Site icon Terrabayt

Jean-Claude Michéa ile Söyleşi


Michael C. Behrent daha önce yazar Jean-Claude Michéa’nın düşüncelerini ve “yeraltının Fransa’daki yeni nesil anti-kapitalist radikaller üzerindeki etkisini” incelemişti. Bu röportajında ise Michéa’ya siyasi görüşlerine, Fransa’daki mevcut siyasi duruma ve Sarı Yelekliler hareketine dair fikirlerini soruyor. 

Michael C. Behrent: Eserleriniz, kapitalizmin amansız bir biçimde bireycilik ve bireysel arzular peşinde koşmadan var olamayacağını gösteriyor. Bu, çoğumuz için ikinci doğa haline gelen kendini gerçekleştirme ve sosyal norm eleştirisi gibi değerler içeriyor. Bu nedenle, ekonomik liberalizmin kültürel liberalizm olmadan var olamayacağı sonucuna varıyorsunuz. “Sağcı bir ekonomi” diye yazıyorsunuz, “bir sol kültür olmadan kalıcı bir şekilde işleyemez.” Kitaplarınızda söylenen – solun liberalizmden kati olarak kopması gerektiği midir?

Jean-Claude Michéa: Doğru, bugünün sol entelektüellerinin çoğu (diğer bir deyişle, yetmişlerin sonlarından beri kapitalist sistemin radikal ve tutarlı eleştirilerinden kademeli olarak vazgeçenler) tamamen özgürleştirici olarak gördükleri siyasi ve kültürel liberalizm ile mali “sapma” içinde olduğundan kınamaya hazır oldukları ekonomik liberalizm arasında neredeyse alışılagelmiş bir ayrım yaparlar. Bu bakış açısı şaşırtıcı olmasının tek nedeni, kaçınılmaz olarak Foucault gibi sosyalizmin tüm entelektüel çerçevesinin orijinal halini terk etme çağrısı haline gelmesi de değil (örneğin, Marx’ın kapitalist sistemin kültürel olarak muhafazakâr olmak şöyle dursun herhangi bir “ahlaki veya doğal sınır” ile uyuşmadığını ileri sürdüğü düşünüldüğünde, sistemin gerçek sloganı “Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet, Bentham”dır). Ayrıca Adam Smith ve ekonomik liberalizmin ilk savunucuları için (ekonomik liberalizmin sol entelijansiyanın Aydınlanma’nın mantıksal çocuğu olarak görmekte hep zorlandığı ideolojik bir akım olduğunu söylemek gerekir) ekonomik özgürlüğün ve “tatlı ticaretin” ilerlemesinin illa hoşgörüye, bilimsel ruha ve bireysel özgürlüklere bağlı olduğu gerçeğini gözden kaçırmaya neden olur.

Aslında, Hayek’in The Road to Serfdom‘da hatırlattığı gibi liberal bir ekonomi, devlet ve toplumun herhangi bir müdahalesi olmaksızın; “herhangi biri üretilebilecek veya satılabilecek herhangi bir şeyi üretmekte, satmakta ve satın almakta özgür” olmadıkça tutarlı ve verimli bir şekilde işleyemez; dolayısıyla “sıradan faaliyetlerinin peşinde koşan bireyi, alışılmış veya öngörülen yollara bağlayan bağlardan kurtarmaya” katkıda bulunur.

Bu “özgürleştirici” varsayımın bütün çıkarımları mantıksal sonucuna götürülürse, bireylerin ekonomik özgürlüklerini ahlaki, dini veya felsefi “tercihler” adına sınırlandırmaya yönelik herhangi bir iddianın (örneğin, uyuşturucu satışının serbestleştirilmesine, Pazar günleri çalışma hakkına veya taşıyıcı anneliğe karşı çıkmak), tek tek insanların “uygun gördüğü gibi yaşama” doğal hakkıyla ve bunun özünü oluşturan siyasi ve kültürel liberalizmle çelişebileceği ortaya çıkar.

Bu arada, liberal ideolojinin bu iki paralel ve birbirini tamamlayan versiyonunun – hukuku vurgulayan (sol kanat) ve piyasayı vurgulayan (sağ kanat) – aynı metafizik kurgudan yola çıkması tesadüf değildir: “doğal olarak bağımsız” (dil ve toplumun varlığından önce bile tamamen insanlaşmış) “kendilerine tamamen sahip” ve son kertede sadece “menfaatlerini maksimize etmek” için hareket eden bireyler olduğunu öne süren antropolojik olarak absürt bir mefhum. Kısacası bu, Marx’ın keyifle “Robinsoncular” diye alay ettiği “on sekizinci yüzyılın hayal gücünden yoksun tafralarından” biridir (Smith ve Ricardo’da başlangıç noktasını teşkil eden “yalıtılmış avcı ve balıkçı”).

Behrent: Güncel olaylara bakarsak, “sarı yelekliler” hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitaplarınızda formüle ettiğinize benzer bir çağdaş toplum eleştirisini ifade ediyor mu?

Michéa: İlk günden itibaren sarı yelek hareketini desteklemek için çağrı yaptım; o arada entelektüel ruhban sınıfı – özellikle de radikal sol kanadı- harekete, Zaman Makinesi’ndeki Eloi’nin Morlocklar’a ! baktığı gibi, (Morlocks, H.G.Wells’in 1895 romanı The Time Machine için yarattığı kurgusal bir türdür ve ana kahramanlardır.ç.n) aynı dehşetle bakıyordu. Gördüğüm kadarıyla, (tüm gerçek popüler hareketlerde olduğu gibi kadınların kesinlikle belirleyici bir rol oynadığı) bu alt tabaka hareketinin ilk erdemi, , “halkın”, (büyük küreselleşmiş metropollerin çeperinde yaşayan göçmen nüfus dışında) kati olarak her türlü politik önemini yitirdiğini öne süren yeni liberal solun temel mitini ortadan kaldırmasıdır.

Ama tam da bu halk tarih sahnesine intikam alırcasına geri dönmekle kalmadı hareketlerinin insanı kendine getiren kendiliğindenliği ve doğrudan demokraside ısrar pratiği sayesinde birkaç hafta içinde tüm sendika ve aşırı sol bürokrasilerin otuz yılda elde ettiğinden fazla somut sonuçlar almaya başladı. (“Seçmek istemiyoruz, biz oy vermek istiyoruz!” [“Vote to Revolt” (İsyan için Oy) ç.n ] sarı yeleklilerin en popüler sloganlarından biridir).

Gördüğüm kadarıyla, (tüm gerçek popüler hareketlerde olduğu gibi kadınların kesinlikle belirleyici bir rol oynadığı) bu alt tabaka hareketinin ilk erdemi, , “halkın”, (büyük küreselleşmiş metropollerin çeperinde yaşayan göçmen nüfus dışında) kati olarak her türlü politik önemini yitirdiğini öne süren yeni liberal solun temel mitini ortadan kaldırmasıdır.

Burası, Bernard-Henri Levy’nin her gün sınıf nefretini kustuğu ancak otuz yıldan fazla bir süredir onun liberal müjdesinin pratik sonuçlarından oldukça etkilenen küçük ve orta büyüklükteki kasabalardan ve denizaşırı bölgelerden oluşan Fransa’nın “kenarı”dır; öyle ki en yoksul kırsal bölgelerde yaşam koşulları, “sorunlu” varoşlardan çok daha dramatiktir. Fransa nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını oluşturan bu bölgenin sol entelijansiyanın radarından tamamen silinmiş olması şaşırtıcı değil. Bu ekonomik ve kültürel liberalizmin ilkelerini benimseyen modern solun; nüfusun yalnızca %10 ila 20’sini temsil eden yeni, aşırı eğitimli ve çok-hareketli, liberal küreselleşmenin sorunlarından  yapısal olarak korunan (tabi bunlardan doğrudan fayda sağlamıyorlarsa), küreselleşmiş metropollerde yaşayan üst-orta sınıflar lehine yavaş yavaş toplumsal tabanını terk etmesine neden olan sürecin mantıksal sonucudur.

Bu arada, yalnızca en zengin yüzde 1‘in egemen sınıfı oluşturduğunu öne süren o oldukça gizemleştirici (ama çok rahatlatıcı) fikrin sadece epey içine kapalı, “ilerici” bilinçleri salt ayrıcalıklı yaşam tarzlarının ve sistematik “bir aradalık” pratiklerinin mantıksal sonucu olan bu sosyal gruplar arasında kök saldığını belirtmeye gerek yok.

Günümüzde en radikal işçi sınıfı hareketlerinin (veya en azından en devrimci potansiyele sahip olanların) neredeyse her zaman neden sol sendika ve partilerin dışında kök saldığını bu “sosyolojik karşı devrim” her şeyden iyi açıklıyor.

Yeni solun parlak entelektüel seçkinleri, bir kez sosyalist eleştiriye benzer her şeyden kesin olarak vazgeçip (Hillary Clinton’ın gece elbiseleri ve Emmanuel Macron’un takım elbiseleri dâhil) servetin büyük çoğunluğunu kendi elleriyle üretenlerin doğalında ırkçı, cinsiyetçi, alkolik, homofobik ve Yahudi düşmanı, tekinsiz, itici “acınası bir yığın”dan[1] başka bir şey olmadığını düşünmeye başladığında, işçi sınıfı çevrelerinde, kapitalizm nihai aşamasına girerken (Immanuel Wallerstein’dan ödünç alınan bir kavram), sol-sağ ayrımının eski tarihsel önemini yitirdiği bilincini yaymanın tüm koşulları mevcuttu. Sonuç olarak şu anda bu durum, 1967’de Guy Debord’un “müstakil iktidarın rakip biçimlerinin o muhteşem sahte mücadeleleri” dediği şeyden başka bir şeye karşılık gelmiyor.



Bu neredeyse eşi benzeri görülmemiş tarihsel bağlamda (bir kez daha, bitmeyen sermaye birikim sürecinin iç çelişkileri, -Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinde öngördüğü gibi- modern üretim sürecinde yaşayan emeğin payının sürekli düşmesi nedeniyle giderek daha aşılmaz hale geldi), Podemos’un kurucularının ileri sürdüğü devrimci tezi, bütün önemiyle anlamak mümkün hale geliyor. Pablo Iglesias, Juan Carlos Monedero ve Inigo Errejon’un bize hatırlattığı gibi, belirleyici siyasi yarılma artık liberal kalenin sağ kanadı ile sol kanadı arasındaki ayin kabilinde karşıtlık olamaz. Bu aksine sınıflı toplumda her zaman olduğu gibi, “aşağı” (diğer bir deyişle Machiavelli’nin vurguladığı gibi, her şeyden önce “soylular tarafından yönetilme ve baskı altına alınmama arzusunu paylaşan “madunlar”) ve “yukarı ”(yani sınıf ayrıcalıklarını genişletme yönlü bitmez endişeleri yüzünden “halkı amansızca yöneten ve ezen “soylular”) arasındaki çok daha keskin ayrımdır.

Gerçekten de şu anda Sarı Yelekliler’i hakikaten destekleyen (kendilerini ister sağ ister sol olarak nitelesinler) ayda 3.000 avrodan fazla kazanan [yılda 40.000 dolardan biraz fazla] (yani Fransız nüfusunun %17’si) birini bulmak, (nüfusun %60’ını oluşturan) ayda 2.000 avrodan az bir parayla [yılda yaklaşık 27.000 dolar] “yaşayıp” da harekete kararlı bir biçimde karşı çıkan birini bulmak kadar zor.

(Fransız liberal solunun en önemli gazetesi) Le Monde‘un 16 Aralık 2018’de yaşadığı inanılmaz talihsizlik bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlı. Sarı Yelekli bir ailenin korkunç derecede esnek ve zor yaşam koşullarına empatiyle yaklaşan bir haberi yayımlamayı onaylama hatasına düştükten sonra bu liberal gazetenin web sitesi olağan sol eğilimli okuyucularının öfkeli ve nefret dolu yorumlarıyla doldu: Doğru ten rengine sahip olma bahanesi bile olmayan (siyah olmayan, ç.n.) bu “sosyal asalaklar” ve “refah devletinden yararlananlar” (sosyal yardım alanlar) için merhamet gösterilmesine öfkeliydiler.

Gerçekten de şu anda Sarı Yelekliler’i hakikaten destekleyen (kendilerini ister sağ ister sol olarak nitelesinler) ayda 3.000 avrodan fazla kazanan [yılda 40.000 dolardan biraz fazla] (yani Fransız nüfusunun %17’si) birini bulmak, (nüfusun %60’ını oluşturan) ayda 2.000 avrodan az bir parayla [yılda yaklaşık 27.000 dolar] “yaşayıp” da harekete kararlı bir biçimde karşı çıkan birini bulmak kadar zor.

Tüm bunlar, Upton Sinclair’in şu görüşünü haklı çıkarıyor: “insana maaşı anlamamasına bağlı olan şeyi anlatmak zordur.” Sarı Yelekliler hareketinin kısa vadeli siyasi kaderi ne olursa olsun (çünkü iyi bir Thatchercı solcu olan Emmanuel Macron’un isyanı kırmak ve sınıfsal ayrıcalıklarını savunmak için en kanlı olanlar da dâhil her yolu kullanmaktan bir an bile çekinmeyeceği unutulmamalı) – “aşağıda” olanların politik bilinci, birkaç hafta içinde olağanüstü bir şekilde arttı (özellikle şu anda her yönden su alan sözde “temsili” sistemin yapısal sınırları söz konusu olduğunda).

Behrent: Şu anda, liberalizm (en azından siyasi biçimi), otoriterliğin dönüşü ​​tehdidiyle karşı karşıya gibi görünüyor. Bu bağlamda, demokrasiden geriye artık ne kaldıysa onu koruyabilecek durumda olan bireyleri ve siyasi güçleri, açıkça neoliberal olsalar bile en azından kısa vadede desteklemek gerekmez mi?

Michéa: 18 Mayıs 1944’te Noel Wilmett’e yazdığı mektubunda Orwell şöyle demişti: “İngiliz emperyalizmine dair bildiklerim ondan hoşlanmamama yeter ama Nazizm veya Japon emperyalizmine karşı ehvenişer diye onu desteklerim.” Dürüst olmak gerekirse, bu analize ekleyecek pek bir şeyim yok. Ne zaman totaliter bir hareket, liberal bir toplumda iktidarı ele geçirmenin ve özgür kurumlardan geriye kalan her şeyi yok etmenin sahiden eşiğine gelse (durumun bu noktaya varacak kadar yozlaşmasına neden olan “hatalar silsilesi”ne dair o çok elzem soruyu bir yana bırakalım), bir halk dostu için “ehvenişeri” tercih etmekten başka olası bir çözüm yoktur, bu “neoliberallerle” ittifak kurmak anlamına gelse bile.

Bununla birlikte, sorunuzun bu formülasyonunda beni rahatsız eden bir şey var. Siyasi liberalizm ile katı tanımıyla, yani “halkın, halk tarafından ve halk için gücü” olarak demokrasi arasında çözülemeyen felsefi bir bağ olduğunu ima ediyor. Ancak bu tez en az iki nedenden dolayı tartışmalıdır. Birincisi, liberaller – içgüdüsel bireysellikleri nedeniyle (yani, “doğal olarak bağımsız” ve “tamamen kendilerine sahip olan” bireyler), genellikle cumhuriyetçi “halk egemenliği” (veya “genel irade”) fikrine karşı içgüdüsel olarak ihtiyatlı davranır, bunun genelde “çoğunluğun tiranlığı” veya “kolektivizm” tohumunu barındırdığından şüphelenirler. Bu arada, 1789 devrimcilerinin “eski çağ” radikal demokrasisinden ihtiyatla ayırt ettikleri sözde “temsili” siyasi sistemin asıl tarihsel varoluş nedeni budur. İlki, Montesquieu tarafından teorileştirilen, insanların kendilerini temsil edecek kişileri seçecek kadar bilge, ancak kendilerini doğrudan yönetecek kadar akıllı olmadıkları kanaatine dayanır. Dolayısıyla siyasi liberalizm, liberal toplumu karakterize eden “demokratik açıkların” artmasında kilit bir rol oynadığını hemen hemen herkesin kabul ettiği siyasal yaşamın profesyonelleşmesinden (ve buna karşılık gelen “uzmanlar” hükümdarlığından) ayrılamaz görünür.

İkinci neden ise tam da küreselleşmiş sermaye birikim sürecini etkileyen yeni kısıtlamalardır: diğer faktörlerin yanı sıra, kredi, borç ve spekülatif ürünlerin şişirilmiş rolü (yani, Marx’ın tek bir sözcükle “hayali sermaye” dediği her şey). İşte bu durum giderek daha fazla liberal devletin geleneksel demokratik kurumları ve özellikle genel oy hakkı ilkesini piyasa ekonomisinin düzgün işleyişine gerçek bir tehdit olarak görmesine neden oluyor. (Bu noktada Avrupa Birliği’nin mevcut liderlerinin gizliden söyledikleri şeylere dair Yunanistan eski maliye bakanı Yannis Varoufakis’in inanılmaz ifadesini okumak yeter). Alman eleştirmen Wolfgang Streeck’in belirttiği gibi, Fordist ve Keynesçi “mali devlet” (ki en nihayetinde vergilere dayanıyordu) yavaş yavaş yerini neoliberal “borçlu devlete” (sürekli finans piyasalarından borç almak zorunda olan) bıraktığında, yeni seçilen herhangi bir hükümetin ister sağda olsun ister solda (liberal devletlerin 2008’de iflastan kurtardığı) uluslararası kredi kuruluşlarına kendi seçmenlerinden çok daha fazla sorumlu olacağı bellidir.

Üstelik bu, onlarca yıldır liberal hükümetleri sürekli oy hakkının ölçeğini sınırlandırmaya iten o endişe verici eğilimin ana nedenlerinden biridir. Oy hakkı böylece doğrudan yönetici elitler tarafından atanan, dolayısıyla halk nezdinde sahici bir meşruiyetten yoksun olan uzmanların ve yargıçların (ve hatta – serbest ticaret anlaşmaları durumunda – özel mahkemelerin) “anayasal” denetimi altına alınarak sürekli sınırlamaya zorlanır. Fransa’da, ideolojik olarak Macron’a çok yakın olan bazı solcu ve aşırı solcu hukuk uzmanları, “demokrasinin nihai değerleri”ni halktan daha fazla somutlaştırdığı iddia edilen “tarafsız” yargıçlar, sandıktan çıkan “popülist” kararları sürekli olarak iptal edip askıya aldığında “hukukun üstünlüğünün” sağlanacağını iddia edecek kadar ileri gider.

Ne de olsa, 12 Nisan 1981’de, demokrasiyi ve bireysel özgürlüğü korumak adına, halkçı Salvador Allende’nin – yasal olarak seçilmiş olmasına rağmen – Milton Friedman’un o gayretli öğrencisi, işkenceci Augusto Pinochet tarafından devrilmesini haklı çıkaran Friedrich Hayek değil miydi?

Behrent: Yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük artıyor. Bu bağlamda ırkçılıkla mücadele her zamankinden daha gerekli görünüyor. Örneğin, Amerikalı ilericiler arasında “beyaz ayrıcalığın” eleştirisini düşünüyorum. Ancak size göre kültürel liberalizmde yanlış olan her şeyi, ırkçılık karşıtlığı ve kimlik siyaseti ortaya koyuyor. Onların neoliberalizmin suç ortağı olduğunu düşünüyorsunuz. Düşünme tarzınızın bu mücadeleleri, özellikle de bunca gerekli oldukları bir zamanda gayri meşrulaştırma riski taşımıyor mu?

Michéa: Şüphesiz, son yıllarda sol entelijansiya en çok ırkçılık ve azınlıkların savunulması (cinsel ya da başka türlü) konusunu kaleme aldı. Aslında, bu “sivil” mücadelelerin hiçbirinin “gayrı meşru kılınması” çağrısında bulunmadım. (Ne de olsa Kapital‘de, “beyaz derili emek, siyah derinin damgalandığı yerde özgürleşemez” diyen Marx’a sadığım.)

Bununla birlikte, yeni sol entelijansiyanın, açıkça ifade ettiği üzere yeni liberal düzene dönük her türlü sosyalist eleştiriyi bir elden engelleme amacıyla bu mücadeleleri nasıl da araçsallaştırmaya koştuğunu görünce endişe etmemiz gerekir. (örneğin bunda Bernard-Henri Levy’nin ve “yeni filozoflar”ın rolünü hatırlayın). Şu anki sol görüşlü entelektüel kuşağın, Marx’ın “aşıldığı” fikriyle yetişmiş olması– kaçı Kapital‘i gerçekten okudu acaba – hiç de işimize yaramıyor!

Şu anki sol görüşlü entelektüel kuşağın, Marx’ın “aşıldığı” fikriyle yetişmiş olması– kaçı Kapital‘i gerçekten okudu acaba – hiç de işimize yaramıyor!

Fransa bu bakımdan iyi bir örnek. 1984’te Elysée Sarayı’nda, medya ve eğlence dünyasında resmi olarak derhal “kendiliğinden” “sivil” bir hareket diye tanıtılan ve övülen SOS-Racisme (Irkçılık Karşıtları)’nı kuran ve finansmanını özellikle organize eden kişinin (liberal iktisatçı Jacques Attali ve o dönemde esas danışmanı olan Jean-Louis Bianco’nun yardımıyla) François Mitterrand’ın ta kendisi olduğunu artık herkes biliyor. Asıl görevi, üniversitelerde ve liselerde liberal dönüşle sarsılması mümkün olan öğrenci gruplarını, yeterince makul ve onurlu bir ikame mücadeleye yönlendirmekti. Bu “ırkçılık karşıtı,” “antifaşist” ve “sivil” ikame mücadele, Mitterrand ve çevresinin gözünde, bu gençliği neoliberal kapitalizmin yeni “sınırları kaldırma” hayaline nazikçe alıştırmak gibi hiç de azımsanamayacak bir avantaja sahipti. Guy Debord, son mektuplarından birinde bu tür bir “sivil” harekete ironik bir atıfta bulunuyordu “entelijansiyanın şu anki çığırtkan güvercinlerinin gözünde sadece üç kabul edilemez suç var: ırkçılık, anti-modernizm ve homofobi.””

Çeşitli “toplumsal” çatışmaların böyle sinikçe araçsallaştırılması, sola pratikte iki bakımdan felaket getirdi. Entelektüel açıdan “hak eşitliği ve ayrımcılığa karşı” herhangi bir mücadelenin her zaman sistem tarafından kapılacağı bellidir. Sistem bunları modern kapitalizmin dinamiklerine dönük eleştirel bir incelemeden (özellikle Marx’ın meta saltanatının, yani o “büyük, sinik eşitleyicinin” siyasi ve kültürel etkilerine dair -şu anda daha önce hiç olmadığı kadar aydınlatıcı olan- incelemesinden) tamamen koparmak için her türlü çabayı sarfeder. Bu, küresel ekolojik krizin, tüm kapitalist üretim tarzının dayandığı hızlı ve büyük gelişme kültünü bir an bile hesaba katmadan açıklanabileceğini iddia etmek gibidir!

Diğer yandan, pratikte işçi sınıfının, bu ikincinin nihayetinde katkıda bulunacağı asıl ilerlemenin her daim onların arkasında ve onlara rağmen gerçekleşeceğini fark etmesi uzun sürmedi. Bu yeni “toplumsal” mücadelelerde başından beri kontrolü yeni sol burjuvazinin ele aldığı (özellikle akademisyenler, gazeteciler ve sanatçılar) belliydi. “Azınlıkların” fiili özgürleşmesinin, bu azınlıklara mensup en hırslı birkaç kişinin egemen sınıfa entegrasyonundan geçmeyeceğini anlamışlardı.

Bu muğlak diyalektiği en iyi temsil eden şey, Haziran 2017’deki yeni Fransız Ulusal Meclisi’nin seçimidir. O sıralarda medya, Fransız Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman bu kadar çok kadın (yaklaşık yüzde 40) veya “görünür azınlık” içeren bir parlamento bulunmadığını hep beraber coşkuyla selamlıyordu. Bunun insani açıdan ileriye doğru büyük bir adım olduğunu bir an bile inkâr etmem. Sorun şu ki, toplumsal açıdan böylesine homojen bir yasama meclisi bulmak için 1871’e (Versay meclisinin Paris Komünü katliamını emrettiği yıla) dönmek gerekir. Ülkenin ciddi bir çoğunluğu işçi sınıfı olmasına rağmen, bu sınıfına mensup vekiller parlamento üyelerinin %3’ünden daha azını oluşturuyordu; dahası 1848’den beri parlamentoda ilk kez tek bir gerçek işçi yoktu.

“Aşağıdakiler”in genelde sözde “toplumsal” denilen çatışmaları hor görmesinin nedeni “doğalında” cinsiyetçi, ırkçı ve homofobik olmaları değildir. 2017’de Agone yayınları tarafından yayımlanan yakın tarihli sosyolojik bir çalışma olan Avrupa’da Sosyal Sınıflar, “ulus ötesi hareketliliği ve başkalarına karşı hoşgörüyü vurgulamak için çok istekli olan üst sınıfların aksine, işçi sınıfının pratikte diğer sosyal gruplardan daha fazla karışık ve farklı” olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni, akademik solun hâlâ akademik bir soru olarak tartışmaya devam ettiği kültürel ve ekonomik liberalizmin “diyalektik birliğinin” üzücü gerçekliğini her gün deneyimlemeleri.

Son birkaç yıldır İngiliz yönetmen Matthew Warchus’un her açıdan hayranlık uyandıran Pride filmine pedagojik açıdan bu kadar önem vermemin nedenlerinden biri de bu. Aktivist film yapımcılığının bu küçük şaheseri, Londra merkezli “Lezbiyenler ve Geyler Madencileri Destekliyor” grubuna mensup genç sosyalist aktivistlerin, 1984 yazında küçük Onllwyn köyündeki Galli madencilere verdikleri kararlı destek sayesinde madencilerin eşcinselliğe bakışlarının nasıl derinden değiştiğini gösteriyor. Bunun esas nedeni (her halükarda neredeyse her zaman yeni orta sınıflara mensup olan) geleneksel LGBT aktivistlerinin aksine sendikacıları ahlaki vaazlarla “medeni”leştirilmesi gereken bir “yerli” kabilesi olarak görmenin akıllarından geçmemesi. Onları aksine tıpkı kendileri gibi “Cadı Maggie”nin uğursuz neoliberal hükümetine karşı aynı kararlı mücadeleye soyunmuş mücadele yoldaşları olarak görürler.

Irkçılığı, homofobiyi, cinsiyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve hoşgörüsüzlüğü gerçekten geri püskürtmek mi istiyorsunuz? O zaman işçi sınıfına karşı tüm sınıfsal önyargılarınızı sorgulamayı bir düşünün.

Bu açıdan, Pride filminin mesajı homofobi ile mücadelenin çok ötesine geçiyor. Bu ilkeyi şu şekilde özetleyeceğim. Irkçılığı, homofobiyi, cinsiyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve hoşgörüsüzlüğü gerçekten geri püskürtmek mi istiyorsunuz? O zaman işçi sınıfına karşı tüm sınıfsal önyargılarınızı sorgulamayı bir düşünün: örneğin, onları “acınası bir yığın” (veya Macron’un sözcüsü ve “sosyalist” Dominique Strauss-Kahn’ın eski sağ kolu Benjamin Griveaux’nun “yumuşak” versiyonunu tercih ederseniz “sigara içen ve dizel araba kullanan adamlar”) olarak görmenize neden olanlardan başlayabilirsiniz. Biri en sonunda onlara sürekli hizaya sokulması gereken can sıkıcı çocuklar gibi değil de eşitler olarak muamele ettiğinde, “aşağıdakilerin” en azından kendilerini her zaman en iyi ve en parlak olarak görenler kadar insanlığa, hoşgörüye ve eleştirel zekâya sahip olduklarını çabucak kanıtlayabileceklerini keşfettiğinizde şok olabilirsiniz. Elbette, bugünün sol burjuvazisinin kendine dönük böyle bir incelemede bulunacak ahlaki ve entelektüel kaynaklara hâlâ sahip olup olmadığını görmek lazım. Bundan hiç emin değilim.

Behrent: “Nötr değer” (Nötr değer, sosyologların araştırmalarını yürütürken tarafsız olmak ve önyargılarının üstesinden gelme görevidir.ç.n)  fikrini ve bunun çağdaş siyasi düşüncede kapladığı yeri eleştiriyorsunuz ya da en azından bunun sınırlarını gösteriyorsunuz. Ama farka açık, iyi, özellikle de hoşgörülü bir toplumda öyle ya da böyle buna benzer bir ilkeye gerek yok mudur?

Michéa: Sorun şu ki, politik, ekonomik ve kültürel liberalizmin tüm varsayımlarını yeniden gündeme getirmeden “nötr değerden” bahsetmek bana çok zor geliyor! Bütün bu liberal felsefi inşaların altında, (on yedinci yüzyıldaki korkunç din savaşlarının travmatik deneyim sırasında ortaya çıkan) bir fikir yer alır: insanlar doğalında herhangi bir “iyi yaşam” veya “ruhun kurtuluşu” tanımı üzerinde mutabık kalamadıklarından (ahlaki ve kültürel görecelik liberalizmde mantıksal olarak içseldir), yalnızca bizi böldüğü varsayılan tüm ahlaki, felsefi ve dini değerlerin tamamen özelleştirilmesi (bunun yanı sıra asgari ve “nötr değer” olan yeni bir tür devletin yaratılması) sayesinde tek tek bireyler, pasifleştirilmiş bir siyasi çerçevede kendilerine en uygun yaşam biçimini seçme hakkını temin edebilir.

Kâğıt üzerinde böyle bir program çok çekici görünmektedir (özellikle, Marx ile birlikte, “her bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişimi için şart olduğuna” inandığımızda). Sorun şu ki, “nötr değer” zorunluluğu (veya tercihen “ideolojinin sonu” ideolojisi) her daim siyasi ve kültürel liberalizmi, asgari ortak bir dili ve toplumun aksi takdirde kalıcı bir biçimde kendini yeniden üretemeyeceği sosyal bağları temin etmek için er geç piyasanın “görünmez eline” bel bağlamaya zorlar.

Sorun şu ki, “nötr değer” zorunluluğu (veya tercihen “ideolojinin sonu” ideolojisi) her daim siyasi ve kültürel liberalizmi, asgari ortak bir dili ve toplumun aksi takdirde kalıcı bir biçimde kendini yeniden üretemeyeceği sosyal bağları temin etmek için er geç piyasanın “görünmez eline” bel bağlamaya zorlar.

Hem Eski Rejimin adaletsiz ilkelerine hem de Rousseau’nun halkçı cumhuriyetçiliğine karşı, iyi bir liberal olan Voltaire, 1760’da “para söz konusu olduğunda, herkes aynı dine mensuptur” diye yazdığında bunu çok iyi anlamıştı. Gerçekten de, dinsel savaşların dinamiğini etkisiz hale getirmenin ve komünal yaşamı yatıştırmanın tek yolu, bizi dini, ahlaki veya felsefi olarak bölebilecek herhangi bir değeri sonsuza kadar kamusal alanın ötesine itmekse, böyle bir toplumun “ekonomik din” ve kökeninde kapitalist üretim tarzının imgelemini tanımlayan “aydınlanmış kişisel-çıkar” gizeminden başka bir yerde nasıl denge bulabileceği açık değildir.

Eski sosyalistlerin neden her zaman bu “her şeyi eşitleyen saf özgürlük ideolojisi”ni (Guy Debord’un ifadesiyle) eleştirmeye özel bir önem atfettiğini böylece daha iyi anlarız. Onlar bunun liberal toplumun tüm insani değerleri,“egoist hesaplamanın buzlu sularında” boğmasıyla (Marx ve Engels) ve “insanlığın her biri ayrı bir ilkeye ve ayrı bir amacı sahip monadlara çözülmesiyle” (Engels) sonuçlanabileceğini hemen anlamışlardı.

Aslında, “ortaklık”, “ortak yaşam” ve “topluluk” gibi kavramların asgari bir anlamdan ve felsefi meşruiyetten yoksun olduğu bir bağlamda insanın hâlâ nasıl “sosyalist” (veya “komünist”) olduğunu iddia edebileceğini anlamıyorum. Tek önemli siyasi sorun, nezih bir sosyalist toplumda neyin zorunlu olarak komünal yaşama (yani kolektivitenin bir dizi temel soruna müdahale etme hakkının temeli), tam tersine neyin tamamen bireylerin özel hayatlarına ait olduğuna dair demokratik olarak anlaşmak olmalıdır.

Dahası, bu can alıcı soru üzerine (sadece nominalist ve Thatchercı “yalnızca bireylerin var olduğu” ve dolayısıyla toplumun olmadığı varsayımı hemen reddedildiğinde anlam kazanacaktır), on dokuzuncu yüzyıldan beri iki büyük sosyalist akım sürekli olarak birbiriyle karşı karşıya gelir. Bir yanda otoriter ve püriten bir sosyalizm (örneğin Lenin’in Devlet ve Devrim‘de “emek ve ücret eşitliği ile tüm toplumun tek bir ofis ve tek bir fabrika haline geldiğini ilan etmesi), diğer yanda Pierre Leroux’un savunduğu türden demokratik ve anarşist bir sosyalizm (1834’te, Fransız proletaryasını, sosyalist hareketin bazı üyelerinin “bürokratlaşan ve sadece bürokrat olan” bireylerin “inanılacak resmi bir doktrin ve hemen yanı başlarında kurulan Engizisyon ile disiplin altına alındığı yeni bir papalığın gelişini bilerek veya bilmeyerek destekleme eğiliminde olduğuna” yönelik uyaran Pierre Leroux’nunki gibi).

Proudhon, Kropotkin ve Murray Bookchin’in anarşist eğilimli sosyalizmine, Cabet, Stalin ve Mao’nunkinden çok daha fazla sempati duyduğum için “hoşgörülü” ve olabildiğince farklılığa açık bir toplum arzunuzu tamamen paylaştığımı söylemeye gerek yok (Rus Devrimi’nde – Lenin ve Troçki’nin aksine özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür” diyen Rosa Luxemburg değil miydi?)

Bununla birlikte, on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri halkçı, demokratik ve anarşist sosyalizmin harika orijinalliğine katkıda bulunan her şeyi liberal ideolojinin eski kategorilerine çevirmekten felsefi düzeyde ne elde edebiliriz bilmiyorum. Zira militan devrimci Charles Rappaport’un bir zamanlar belirttiği gibi “özgürlük olmadan sosyalizmin sosyalizm olmadığı” tartışılmaz olsa da arkasından hemen şöyle ekler: “sosyalizm olmadan özgürlük de özgürlük değildir.” Sanırım Orwell onu alkışlardı!

Behrent: Benim izlenimim, sol görüşlü pek çok kişi, (özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ni düşünüyorum) George Orwell’in “genel itidal” olarak adlandırdığı – sizin için çok önemli olan – fikirlerden şüphe duyuyor. Bu tür kavramları önyargı ve hoşgörüsüzlüğü savunmanın dolambaçlı yolları olarak görüyorlar. Bu tür kaygılar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Michéa: Maalesef ben bunu Bernard-Henri Levy’nin fikirlerinin yeni sol entelijansiya üzerinde artan etkisinin bir işareti olarak görüyorum! Kısa süre önce yine işçi sınıfının “zekâyı ve kültürü küçümsediğinden” ve “yabancı düşmanlığının ve Yahudi karşıtlığının onlarda patlama noktasına vardığından” bahsetmekten geri durmadı (Sarı Yelekliler hareketiyle karşılaşınca 1871’de Komün üyeleriyle karşılaşan zengin, mülk sahibi burjuvazinin içine düştüğü öfkeli vecit haline girdiğini söylemek gerek.)

Ancak tam tersine bu konuyla ilgili mevcut ampirik çalışmaların çoğu, sınır duygusunun ve somut karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma pratiklerinin tam da işçi sınıfı çevrelerinde yaygın ve canlı olduğunu doğruluyor. Bunu açıklamak kolaydır. Geliriniz çok düşük olduğunda – ki işçi sınıfının çoğunluğu bu durumdadır – ailenizin yardımına ya da köyünüz veya mahallenizin dayanışmasına bel bağlamadan günlük hayatın iniş çıkışlarıyla yüzleşmeyi umut edemezsiniz.

Kısmen ahlaki ve felsefi tutarlılık kaygısıyla kırsal ve “kenar” Fransa’nın kalbinde yaşıyorum; neoliberalizmin zorunlu kıldığı üzere kolektif altyapının çoğunun ortadan kalktığı, bir kafeye ya da dükkâna rastlamadan önce kilometrelerce yolculuk yapmanız gereken- benim durumumda on km.– bir yer burası ve çevremdeki insanların çoğunun davranış biçiminin (köylü şarap yetiştiricileri ve küçük hayvancılık çiftçilerinin çoğunluğu) Hobbes, Mandeville ve Gary Becker’den daha çok George Orwell’in The Wigan İskelesi Yolu ve Katalonya’ya Selam’ına benzediğine sizi temin ederim (Hayatımın çoğunu geçirdiğim büyük metropoller için aynı şeyi söyleyemem).

Bu durum, Marcel Mauss (genel ahlakın antropolojik temelini açıklamak için The Gift’e çok başvuruyorum), EP Thompson (örneğin, onun işçi sınıfının “ahlaki ekonomisi” –ahlaki bir ekonomi, piyasanın bu tür endişelerden bağımsız bir şey olduğunun varsayıldığı bir ekonominin aksine iyilik, insaf ve adalete dayalı bir ekonomidir.ç.n)  ve “müşterek adetler” konusundaki analizleri var aklımda), Karl Polanyi, Marshall Sahlins ve James C. Scott okurlarını şaşırtmayacaktır. Borç: İlk 5000 Yıl‘da “toplumu mümkün kılan tüm insan toplumsallığının temelini” tanımlayan “temel komünizm” ve “gündelik komünizm” (görebileceğiniz gibi Orwell’in “genel itidal”inin özellikle radikal bir versiyonudur) kavramlarını kullanmaktan çekinmeyen David Graeber’i okuyanlar için daha bile az şaşırtıcı olacaktır.

Dolayısıyla şu anda sorunsallaştırılması gereken -bu kavramın gerektirdiği vazgeçilmez felsefi açıklamalar ne olursa olsun- ortak ya da olağan itidal hipotezi değildir. Daha ziyade, -küçülme taraftarları da dahil olmak üzere- solda sınıf küstahlığının ve eski elitist klişelerin kuvvetle dönüşünün sorunsallaştırılması gerekir. Örneğin, “olağan itidal kavramını ortaya atmak, aslında hiç var olmamış olan bir halka dair paternalist ve fantastik bir vizyona iştirak etmektir,” diyorlar. (Bu şaşırtıcı ifadeyi, samimi “eleştirel cumhuriyetçi” Pierre-Louis Poyau’dan ödünç alıyorum.).

Hatta Gustave Le Bon, Hippolyte Taine ve HL Mencken’in fikirlerine dönük yeni yeni keşfedilen o iştahın (örneğin, Macron ideolojisinin farfarası Laurent Alexandre’ın “transhümanist” sözlerini veya bir zamanların görkemli “halkçı” teriminin çoğu sol entelektüel için artık nasıl da “faşizm” ile eşanlamlı hale geldiğini düşünün), “modern” ve “ilerici” solun mutlak ahlaki ve entelektüel iflasının en tartışmasız ve en umutsuz göstergelerinden biri olduğunu söylüyorum.

Artan ekolojik felaketle ve yükselen galiz toplumsal eşitsizliklerle karşı karşıya kalan küresel kapitalist sistemin tarihinin en kritik ve çalkantılı on yılına girmek üzere olduğu bir zamanda, nihayet liberal solun (kendisinden önceki Stalinizm gibi) tarihsel parantezini sonsuza kadar kapatmanın ve bu süreçte gösteri toplumunu ve ticari emtia dünyasını her zamankinden daha güncel bir biçimde açıkça eleştirmenin yollarını yeniden, olabildiğince çabuk keşfetmenin zamanı geldi.


Dissent dergisinde yayımlanan bu söyleşiyi Ferdane Sibel Erduman çevirmiş, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etmiştir.


[1] Demokrat aday adayı Hillary Clinton tarafından 9 Eylül 2016’da rakibi Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın taraftarlarının yarısını tarif ettiği bir kampanya bağış toplama etkinliğinde verilen 2016 cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası konuşmasından bir cümle. Vikipedia.ç.n)


 

Exit mobile version