa, orada sorun vardır”

Eğer bizim gibi davranmayanlar “barbar” olarak düşünülüyorsa, ne yapmalıyız: onları kültürel olarak yabancılaştırıp, asimile mi edeceğiz?

Ya da onların çorbada nasıl tuzu olabileceğini anlamaya çalışabiliriz. Çeviri tam da budur: bir başkasını hoş karşılamak adına fakat dilin koyduğu sınırlar dahilinde, o sınırlarla oynayarak sürdürülebilir ve benimseyebileceğimiz bir tarzda kendi dilini yeniden icat etmek. Bir şeye kucak açmanın anlamı budur. Burada ilginç olan karşılıklılıktır.  Grekçe ve Fransızca’da “host” (“ağırlayan”) kelimesi iki taraflı iş görür: nasıl ki ağırlayan kişi “host” ise, misafirdir de. Fakat Latince’de durum daha karışıktır: ağırlayan kişi anlamına gelen hospes, düşman anlamına gelen hostis kelimesinden uzak değildir… Dilsel farklılıklar, yeni zorlukları beraberinde getirdiğinde, bunlardan belli bir iç görü elde edebiliriz. Asimilasyon, kaynaştırma kelimeleri de zordur. Eğer sana ‘Gel, biz seni kaynaştıracağız, asimile edeceğiz” derken benim değişmeye hiç niyetim yoksa, orada sorun vardır.”

O halde çeşitliliği teşvik eden bir kuruluşun kendisi de değişmeye istekli mi olmalıdır?

Evet ve bu en zor kısmı. Kadınlara bakalım örneğin: eşitlik istediğimizi söylüyoruz ancak bunu başaran kadınlar, erkek gibi ama onlardan daha iyi olan kadınlar. Bana kalırsa gün sonunda nicelik fark yaratacaktır. Kadınların %50’si ile işler değişecektir. Bu yüzden, bir şeyleri kaskatı sabitlemekten kaçınarak zekice uygulanması halinde pozitif ayrımcılık taraftarıyım. Pozitif ayrımcılık politikalarını durmaksızın yeniden düzenlemek önemli çünkü bu politikalar zamanla farklılıkları “özselleştirme” eğilimi gösterir- oysa ki özsel bir “kadın” veya “yabancı” diye bir şey yoktur.

Bir filozof olarak çeşitlilik arayışında olan şirketlere buradan ne söylerdiniz?

Rahatsız edilmeyi kabul edin! Kadınların %50’sinin yönetici pozisyonlarına ulaşmaları için, en azından bir süreliğine terfilerin %80’inin kadınlara verilmesi gerekebilir. Elbette erkeklerden kurtulmaksızın çünkü amacımız birlikte çabalamak. Uygulanması pek de kolay olmayan çeşitlilik bu şekilde kavrandığında bazı ilerlemeler kaydedilmiştir.

Dünya çapında iş adamlarının konuştuğu “Globish”den (“Küresel temel İngilizce”) pek hoşlandığınız söylenemez. Ama eğer dünyanın her yanından insanlarla gerçek zamanlı olarak çalışmamıza izin veriyorsa, iyi bir şey değil mi?

Kültür dillerinin kökünü kurutmadığı sürece iletişim dili kullanmamızı destekliyorum. Doğru düzgün tesis edilmemiş Globish dilindense, kendi dilimizi doğru bir şekilde konuşmalıyız. İnsanların %98’inin Fransız olduğu büyük şirketlerde dersler verdim: Fransızca konuşmayan %2’lik kısım için hepimiz İngilizce konuşmaya başlardık… Bu garip ve buna karşı koymamız gerekiyor. Bilgisayar destekli çeviri ve derin öğrenme arasındaki olası bağlantıları incelemek üzere Fransa Bilim Akademisi ve Fransız Akademisi ile toplantılar düzenlemeye başladık. Artık “köprü bir dil” değil de bağlama duyarlı bir veritabanı kullanıyorduk. İfadenin tüm zenginliğini indirgemek, aşağı seviyeye çekmek yerine bu yöntem kendimizi daha kesin bir biçimde ifade etmemizi, kültür ve düşünce arasındaki ilişkiyi muhafaza etmemizi sağlıyordu. Umarım çok geçmeden kendi dilimizi konuşabilir ve telefonumuzu kullanarak diğer dillere çevrilebiliriz. Bu müthiş bir sıçrama olurdu.

[1] Çin’de yılbaşı 21 Ocak ile 20 Şubat arasında gerçekleştirilen festivallerle kutlanır.


Philonomist’te yayınlanan söyleşiyi, Kolektif Kitap desteğiyle Gözde Erdoğan çevirdi. Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.

Exit mobile version