Site icon Terrabayt

Pasolini Tottenham’da

Pasolini 7

Pasolini daha önce Britanya’yı ziyaret etmiş midir bilmiyorum. Belki evet, belki hayır.
Gerçekten ilgilenmiyorum. Ben daha çok Totthenham’daki Pasolini’den söz etmek istiyorum. 2011 yılının Ağustos ayında İngiliz banliyölerindeki lümpen proleterlerin şiddetli isyanının bakış açısından, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Romalı bir borgate* olan bir şairin duyarlılığını konu etmek istiyorum.

Pasolini’nin hem yazılarında hem de filmlerinde karşımıza çıkan görüşleri ve tahminleri hem
Tottenham ve Peckham sokaklarında neler olduğunu tartışmak için, hem de Avrupa’nın tamamında, gelecek aylar ve yıllarda neler olacağını tartışmak için iyi bir başlangıç noktası. Avrupa o sıralarda henüz yeni patlak vermiş ayaklanma içerisindeydi ve ayaklanma hiddetlenerek, neo-liberal politikalar, finansal diktatörlük ve Avrupa egemen sınıfının cehalet ve dogmatizmi yüzünden şiddet ve sefalet ortamına dönüşen Eski Kıta’nın her yerinde devam edecekti.

Pasolini ile Tanışmam


Pasolini’yle ilkin, öğrenciyken, okuduğum lisede felsefe dersi veren kör biri olan Profesör Carrado Festi’yle Aziz Matyas’a Göre İncil’i izlemeye gittiğim 1965 ya da 1966 senesinde tanıştım. Profesör Festi özgürlükçü komünistti. Ona ekranda ne gördüğümüzü açıklamamızı isterdi -böylece o da kendi kendine görebiliyordu- bu nedenle bir ya da iki öğrencisini yanında film izlemeye götürürdü. Pasolini’yle tekrar karşılaşmam öğrencilerin ilk defa polis şiddetinden kaçmayarak polis şiddetine tepki gösterdiği Vale Giulia isyanlarından sonra 1968 yılında oldu. Zannedersem orada bir şiir yazmıştı −sanırım kötü bir şiirdi: ışık ve ironi barındırmayan, kindar ve hırçın.

Yine de ilginç bir şiirdi. Adı, Il PCI ai giovani! (İtalyan Komünist Partisi Gençler için!) idi fakat L’Espresso dergisi şiirin adını Vi odio cari studenti (sevgili öğrenciler, sizden nefret ediyorum) olarak basmış olduğu için çoğunlukla bu alternatif isimle bilinir oldu. Pasolini bu şirinde öğrencileri, gücü onların elinden almak için ailelerine karşı savaşan, güce aç, zengin ailelerin çocukları olmakla suçlar. Ayrıca, bu şiirinde çiftçilerin ve işçilerin genç çocukları olan polislere karşı da sevgisini deklare eder. Fakat söylemeliyim ki, bu eski, popülist bir retorik, İtalyanca’da söylediğimiz gibi, Paccottiglia (hurda).

Pasolini’yle üçüncü ve son olarak, 1973 senesinde bir gece ortak arkadaşımız olan Laura Betti’nin evinde karşılaştım. Bu ciddi görünümlü, sert adamı ilgisizce selamladım. O yıllarda, Il Corriere della sera** içinde, “Gennariello’ya Mektuplar”ı yayınlıyordu ve resmettiği genç Napolili proleter bana sahte geliyordu. Çünkü o sıralar Napoli ve diğer Güney İtalya kentlerinden genç proleterlerle görüşüyordum, fakat onların duyarlılıkları bana Pasolini’nin Gennariello’sundan çok farklıymış gibi geliyordu. Kuzey İtalya fabrikalarında tanıştığım genç güneyliler, Pasolini’nin Gennariello’sundaki anlatıma nazaran o kadar da eski moda ve ilkel değillerdi, çok daha hilebaz ve entelektüeldiler. Hepsi de, Milan ve Turin fabrikalarında toplanmış göçmen işçiler olarak, kapitalist sömürü ve endüstiyel emeğe karşı olan yeni dalga otonom mücadelelerin ardındaki itici güçtüler. Balestrini’nin birkaç yıl önce yayınlanan Vogliamo tutto (Her şeyi İstiyoruz) kitabında tarif ettiği genç Fiat işçileriyle benzerlik gösteriyorlardı.


Gennariello bana bir gram hitap etmeyen eski bir popülist mitolojiden geliyordu.

Decameron (1971) filminden bir sahne.

Kelimeler ve Vizyonlar


Pasolini’nin çalışmalarına baktığımızda, roman ve şiirlerini, sayısız röportaj ve makalelerini okuduğumuzda, film ve belgesellerini izlediğimizde bazen kendimizi bir paradokslar labirentinde kayboluyormuşuz gibi hissederiz. Onun mizacındaki, tutkularındaki ve nefretindeki paradoksal yargı ile fikirlerini anlamaya çalıştım. Vardığım genel sonuç şuydu: Pasolini yazdığında, konuştuğunda, bir şeyleri ideoloji haline getirdiğinde, kaçınılmaz bir biçimde provokatör kılığında, gerici ve konformistti. Fakat iş imajları kullandığı çalışmalara geldiğinde, Pasolini’nin neredeyse bir kâhin gibi bir başkasından çok daha ötesini görebilme yeteneği olan öngörülü biri olduğunu görüyoruz. Kötü bir şair ve Marksist felsefesi son derece zayıf eski moda bir ideolog olmasına rağmen, Pasolini sıra dışı bir vizyona sahip biriydi.


Bana göre Pasolini, 68’ hareketindeki öğrenci hareketinin anlamını kavrayamamıştı. O yıl İtalya’da, Fransa’da ya da başka bir yerde sokaklara çıkan birçok öğrenci muhtemelen burjuva ailelerinin çocuklarıydı. Çoğu, her ne kadar o zamanlar işçilerin çocuklarına üniversitelere erişim hâlâ kısıtlı olsa da profesyonel ve küçük burjuva olmaya doğmuştu, geri kalanı da işçi sınıfı ailelerinden geliyordu. Ancak bu gibi sosyolojik değerlendirmeler gerçekte meselenin özüne temas etmiyor.

1968 yılından dünyayı sarsan ayaklanmaların anlamı sadece uzun vadede o dönemde emeğin yeniden düzenlenmesine, üretim sürecinin teknolojik yapısının dönüşümüne bakılarak kavranılabilir. Bu hareket sonraki on yıllarda üretimin ana motoru haline gelen bilişsel emeğin ilk ortaya çıkışına damga vurmuştur. Öğrencilerle endüstriyel işçiler arasındaki ittifak, dayanışmanın retorik gösterisi değildi, giderek artan verimliliğin ve endüstriyel emeğin sermayeye bağımlılığından özgürleşmesinin, yeni teknolojilerin uygulanmasının, sosyal zamanı emek köleliğinden özgürleştirme beklentisinin işaretiydi. Pasolini, öğrenci hareketini değerlendirmek konusunda bütünüyle yanılıyordu, çünkü esas noktayı kaçırmıştı: öğrencilerin toplumsal kökenlerinin, bilişsel işçilerin kapitalist üretimin dönüşümünde ve işçi sınıfının politik bileşiminde oynamaya yazgılı oldukları rol kadar önemi yoktu.

Pasolini’nin Domuz Ahırı (1969) adlı filminden bir kare.

Sahte ve Gerçek Gennariello


1968’den sonra Pasolini’nin harekete yaklaşımı değişti: olayların gücüyle hareketin proleter karakterini kabullendi ve büyük çoğunluğu Hristiyan radikalizmiyle Marksizm, Maoizm ve anarşizm karışımı sol bir örgüt olan Lotta Continua’ya (Sürekli Mücadele) yöneldi. Lotta Continua’ya yakınlaşmasıyla beraber “12 Aralık” adında bir film çekti. Pasolini’nin Lotta Continua’ya olan bu ilgisini anlamak zor değil. “Bu genç militanların üstünlüğü tutku ve duyarlılık” demişti. Ve teorik hatanın kesin derecesi –bizim “pressapochismo” (umursamazlık) dediğimiz –onlara yardım etti. Lotta Continua politik bir örgüt değildi; bir zihin durumu, bazen popülizme kayan bir histi. Hem Lotta Continua’nın hem de Pasolini’nin ortak zemini halka duydukları engin sevgi, mahrumiyet ve mülksüzlük temalarıydı.

“Gennariello’ya Mektuplar”da Pasolini’nin bu yoksul halka duyduğu sevgi bir mitolojiye karışıyor. Bu mitolojiye göre yazar, genç, modern öncesi Napolilinin sahiciliğini, tüketimcilik ve modern bayağılık pisliğinden korumaya çalışıyor. Ne var ki, bu mitoloji anlamsız ve sahteydi; gerçek Gennariellos o yıllarda Pasolini’nin görmek istediği gibi o kadar da naif ve sıradan değildi. Güney İtalya’dan genç işçiler 1973 yılında Turin’deki Fiat fabrikasını işgal etmiş, 1977 senesinde de doruğu aynı yılın baharında Roma ve Bolonya’ya ulaşan genel bir isyan başlatmışlardı.


Kasım 1975’te öldürülen Pasolini 1977 patlamasını görmedi. Dolayısıyla, Roma ve Bolonya’daki isyancıları, Gennariello’nun kardeşlerini tanıyıp tanımayacağını bilmiyoruz. Ben sanmıyorum. Pasolini daha çok Mao-Dadaistler ve Indiani Metropolitani*** ’nin çılgınlıklarına ve dedililiklerine suçlamalar yönelten İtalyan Komünist Parti’sinden Stalinistlere katılırdı diye tahmin ediyorum (1989 yılından sonra neo-liberalizme yönelmişlerdi, ne var ki, 1977 senesinde Devletin yüce otoritesine taptılar). Kim bilir?

Pasolini, Theorem (1968) filminden bir sahne.

Faşizm Geleceğe Dairdir

Bana göre Pasolini’nin 1968’in anlamına dair açıklamaları yanlıştı. Öğrenci ayaklanmasını kuşatan tarihsel süreci tümden yanlış anlamıştı. Lakin kimi önemli noktalarda Pasolini bizim tamamıyla kaçırdığımız şeyleri görebiliyordu (ve görmek diyorum).

İtalyan öğrenci hareketinin asıl yanılgısı, aynı zamanda hareketin ilerici ruhu olan entelektüellerin, benim ve parçası olduğum Potere Operaio’nun [İşçilerin Gücü] da yanılgısı kesinlikle bizim düşüncemize göre faşizmin geçmişle ilgili oluşuydu. Biz, öğrencilerin ve işçilerin düşmanının neo-kapitalistler, sosyal demokrat burjuvalar olduğunu düşünüyorduk.

Faşistler, elbette, hâlâ vardılar fakat onların Mussolini’nin karanlık geçmişinden geldikleri düşünülüyordu, egemen sınıfın kendi kullanımında genel hareketi korkutmak için, işçilerin dikkatini mücadeleden kapitalist sömürüye çekmek için kullandığı izole suçlular. Hareketin, yalnızca şiddet tuzağına -siyah giyinmiş aptalları yumruklamak ve onların seni yumruklaması- düşmeyi başarmış antifaşit-militan (militan antifaşizm) öz-savunma kampanyaları başlatmasının nedeni tam da bu yüzden. Tamamen yanılmıştık, çünkü faşizm geçmişle ilgili değildir. Faşizm geleceğe dairdir. Pasolini’nin açıkça gördüğü şey buydu, her ne kadar yalın teorik ifadelerle anlatamamış olsa da, o, faşizmi doğrudan cinsel alçalma, tüketimcilik, cehalet, ırk ve iğrençliğe bağlamıştı. Hepsi de neoliberal diktatörlüğün yükseldiği sırada olan şeylerdi. İğrençlik her yerdeydi –borsa oyunlarıyla yağmalanan kentlerde, sömürü ve yanlızlıkla heba olmuş bedenlerde, her zaman her yerde karşımıza çıkan bilboardlarda ve televizyon ektranlarında.


Faşizmin ne anlama geldiğini söylemek kolay değil, fakat naçizane şunu önerebilirim, faşizm bir kimlik patolojisidir, kimliğin önceden var olduğu fikrini kabul edecek kadar çok zayıf olanları vuran bir patoloji, değişen ve türlü türlü ve kendi belirsizliği ve kararsızlığı yüzünden çok korkmuşları vuran bir patoloji. Pasolini bu kararsızlığın, bu korkunun, bu zayıflığın yayılmasını öngörebiliyordu ve bu bulaşıcı ırkın bunlardan doğmaya yazgılı olmasını önceden görmüştü.

İktidara Tapanlar


Pasolini, 68’lerin kendi kaderini benden, yoldaş öğrencilerimden ve otonomi hareketinin işçilerinden daha iyi görmüştü. Pasolini’nin Il PCI ai giovani! adlı adi şiirine yeniden bakalım. Şiirde hareketten öğrencileri aşağılıyor ve yoksul genç polise sevgisini ifade ediyor. Bu genç insanların, bu öğrencilerin yalnızca iktidar için mücadele ettiğini, yalnızca iktidarı ailelerinin elinden almayı hedefledikleri söylüyor.

Bu suçlamanın hareketin tamamı için geçerli olduğuna inanmak aptalca. Ancak, “hareket” olarak adlandırdığımız toplumsal bedenin geniş bir kısmı Pasolini’nin bu noktada haklı olduğunu gösterdi. Ben özellikle bu kişilerin Sovyet Komünist Partisi yanlısı olduklarını ayrıca çok sayıda Stalinist-Maoist partinin üyesi olduklarını düşünüyorum. Leninist Bağlılık’ın (iktidara bağlılık) takipçileri, entelektüellerin ve militanların çoğu, o tarihten beri Neoliberal Bağlılığa yönelmişti. Richard Pearl ile Massimo D’Alema, André Glucksmann ile Giuliano Ferrara, William Kristol ile Vladimir Putin. Hepsi bu konuda ortaklaşmıştı. Gençliklerinde Joseph Stalin’in toplama kamplarını ve Sovyet baskın sınıfının suçlarını, yalanlarını ve zulmünü onaylayıp savundular. Hepsi de sosyalizmin parlak geleceğine bir adım olarak proleter diktatörlüğünü onayladı ve alkış tuttu.


Maoisttiler, Stalinisttiler ve Troçkist –diğer bir deyişle, Leninist. Hepsi de sonradan neoliberal düzenin suçlarını ve yalanlarını onaylayarak ve savunarak kapitalist rekabetin ve büyümenin neoliberal tapıcılarına dönüştü. Neden böyle oldu? Neden 68 hareketine katılan aynı entelektüeller kamuya açık bir şekilde Mao’nun kırmızı kitabını salladılar, on ya da on beş yıl sonra, makaleler eşitçiliğe sövüp saydılar ve kapitalist demokrasi ile sonsuz büyümenin şanını göklere çıkardılar? Pasolini’nin doğru bir şekilde gördüğü gibi acınası kişisel biyografilerine bakarsak yanıt elbette aldatır. Biyografik gerçekler hainliklerini anlamamız için yeterli değil, çünkü hainlikleri sadece ahlaki bir adilikten gelmiyor (ki gerçekten öyleler), aynı zamanda entelektüel tutarlılıktan geliyor.


Hainliklerinin mantıklı bir açıklaması var. Yukarıda sıraladığım tüm isimler, etkisiz akılları olan, kibirli birer yükseklere tırmanıcılar, fakat ortak paydaları şu: hepsi Diyalektik Öğreti’ye inanıyorlar. Dolayısıyla, işçi sınıfının kazanmaya yazgılı olduğuna inanıyorlardı. Genç Stalinistlerin, Troçkistlerin ve Maoistlerin hayallerinde işçi sınıfı kazanmaya yazgılıydı ve şiddetle, diktatörlükle ve terörle iktidarı uygulardı. Bu entelektüeller işlerin planladıkları gibi gitmediğini gördüğünde Diyalektik Öğreti’yi bir köşeye atmadılar: Akıl Gerçek olmalı, Gerçeklik de Rasyonel. Oldukça açık bir biçimde saf değiştirdiler. Tarihin diyalektik olduğuna inanan biri için kazanan daima haklıdır. Kafası her zaman aynı paradigmayı izler, daima aynı dogmaya güvenir: Sadece İktidar Gerçektir. Bu Leninist entelektüellerin felsefi ilkesidir. Onların ahlaki Kuzey Yıldızı’dır.

Pasolini Totenham’da


Ama yanılıyorlar. “Gerçeklik” denilen şey sadece var olana değil, mümkün olanın dünyasına da işaret eder. Hayalgücü ve toplumsal zekânın birbirine bağlanması, gerçektir – her ne kadar kapitalizmin mevcut iktidarı belirmekte olandan mümkünü engellemek yönünde davranıyor olsa da. Mümkün olan yok edilebilir, bastırılabilir ya da geri püskürtülebilir, ama gerçektir.

Glucksmann, Ferrara, Pearl ve D’Alema adlı kibirli avanaklar, bu ikinci sınıf entelektüeller, toplumsal ve kültürel dönüşümün derinliğini hakikaten kavrayamadılar, öyle ki, işçilerin safından sermayenin safına yeltendiler. Sürecin öngörülemezliğini düşünemediler, meseleyi basit bir şekilde kazanan ve kaybeden meselesine indirgediler. Thatcher ve Reagan tarafından uygulanan, insan evrimi tarihindeki suç döngüsünü desteklediler. Şiddeti, finansal diktatörlüğü ve terörü destekleyip adına “demokrasi” dediler. Fakat tarih bitmedi ve kapitalizm artık can çekişiyor. Temsili demokrasi, finansal diktatörlüğü ve savaşı maskeleyen bir uyku öncesi öyküsüdür.


Şimdi Pasolini’yle Tottenham’a gitmek istiyorum. Genç bir adam olan Mark Duggan 4 Ağustos’ta Tottenham’da polis tarafından öldürüldü. Ölümünün ardından binlerce genç işçi ile işsizler ve öğrenciler, Londra, Birmingham ile Manchester banliyölerinin sokaklarını ele geçirdi, bankalarına ve mağazalarına saldırdı, süpermarketlerinden mallar çaldı, evlere ateşe verdi ve polise saldırdı. Birleşik Krallık başbakanı, süratle Toskana’dan geri döndü ve şöyle ilan etti: sıradan suçlular.


Hiddetin dört gecesini Pasolini’nin bakış açısından görmeye çalıştım. Tüm bunlar faşist bir tüketimcilik miydi yoksa tüketimci ritüellerin lümpence dünyevileştirilmesi miydi? Şahsen, isyanların politik olaylar olmadıklarını, bilakis tüketimci şiddetin bayağı eylemleri olduklarını yazan Murdoch’un gazetelerinde çığlık atan ukala gazetecilerinden ve ikiyüzlü entelektüellerinden nefret ediyorum. Son otuz yıl boyunca ya da takriben, medya, reklamcılık ve neoliberal ideologlar genç insanlara ısrarla aynı mesajı tekrarladılar: hayat bir rekabettir, rekabetin dünyası da tüketimdir. Daha çok ıvır zıvırınız olduğu müddetçe hayatınız daha iyi olacaktır, her gün sömürü ve aşağılamaya katlansanız da. Şimdi çocuklara birdenbire finansal sınıf tarafından toplanan borçların ödenmesi gerektiği söyleniyor. Toplumsal harcama kesilecek ve genç insanlara iş verilmeyecek. Hiç şüphe yok ki, yaşamları karşılığında kendilerine bir sürü ıvır zıvır sözü verilmiş bu insanlar bu ıvır zıvırları bedeli ne olursa olsun istiyorlar.


Pasolini’nin romanlarında ve filmlerinde genç erkek bedeni genellikle tapınma ve aşağılama
nesnesi olarak kullanılır. Cinsel tonunun ötesinde bu ikircikliğin hem politik hem de kültürel bir anlamı var: güzel ve suçlu aynı kişide vücut bulur. Pasolini’nin Dilenci filmindeki ana karakteri düşünün, aynı anda hem masum hem de çıkarcı.


Birçok kişi Londra isyancılarının yağmacı olduğunu söylüyor −tüketimci ve sert. Ancak, bu
genç insanların otuz yıl boyunca rekabet ve tüketimcilik üreten iğrenç insan manzarası tarafından şekillendirildiğini unutuyorlar. Empati zayıfladı, dayanışma alay konusu oldu ve yok edildi. Londra isyancıları Murdoch’un popüler magazin ve TV zırvasıyla beslendi. Bu isyana tapmamalı ya da isyanı mahkûm etmemeliyiz. Onu kabul edebilmeli ve tarihsel anlamını kavrayabilmeliyiz: kapitalizm ahlaken ve ekonomik olarak iflas etti. Güvencesiz kuşağın çok ihtiyaç duyduğu isyanın içinden bakarak, yeni bir bilinç, dayanışmaya dayalı yeni bir öz-algı, sömürünün reddi, tutumluluk ve paylaşım kültürü yaratabilmeliyiz: webtabanlı dünyada üretim paylaşımı, kentte de tüketim paylaşımı.

Avrupa Ayaklanması


Sol entelektüeller tüketimciliği ve yapay kültürü küçümseyebilir ama bana göre şu an ahlaki yönden değerlendirme yapma zamanı değil. Olası bir güvencesiz bedenin toplumsal yeniden bileşimini ve genel zekâyı hayal etme zamanı. Bilişsel emek ve güvencesizlik birbirinden ayrı gerçeklikler değiller. Bilişsel işçiler işsiz, güvencesiz işçiler de yüksek eğitimli, entelektüel becerileri çoğu kaygı verici bir şekilde yerinde kullanılamıyor. Kognitarya ve lümpenler gündelik hayatta birbirine karışıyor, bazen de birlikte bir yerleri yağmalamayı düşünüyorlar.


Çapulculuk, halkın yaşamı ve aidiyetleri işin içindeyse iyi bir şey değildir. Çapulculuktan genel zekânın özgürleştirilmesine yönelmeliyiz. Ağustos gecelerinde İngiltere’nin sokaklarını ele geçiren tüm gençlerin hepsinin politik dayanışmayla harekete geçtiğini düşünmüyorum. Birçok farklı hisle harekete geçtiklerini düşünüyorum: ırk, bazı durumlarda egzotik tüketimci ihtiras ama aynı zamanda birliktelik arzusu. Ayaklanmalar asla iyi düşünülmüş bir tasarının, iyi terbiyeli maksatların sonucu olmaz. Ayaklanmalar genelde farklı itkilerin karışımından kaynaklanır. Mesele, azınlığın (onlara politik öncüler, organik entelektüeller ve belki de şizoanalistler diyebiliriz), farklı kişilere ortak bir vizyon ile gerçeği ve mümkünü kavrayacak ortak bir anlayış gücü verecek kavramlar, kelimeler ve jestler bulabilme becerisidir.

Gelecek aylarda siyasi bir partiye ihtiyacımız olmayacak. Daha ziyade, Avrupa ayaklanması için bir demet küratörlere ihtiyacımız olacak. Ayaklanmayı ateşlememize gerek yok, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa egemen sınıfının korkaklığı ve cehaleti tarafından zaten ateşleniyor. Bunun yerine, kolektif zekânın gücünün kavranacağı kaçınılmaz bir ayaklanmaya geçmeli ve bu kavrayışı toplumsallık arzusuna bağlamalıyız. Genel zekâ, virtüelleşme sürecinde kaybolmuş erotik ve toplumsal bedenini arıyor. Benzer bir şekilde güvencesiz hayat da şimdilerde parçalanmış ve dağılmış kolektif zekâyı. Şimdiki Avrupa ayaklanması sahnesinde Pasolini’yi düşünmeye çalışıyorum, sanırım Matta İncil’ini alıntılardı:


Bu yüzden yaşamın seni kaygılandırmasın,
yiyeceğin yemek, içeceğin içki,
ne de bedenin, giyeceğin giysi.
Yaşam yiyecekten, beden de giysiden daha önemli değil mi?
Gökyüzündeki kuşlara bak: ne tohum ekiyorlar, ne biçiyorlar, ne de ambarda toplanıyorlar,
Demek ki, kutsal Baban onları besliyor.
Sen bunlardan daha değerli değil misin?
Ve hanginiz kaygılanarak bir karış hayatına bir karış daha ekleyebilir?
Ve neden giyinmek seni kaygılandırıyor?
Tarlalardaki zambakları düşün, nasıl büyüyorlar, ne bir zahmet ne de bir ağ örmek;
Ve söylemeliyim, hatta tüm görkemiyle Solomon da bunlardan birini bile düşünmedi.
Ancak eğer Tanrı tarlaları nasıl giydirirse, bugün canlı yarın fırına atılacak, seni de bundan
fazla giydirmeyecek. Ona biraz da olsa güvenmiyor musun?
O yüzden “Ne yemeliyim?”, “Ne içmeliyim” ya da “Ne giymeliyim?” diyerek kaygılanma.

Tüm bunların peşinde koşan putperestlerdir; ve kutsal Baban hepsine ihtiyacın olduğunu
biliyor.

Fakat önce onun krallığını iste ve doğruluğunu, böylece tüm bu herşey senin de olacak.
Bu yüzden yarın için kaygılanma, yarın kendisi için zaten kaygılanıyor olacak. Bırak günün kendi kaygısı o güne yetsin. Ben bir ateistim, gökyüzünde yüce bir Babaya inanmıyorum. Ama şunu biliyorum, genel zekânın sonsuz gücü dayanışma ve ilgiyle yönetilirse hırstan azade bir arzu olur. Kolektif zekâya güvenebiliriz: o bizim yeryüzündeki Babamız. Tüm bağımlılıklardan -kapitalizmden, devletten ya da Tanrı’dan özgürleşmemizdir.


*Kenar Mahalle.
**Tr. Akşam Postası. Miano’da çıkan günlük gazete.
***1976-77 yılları arasında İtalya’daki aşırı sol hareketin içinde yer almış bir grup

E-flux’ta yayınlanan bu yazıyı Nalan Kurunç çevirdi.

Exit mobile version