Site icon Terrabayt

Netflix’in Biyo-Hacker’ları, Canavarlar, Dr. Frankenstein’lar


İlk üç sezonuyla bilim-kurgunun olmazsa olmazlarından zamanda yolculuk temasını cüretkar bir karmaşa içinde ele alsa da son sezonuyla döngüsel bir cennetten kovulma öyküsüne -ensest tabusu arka planında- savrulan Dark’ın tadı damağımızda kalmışken, Netflix’in yeni Alman prodüksiyonu Biyo-Hacker’lar bu defa gen editleme/düzenleme teknolojisinin dünyasını ele alıyor. Bedenlerinin işlevlerini ve duyusal kapasitelerini DIY (Do It Yourself) ekipmanlarla ve implantlarla ‘artırmaya’ çalışan biyo-hacker’lar, genleri modifiye edilmiş floresan bitkiler ve hayvanlar, genetik hastalıkları gen düzenleme teknolojisi marifetiyle tamamen ortadan kaldırmak isteyen ama bu ‘insancıl’ amacı ivedilikle unutup şahsi kariyerine veya belki de sadece merakına yenilerek etik sınırları aşan, o alışık olduğumuz buzdan aklın temsilcisi ‘kötü’ bilim insanları, aşk üçgenleri, ihanet… Mia Ackerlund’un şahsi intikam öyküsüne arka plan oluşturan bu sahnede ise klasik bir tema beliriyor: canavarlar yaratan bilim ve teknoloji.

Bütün bunların sonucunda ortaya Inverse dergisinin de belirttiği üzere, bilimsel olarak sağlam temelleri olan, kolaycı bilimsel çıkarımlardan kaçınan, teknolojiyi layığıyla anlatma etik kaygısına sahip ama öyküsünde boşluklar olan bir dizi çıkmış. Keyifli bir seyir o ayrı, hele bir de CRISPR teknolojisi, biyo-hacker’lık, transhümanizm, biyo-sanatlar ilginizi çekiyorsa.


Dr. Frankenstein’lar: Bilimin Canavarları

Bilimsel etik söz konusu oldu mu Haraway’in (2003) tabiriyle “doğakültürel” angajmanlarımızda ‘müdahale’ olgusunun ta kendisine dair sorgulamalarda hep kurgusal Frankenstein benzeri figürasyonların gölgesi düşer tahayyülümüze ve tefekkürümüze: doğal olanla insan elinden çıkma olan arasındaki muğlak sınırda canavarlar gezinir. Bruno Latour (1991) haklıdır elbette, hepimiz nihayetinde insan-hayvan, organik-inorganik, doğakültürel hibritleriz. Hibritler sınır-arası figürler ise eğer, ihlal figürü olarak canavarlığın imgelemi işgal etmesi elbette kaçınılmaz. Hegel’in dediği üzere aslında bizzat doğa canavarlar yaratır, “her yerde doğa aracı ve alt formasyonlar vasıtasıyla asli sınırları karıştırır, bunlar ise her türlü ayrıma karşı duran durumlar yaratır. Belli türlerde bile (i.e. insan türü), hem bu türe dahil edilmesi gereken hem de türün asli niteliği olarak kabul edilen belirlenimlere sahip olmayan canavarlar ortaya çıkar” (Hegel 1970, §250a) veya Deleuze ve Guattari’nin dediği üzere ‘doğa kendine karşı işler’ [Deleuze-Guattari buna doğaya karşı iştirak/participation contre nature derler] (1980: 295-296).

Bir beş sene sonra Donna Haraway (1985) ‘siborg’ kavramını Deleuze-Guattari ile benzer bir kaygıyla ortaya atacaktır: organik terimler dışında, herhangi bir organik birlik fikrine dayanmaksızın bedeni nasıl tahayyül edebiliriz, “iskanı, yayılmayı, oluşu soy veya ırsi aktarım olmaksızın nasıl düşünebiliriz?” (Deleuze-Guattari, 1980: 295). Soğuk Savaşın sonunda ortaya çıkan bu siborg tahayyülü, organizma ve bedensel işlevler üzerinden tanımlanmayan insan-hayvan, organik-inorganik, insan-yapımı doğal ayrımlarının ötesinde doğanın da zaten kendisine karşı işlediği öngörüsüyle canavara ve hibrite görünürlük kazandırıyordu.

Zaten sınırlar oldum olası canavarlarca işgal edilmiş ise genetiği değiştirilmiş organizmalara, Dolly’lere, kendi bedeni üzerinde kimi zaman kendine zarar verme pahasına deneyler yapan biyo-hacker’lara, bir kez yapıldığında başka pek çok tertibi geri döndürülemez bir biçimde etkileyecek olan teknolojik ‘müdahalelere’ dair etik bir duruşun temeli ne olmalı?

Bu konulara değinen benzer eserler gibi bu diziyi de söz konusu ‘müdahale’ imgesi kat ediyor. Zaten sınır-aşımı verili ise etik kaide neye dayanmalıdır? Genetiği değiştirilmiş hayvanların ve bitkilerin fonda belirdiği, YouTube videolarından öğrendiği yöntemlerle kendi bedenine duyularını artırmak üzere aksamlar yerleştirenlerin boy gösterdiği, CRISPR -gen düzenleme- teknolojisinin capcanlı örneklerinin tezahür ettiği bu sahnede o klasik bilimin ve teknolojinin güç için ‘kötüye kullanılması’ temasının öykünün esas taşıyıcısı olması şaşırtıcı değil.

Bu temanın tekrar tekrar benzer anlatıların merkezinde yer alması teknolojiye dair algımızın tekno-ütopist umutlar ve tekno-pesimist korkular arasında salınıp durmasından kaynaklanıyor elbette.  Biyo-hacker’lar tekno-ütopist bir umutla bedenlerini modifiye etmeye çalışadursun, anlatımızda da “Tanrı’yı oynamak” ve güç sahibi insanların elinde kötüye kullanılan teknolojiler korku eksenini oluşturuyor.


Biyo-hacker’lardan Biyo-Sanatlara Doğayı Hack’lemek

Makine Olmak isimli kitabında, insan bedenini ve buna bağlı hastalık, ölüm gibi olguları aşılması gereken “sorunlar” olarak gören, bedenin her daim yeni teknolojiler vasıtasıyla “artırılan” organik bir makine olduğuna inanan transhümanistler arasında çıktığı seyahatte gazeteci yazar Mark O’Connell’in yolu biyo-hacker’lara da düşer. Pittsburgh’da kendine “siborg” diyen Grindhouse Wetware kolektifine mensup çoğu erkek bir grup insanla birkaç gün geçirir. Anlattıklarına bakılırsa dizide Mia’nın ev arkadaşlarından birinin -Ole- canlandırdığı biyo-hacker temsili oldukça gerçekçidir. Bu “pratik transhümanistler” gerçekten de bilişsel veya duyusal kapasitelerini artırmak için bedenlerine çeşitli aksamlar yerleştirirler. Mesela Grindhouse’un enformasyon müdürü olan Tim Cannon üç ay boyunca bedeninde Circadia isimli bir alet taşır. Circadia bedeninden biyometrik ölçümler alarak her beş saniyede bir bunları Bluetooth üzerinden internete yükler. Aksamı çıkardığında çirkin bir yara iziyle birlikte yaşamak zorunda kalır ama pek oralı değil gibidir. Dizide de Mia’nın ev arkadaşı Ole’nin parmak uçlarına mıknatıs takmak gibi çoğu başarısız bir dizi biyo-hack’leme girişiminde bulunduğunu görüyoruz. Dizi, biyo-hacker sahneyi de gen düzenleme teknolojisi gibi layığıyla temsil etmeyi başarmış.

Florasan hayvanlar ve bitkiler ise bana daha ziyade biyo-sanatlar denilen sahayı anımsattı. Biyo-sanat tabir edilen saha işte bu yukarıda bahsettiğimiz Harawayci doğakültürel hibritlerin genelde doğrudan laboratuvar ortamında sanatsal bir temsilini oluşturuyor. Geçtiğimiz aylarda AkBank Sanat Günümüz Sanatı: Bir Muamma isimli söyleşi serisi çerçevesinde İstanbul’u ziyaret eden Marta de Menezes’in eserleri de doğa ve kültür arasındaki sınıra, organizmanın her daim teknolojik müdahalelerle yeniden yapılanan tabiatına veya tabiatında aslında bundan gayrı bir özü olmadığına, bedenin içi ve dışı arasındaki geçişli ilişkiselliğe değiniyor. Laboratuvarı atölye olarak kullanan Menezes için de CRISPR-Cas9 teknoloji önemli bir araç.

CRISPR, Gen(om) düzenleme/editleme, bilim insanlarının organizmanın DNA’sını değiştirmelerini sağlayan teknolojilere verilen isim. Bu teknolojiler sayesinde genetik malzemeler genomda belli bölgelere ekleniyor, buralardan çıkarılıyor veya değiştiriliyor. CRISPR-Cas 9 ise bakterilerde doğal yollarla oluşan bir genom düzenleme sisteminden uyarlanmış. Bakteri, bünyesine nüfus eden virüslerden DNA parçacıkları kapar ve bunları kullanarak CRISPR dizilimi olarak adlandırılan DNA segmentleri yaratır. CRISPR dizilimleri bakterinin virüsleri “anımsamasını” sağlar. Virüsler bir daha saldırdığında, bakteri CRISPR dizilimlerinden RNA segmentleri üretir ve bunlarla virüslerin DNA’sına saldırır. Bakteri daha sonra Cas9’u veya benzer bir enzimi DNA’yı parçalamak ve virüsü yok etmek için kullanır.

CRISPR-Cas9 sistemi laboratuvarda da aynı şekilde çalışır. Bilim insanları, genomda belli bir DNA dizilimine bağlanmak üzere “kılavuz” denilen kısa bir dizilime sahip ufak bir RNA parçası yapar. RNA Cas9 enzimine da bağlanır. Değiştirilmiş RNA, DNA dizilimini teşhis etmek için  kullanılır, Cas9 enzimi ise hedeflenen yerde DNA’yı keser. Cas9 dışında Cpf1 gibi enzimler de bunun için kullanılabilir. DNA kesildiğinde, araştırmacılar hücrenin kendi DNA onarma mekanizmasını kullanarak genetik malzemeler ekler veya çıkarır ya da DNA’nın bir kısmını çıkarıp yerine başka bir DNA dizilimi koyarak onu değiştirir.

Şu anda bu yöntem daha ziyade insanlarda hastalıkların önlenmesinde ve tedavisinde kullanılıyor. Araştırmaların çoğu hücreler ve hayvan modelleri üzerinde yapılıyor, bu yaklaşımın insanlarda güvenli olup olmadığına dair ise çalışmalar devam ediyor. Dizide de görüldüğü üzere insan genomunda bu teknolojileri kullanmanın etik olup olmadığı halen tartışma konusu. Şu anda yapılan değişikliklerin çoğu somatik hücrelerle kısıtlı, yani yumurta ve sperm hücrelerini içermiyor. Dolayısıyla sadece belli dokuları etkiliyorlar ve nesilden nesile aktarılmıyorlar. Embriyoda veya nesilden nesile aktarılabilen germ hattında söz konusu değişikliklerin yapılması pek çok ülkede yasak. Mia’nın bitkilerde gen düzenleme teknolojisini kullanan ev arkadaşlarından birinin de -Chen-Lu- bundan bahsettiğini anımsayalım.

Marta de Menezes de tıpkı dizideki Chen-Lu ve diğerleri gibi bu teknolojiyi kullanarak misal kelebeklerin kanat desenlerini değiştiriyor (bkz. Nature? isimli proje). Kanadın normal gelişimine müdahale ederek doğada rastlanmamış desenlere sahip olmasını sağlıyor. Bu müdahaleyle kelebeğin genleri değişmiyor, desenler kelebeğin yumurtalarına aktarılmıyor. Daha önce doğada rastlanmayan bu desenler kalıcı da değil, bir süre sonra kayboluyor.

Nature? Projesi (1999-2000) kapsamında kanat desenleri geçici bir süre değiştirilen bir kelebek

Nucleart adını verdiği başka bir projesinde ise florasan boyalarla eşleştirdiği DNA moleküllerini, insan hücresinin çekirdeğindeki kromozomları, bazen genleri boyamak için kullanıyor. Bir lazer mikroskopu sayesinde hücrelerin içini üç boyutlu olarak görebiliyoruz. DNA’yı doğrudan boya olarak kullanarak elde edilen “mikro heykelcikler” bu teknoloji sayesinde izlenebiliyor. Sanat eserinin yukarıdaki kelebek örneğinde olduğu gibi çekirdeği boyanan canlı hücreler olduğunu görüyoruz. Ancak mikroskopları gözlemlediğiniz anda heykelcikler yok oluyor. Sanatçı gözlemcinin ediminin gözlemleneni etkilemesine bir örnek olarak görüyor bunu: Heisenberg’in meşhur belirsizlik ilkesi. Heykelcikleri kavisli ve yarı saydam ekranlara yansıtılmış videolar şeklinde izliyoruz.

Nukleart (2000-2002) Projesi çerçevesinde çekirdekleri boyanmış canlı hücreler.

Dizi gerçekten de CRISPR-Cas9 teknolojisine, bu teknolojinin uyandırdığı etik sorulara, biyo-hacker’lar ve biyo-sanatlar sahnesine dair gerçekçi bir resim sunuyor. Inverse dergisinin yorumunda da belirttiği üzere olay örgüsü bu kadar başarılı değil elbette. Bu noktada o artık iyice aşina olduğumuz şahsi ve ailevi meseleler üzerinden büyük komploların açığa çıkarılması kurgusu tekrarlanmış. Bunun dışında doğayı hackleme temasının Freiburg gibi doğasıyla tanınan ve Almanya’da “organik” ve “biyo” kaygıların oldukça yüksek olduğu bir şehirde sunulması hoş bir tezat oluşturmuş. Bunca fütürist bir temanın misal Frankfurt veya Hamburg değil de New Age kültürün yaygın olduğu Freiburg şehrinde sahnelenmesi bile biyo-tekno hibride güzel bir örnek teşkil ediyor.

Jasper karakterinin son bölümlerde gözüne kan oturması onun da genetiği değiştirilmiş bir organizma olarak resmedilmesini sağlıyor, malum genetiği değiştirilen organizmaların gözleri teşhis edilebilsinler diye laboratuvarda kırmızıya boyanır. Böylece bu ihanete uğramış, kandırılmış, genetik bir hastalıktan muzdarip karakterin, laboratuvarda genlerini değiştirdiği “yoldaş türlerle” (Haraway 2003) yakınlığı vurgulanıyor. Üzerinde oynanmış, sonra da gözden çıkarılmış bir ara-form olarak böylece damgalanan ve toplum dışına itilen Jasper’in insan-hayvan hibridi ve suçlu, adeta bir canavar oluşu dizinin seyrinin en güzel tematik dokunuşlarından biri. Baş karakterimiz Mia/Emma’yla yoldaşlıkları da bu zemin üzerinden yeniden kurulacağa benzer, zira süper-kahraman ve canavar figürleri arasındaki sınır da oldukça muğlaktır.


 

Kaynakça

 

 

 

Exit mobile version