Site icon Terrabayt

Japonya’nın En Tartışmalı Entelektüeli ve Aşırı Sağın Küresel İkonu Yukio Mişima’nın Sağ Kalan Siyasi Hayatları

Yukio Mishima, Tokyo, 1970

“İnsan hayatı sınırlı, ama ben sonsuza kadar yaşamak istiyorum” diye yazmıştı Yukio Mişima, 25 Kasım 1970’te, tam elli yıl önce, Tokyo’daki evinin ofisinde bıraktığı son el yazmasının üzerine yerleştirdiği kısa notta. O günün ilerleyen saatlerinde, modern Japonya’nın bu olağanüstü figürü, Charles de Gaulle’ün terzisi Tsukumo Igarashi tarafından tasarlanan rahat üniformalarıyla “Kalkan Topluluğu” (Tate no kai) adlı küçük bir paramiliter örgütü, Ichigaya mahallesindeki Japon Öz Savunma Kuvvetleri karargahında tuhaf, oldukça yapmacık bir darbeye yönlendirecekti.

Basit bir ziyaret bahanesiyle Mişima ve genç militanları yerel komutanı rehin aldı. Ofisine barikat kurduktan sonra, kışla garnizonunun Mişima’nın, Japonya’nın ve özellikle de imparatorun ruhani restorasyonu için kısa bir manifesto sunmasını dinlemek üzere toplanmasını talep ettiler.

Bu kurgulanmış ve kafa karıştırıcı söylev karşısında büyük ölçüde ilgisiz kalan ve hatta sinirlenen askerler Mişima’yı az çok bağırarak susturdular ve Mişima komutanın odasına çekilerek, sözde sevgilisi Masakatsu Morita ile birlikte, Kalkan Cemiyeti militanlarından biri tarafından başı kesilmeden önce karnına bir bıçak saplayarak intihar etti.

Mişima’nın Ölüm-Sonrası

Bu olay pek çok nedenden ötürü dikkat çekiciydi: Japonya’da 1955-1973 yılları arasında radikal siyasetin hüküm sürdüğü ve solun istisnai örgütsel ve kültürel gücünün ortaya çıktığı bir döneme denk gelmişti. Görünüşte aşırı sağcı bir örgüt olan Mişima’nın Kalkan Topluluğu, savaş sonrası Japonya’sında imparatorun kendine özgü siyasi statüsünü doğrudan ele aldı; bu, önemli bir gerilim, karmaşıklık ve sık sık toplu sessizlik noktasıydı. Olayın kendisinin canlı yayında, radyoda ve yazılı basında yer alması yaygın siyasi şiddetin yaşandığı bir anda bile gerçek bir sosyal şok yaratarak dikkat çekici bir şekilde görünür bir gösteri haline geldi.

Ancak, Mişima’nın savaş sonrası Japon tarihindeki istisnai rolünden belki de daha dikkat çekici olan, onun geride kalan yaşamları olmuştur – hatta “ölüm-sonrası” da diyebiliriz, zira dünyanın dört bir yanındaki birçok geri dönüşünden sürekli olarak sorumlu olan şey, her şeyden önce onun ölümüdür. Sonuçta, intiharından ve siyasi jestlerinden sonra Mişima, Japonya’nın Avrupa dillerine en çok çevrilen romancısı, yirminci yüzyılın en tanınmış kültürel figürlerinden biri ve yaşamı boyunca (1925-1970) savaş sonrası Japon kültürünün, edebiyatının, filminin, siyasetinin ve kamusal söyleminin her alanında olağanüstü bir varlık olarak kalmıştır.

Mişima, modern Avrupa felsefesinden klasik Çin etiğine, Tokyo’nun yeraltı eşcinsel ortamından samuray kültürünün bir yaşam biçimi olarak yeniden düşünülmesine, ana akım kadın kişisel bakım dergilerindeki kısa yazılardan felsefi yönü ağır basan geniş romanlara kadar akla gelebilecek hemen her konuda yazdı. Noh dramasını güncelledi, modern tiyatro, kitsch aksiyon filmleri için senaryolar ve pop şarkıları için sözler yazdı. Son derece cinsel içerikli fotoğraflar için poz verdi, avangardın, edebi sanatlar ve sosyal düşüncenin önemli figürleriyle arkadaş ve muhatap oldu ve soldan aşırı sağa kadar kapsamlı siyasi tartışmalara katıldı.

Bugün Mişima, “yeni sağ “ın kültürel politikaları için uluslararası düzeyde ikonik bir figür; İtalyan mistik Julius Evola’dan Alman egemen “anark”ın düşünürü Ernst Jünger’e kadar “modern dünyaya karşı” figürlerin karışık bir pastişi içine yerleştirilmiş bir avatardır. Kuzey Amerika’daki çevrimiçi “alt-right”tan İtalya’daki CasaPound’un (tamamen eklektik, tutarsız ve absürt politikalarına yakışır bir şekilde Tolkien, Platon, Gabriele D’Annunzio ve başkalarıyla birlikte kutsanarak) yeni faşist militanlarına, Almanya’da Oryantalizm ile Aryan mistisizminin kesiştiği noktada fantezilerle sarhoş olmuş gerçek neo-Nazilerden, Fransa’da “kültürün” koruyucusu olarak görülen gelenekçi Katolik sağa kadar genç ve çok erkek bir sağcı kitle tarafından saygı gören biri Mişima.

Peki, intihar performansından elli yıl sonra, başka bir sembolik yaşamın geleceğini garanti eden, Sağ’ın küresel dirilişinde bu kadar tuhaf pozisyonlara asimile edilebilen bu yeni Mişima kimdir? Ve eğer bir faşistse, ne tür bir faşist olarak değerlendirilmelidir?

Batılı Bir Samuray

NBC’nin “Law & Order: Criminal Intent” adlı televizyon dizisinin 2002 baharında yayınlanan bir bölümünde, iki dedektif sadomazoşist estetiğe meraklı bir taklitçi katilin peşine düşer. Şüphelinin dairesi için arama emri çıkartan dedektifler, bir dolabı karıştırırlar ve rafta duran bir yığın giysinin altında saklı bir şey bulurlar. Dedektiflerin en önemli keşfine gelmeden önce, esaret dergileri, seks oyuncakları, deri vücut koşumları ve başka “aşırı” ve “tehlikeli” cinsel uygulamalara ilgi gösteren diğer eşyalardan oluşan bir geçit töreni seyrederiz.

BDSM eşyalarının arasından birkaç yıpranmış kitap çıkaran ilk dedektif ciddiyetle “Yukio Mişima’nın romanları!” der, ikinci dedektif ise kameraya göz kırparak cevap verir: “Bu sadece entelektüeller için bir tahakküm pornosu.”

21 Mayıs 2013 tarihinde, tanınmış bir Fransız aşırı sağcı tarihçi ve kararlı bir faşist olan Dominique Venner, François Hollande’ın Sosyalist yönetimi tarafından desteklenen eşcinsel evlilik yasa tasarısının kabul edilmesini protesto etmek için Paris’teki Notre Dame katedralinde kendini vurdu. Editörü Pierre-Guillaume de Roux’a bu muhteşem intihar sorulduğunda, onun intiharını yalnızca eşcinsel evlilik meselesine bağlamanın yanlış olacağını, bunun bu tür dünyevi önemsiz şeylerin “çok ötesine” geçtiğini, bunun yerine bu eylemde kültür dediğimiz şeyin ta kendisinin statüsünün sorgulandığını görmemiz gerektiğini ısrarla belirtti.

Agence France-Presse’e konuşan De Roux, Venner’in Un samouraï d’Occident: le Bréviaire des insoumis[Batılı Bir Samuray: Boyun Eğmeyenlerin El Kitabı] adlı, yakında yayınlanacak olan son vasiyeti üzerinde çalıştığını söyledi. Buna ek olarak ise Venner’in ölümünün sadece ünlü bir kamusal alanda gerçekleşen iğrenç ve tuhaf bir ölüm olarak görülmemesi gerektiğini, ritüel, sembolik ağırlık ve asalet açısından Yukio Mishima’nın ölümüyle karşılaştırılması gerektiğini de belirtti.

Aşırı sağcı, gelenekçi bir Katolik olan Venner, faşist siyasete yeni girmiş biri değildi, ilk olarak açıkça Nazi yanlısı bir siyasi örgüt olan Parti populaire français’nin bir üyesinin oğluydu. Bunun ötesinde Drieu La Rochelle ve benzerlerinin çevresinde 1930’ların Fransız faşizminin içinde büyümüştü. Yetişkinliğine doğru ise 1950’lerin ortalarında Cezayir Savaşı’nda sömürge yönetimi için gönüllü olarak savaşmış ve daha sonra – hayranlık duyduğu meslektaşı Jean-Marie Le Pen gibi – Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasını engellemek amacıyla terörist yöntemler kullanan etkili bir faşist paramiliter grup olan Organisation de l’armée secrète’in bir üyesi olarak görev yapmıştı.

Başka bir deyişle Venner, yirminci yüzyılın büyük bölümünde Fransız aşırı sağının hikayesini oluşturan ırk milliyetçiliği, faşist siyaset, Katolik aristokratik gericilik, sömürge yönetimi ve eril şiddet tapınmasının kendine özgü bağına tamamen batmıştı. Böyle bir figür, açıkça eşcinsel, avangart, kültürel olarak çok eşli, muhafazakârlık karşıtı ve sapkın bir yazar olan Mişima’ya neden saygı duymuş olmalı?

Belli Bir Japonya Fikri

Dürüst olmak gerekirse, Mişima’nın içinde birçok Mişima olduğunu ve yirminci yüzyıl Japon kültürel yaşamının yapısal örtüşme ve karmaşıklıklarının bir tür amblemi olan bu çok yüzlülüğün, aksi takdirde inanılmaz olacak ilişkilenmeleri mümkün kıldığını söylemek mümkündür. Örneğin Venner’in intiharından hemen sonra yayınlanan Un samouraï d’Occident adlı eseri; her tür silah sevgisi, zulme tapınma, kadınlardan ve beyaz ya da Avrupalı olmayan herkesten nefret etme ve küresel-çok kültürlü-homoseksüel matrise karşı ailenin güçlü bir şekilde savunulmasıyla karakterize edilen bir amatör tarihin tamamen tutarsız ve tamamen jestsel bir karışımıdır.

Bu referansların psikanalitik bir analizi yapıldığında, kültürel gelecekten korkan yorgun ve asil bir entelektüel yerine daimi ergen çocuk sendromu teşhisi konacaktır: herhangi bir yapısal özelliği olmayan, iç gıcıklayıcı ve ayrıksı tarihsel ıvır zıvırlara, “güm” diye patlayan silahlara, ninjalara ve geyşalara ve kahramanlıklarıyla övünen askerlere takılıp kalmak. Buna “Pétainist özellikler taşıyan bir Trumpizm” de diyebiliriz.

Burada Mişima’yı Katolik geleneksel aile savunusuna herhangi bir şekilde müttefik olarak görmenin tutarsızlığına dikkat çekmeliyiz. Mişima’nın “etnik ulusun” “omurgası” olarak aileye tapınmanın yaratacağı estetik utanca hiç ilgisi olamazdı. Venner’in kitabının dördüncü bölümü -Mishima’ya duyduğu ilginin kaynağı- “Japonya’ya” ya da Japonya’nın bir versiyonuna yaptığı bir övgüdür. Övülen Japonya; gerçekten bağımsız ve nereden bakarsanız bakın her halükarda çiçek düzenleme, dövüş sanatları, zarafet, kültürel saflık, kılıçlar, onur, haysiyet, kamikaze pilotları, tapınaklar, antik çağlardan Mişima’ya kadar edebi vinyetler ve benzerleri hakkında Oryantalist mecazlardan halüsinatif bir karmaşa olarak karşımıza çıkıyor.

Avrupalı aşırı sağın “Japonya fikri” ile kurduğu bağ o kadar tuhaf ve çocuksu, Japon ulus-devletinin tüm gerçekliğinden o kadar kopuk ve mistifikasyonlarla örtülü ki, bunu tehdit edici olarak görmek bile zor. Yine de bu tür bir kitsch Oryantalizm, Mişima’nın bizzat üzerine bilinçli bir şekilde oynadığı ve kendi ebedi “öbür dünyası” için bir araç olarak – bazı açılardan başarılı bir şekilde – kullandığı bir unsurdu.

Yamamoto Tsunetomo’nun on sekizinci yüzyıla ait ünlü metni Hagakure‘ye modern bir yorum getiren Mişima, geç feodal bürokratik etiğin bu oldukça ciddi el kitabını, kurallara bağlı bir düzene ya da bir “Japon özüne” övgü yerine, bir ihlal ve kendini yaratma belgesi olarak görerek, modern yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin coşkulu ve neşeli bir alayına dönüştürmüştür. Mişima’nın Hagakure yorumu, kitabın sadece “ideal bir ülkeden” bahsettiğini ve “eğer böyle bir ideal ülke gerçekleşseydi, sakinleri bugün olduğumuzdan çok daha mutlu ve özgür olurdu” diye yazdığında, Japonya’nın kendisiyle olan her türlü ciddi bağı kalıcı olarak koparacak kadar ileri gider.

Ancak Mişima kültürel süreklilik biçimleriyle kuşatılmayı reddederken, dünyanın dört bir yanındaki okurları bu metinleri ve diğer eserlerini Mişima’nın bir “Son Samuray” olarak ürettiği, Japonya’nın “yabancı dünyasından” gelen şişe içindeki mesajlar olarak memnuniyetle karşıladı. Küresel sağ tarafından kabul gören bu tamamen kitsch Oryantalizm, Mişima’nın ölümü sonrasında yarattığı muazzam bir performans sanat aldatmacası olarak görünüyor.

Bir Estetik Tarz Olarak Faşizm

Tarihsel sürecin kesinlikle garip bir sonucu olarak, uzun süredir ayakta duran kripto-faşist ve post-endüstriyel folk grubu Death in June, 1980’lerin ortalarında Mişima’dan esinlenen çok sayıda albüm üretti. 1985 yılında çıkardıkları albümleri The World that Summer’da Mişima’nın Hagakure‘sini görkemli bir şekilde mırıldayan bir konuşma sesi parça seti de buna dahildi.

“Tatlı” bir şekilde SS Totenkopf logosuyla süslenen, müzikal-kültürel bir eylem olarak Death in June, çapkın yarı-Nazi muğlaklığıyla (baştan çıkarıcı olacak kadar tehlikeli, yasaklanmayacak kadar gizemli), belki de Mişima’nın faşizminin özgül karakterini Venner gibi basit faşistlerden daha iyi anlıyordu. Burada, politika direktifleri ve yönetme önlemleriyle somut bir siyasi seçenek olarak faşizm değil, bir estetik tarz olarak faşizm görülebilir.

Edebiyat eleştirmeni Hidemi Suga, Mişima’nın düşüncesi ile Japonya’daki 1968 radikal sol kültürü arasındaki karmaşık ilişkiye dikkat çekmiştir. Mişima, 1969 yılında Zenkyoto hareketi tarafından işgal edilen Tokyo Üniversitesi’nin öğrenci militanlarıyla tartışmış ve Marksist öğrencilere, imparatorun önemini kabul etmemeleri dışında her konuda onlarla aynı fikirde olduğunu söylemiştir.

Bu açıklama çoğu zaman sadece bir şaka, sık sık alevlenen tartışmada bir tür mizahi an olarak görülmüştür, ancak farklı bir şekilde de okunabilir. 2020 yılının başlarında, bu yüzleşmenin yeni arşiv görüntüleri ortaya çıktı ve anın karmaşıklığını daha da pekiştirdi.  Görüntülerde Zenkyoto militanları Mişima’ya açıkça saygı duyduğunu izliyoruz: onu neredeyse tamamen işgal, polis şiddeti ve sürekli çatışmaların yaşandığı bir atmosferde kampüse getiriyorlar. Mişima’nın kendisi de oldukça rahat gözükmekte, hatta öğrenci hareketinin bir “düşmanı” olduğunu herkesin güldüğü bir cümleyle hafifletiyor.

Belki de işin sırrı, onun aslında öğrenci hareketinin düşmanı olmamasıdır. Suga’nın işaret ettiği gibi, Tokyo Üniversitesi mücadelesinin en ikonik anlarından birinde, militanlar savaş sonrası büyük entelektüel Maruyama Masao’nun ofisini yağmaladı; kitapları tahrip edildi ve Maruyama’nın kendisine fiziksel saldırıda bulunuldu. Mişima ile kıyaslandığında Maruyama sağcı sayılmazdı: aslında savaş karşıtı Beheiren hareketine yakındı ve savaş sonrası liberal demokrasinin entelektüel bir savunucusuydu. Maruyama, öğrenci işgali sırasında araştırma materyallerinin yok edilmesini – özellikle de meşhur “Yasuda Kulesi Savaşı”nı – Nazilere yakışır bir “barbarlık” eylemi olarak nitelendirmiş ve daha sonraları öğrenci hareketinin “passage à l’acte” yaptığı her eylemden tamamen dehşete düşmüştür. Ancak aynı fikirde olması beklenen Mişima bunu yapmamış, bunun yerine tartışmaya katılarak öğrencilerin eyleme, hatta şiddete olan bağlılıklarını desteklemiş, savaş sonrası demokrasisinin toptan reddini onlarla paylaştığını ve hareketin böyle bir kararlılığa sahip olmasının “heyecan verici” olduğunu vurgulamıştır. Bu bağlamda Suga bize Mişima’nın ne kadar kurnaz olduğunu hatırlatıyor – imparatorun önemini ortaya koyması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorun Amerikan hegemonyası altında savaş sonrası demokratik uzlaşmanın önemli bir simgesi haline geldiğini gerçekten anlamayan öğrencileri tamamen şaşırtmıştı. İmparatoru, kaçınılmaz olarak yok olmaya mahkûm, biraz utanç verici ve tuhaf bir kalıntı olarak tamamen görmezden gelerek, kurulu düzenin gerçek köklerini nasıl tersine çevireceklerini gerçekten düşünmemişlerdi. Bu mesele günümüzde de son derece önemlidir ve imparatorun statüsü Japon devletinin sosyal manzarasındaki en değişken ve karmaşık noktalardan biri olmaya devam etmektedir.

Yukio Mişima Adlı Bir Sanat Eseri

Mişima, 1969’daki bu tartışmadan hemen sonra ve intiharından bir yıldan az bir süre önce şöyle yazmıştı: “Genel olarak, devrim getirmeye çalışan bir felsefenin ya da toplumsal bilinç biçiminin her durumda nihilizm ve mistisizm sütunları arasında yer aldığını düşünüyorum.” Mişima’nın bu ifşa edici vurgusu, onun bu tuhaf kültürel figürünün özünü oluşturmaktadır: siyasetle değil, duruşlar ve jestlerden oluşan bir metapolitikle, herhangi bir şey için angaje olmaktan ziyade bir angajman tarzıyla ilgilenmek.

Heidegger’in pek sevdiği Alman Romantik şair Hölderlin, “Tehlikenin olduğu yerde kurtarıcı güç de büyür,” diye yazmıştır. Yakınlığın aydınlatıcı gücü üzerine bir tefekkür, uçurumun kenarındaki bir anı yaşamanın nasıl içgörü üretebileceği üzerine bir meditasyon olan bu ifade, kültürel açıdan kolayca bir küçük burjuva esnafının sarhoş bir hafta içi gecesinde kurduğu egoist bir macera hayaline benzer bir şeye dönüşür. Faşist kanonun bir dizi düşünürünü – Jünger, D’Annunzio, Mişima – bu sınırlara karşı koşma aşkı, tehlikeye tapınma, felaketin cazibesi üzerine odaklanan bir analize tabi tutabiliriz.

Sonuçta, tehlikeyi gerçekten sevmenin, onun istikrarsızlığını baştan çıkarıcı bulmanın tek gerçek yolu, böyle bir ifadenin içinde saf bir istikrar olabileceğini kabul etmekten geçer. Bize tehlikenin, travmanın vb. estetik-cinsel gücünü vurgulayan bir düşünür, zorunlu olarak bunun normal düzenden -güvenli ve tatmin olmuş burjuva varoluşundan- aksiyomatik olarak dışlanmış olduğu kişidir. Mişima’nın kültürel politikaları ve bunların çağdaş ardılları karşısında, Walter Benjamin’in insanlığın kendine yabancılaşmasının “kendi yıkımını birinci dereceden estetik bir zevk olarak deneyimleyebilecek bir dereceye ulaştığı” şeklindeki ünlü ifadesine katılmamak elde değil.

Mişima’nın faşizminin bu anlamda Trumpvari yönleri vardır -kendini yaratma fetişi, anlatıları kontrol etme arzusu- ancak Mişima’nın bu faşist dürtüyü kendi tuhaf bir şekilde ortadan kaybolan performansıyla oldukça başarılı bir şekilde altüst ettiğini de söyleyebiliriz. Kendisini bu düşüncenin bir tür pozitif kanıtı haline getirerek ve angajmanının bu tuhaf otobiyografik temelinde ısrar ederek, Mişima bir şekilde kendisini umduğu gibi “sonsuza dek yaşattı”, ama aynı zamanda kendisini sonsuza dek yok etti – yani ondan geriye kalan ölümden sonra yaşamdan çok bir ölüm-sonrası oldu.

1980’lerin sonunda, romancı Shimada Masahiko şöyle demişti: “Yukio Mişima ancak Yukio Mişima rolünü oynamak suretiyle var olabilmektedir. Bu totolojinin kanıtı ise ‘Yukio Mişima’ adlı sanat eserinin ta kendisidir.”

Mişima adlı bu sanat eseri bugün dünyayı dolaşıyor ve özelikle de Küresel Sağ’ı baştan çıkarıyor. Ama aynı zamanda altında başka sonuçların tohumlarını, faşist saflar içine sızan bir tür Truva Atı’nı da barındırıyor.

Tatlı Gizemler

Belki sadece üstünkörü görünebilir ama birçok açıdan Nakamura Genji’nin 1983 yapımı eşcinsel softcore pornografik “pembe” eseri olan Beautiful Mystery: Legend of the Big Dick [Utsukushii nazo: Kyokon densetsu] filmi, hem Mişima’nın kendi eserlerine hem de Mişima’nın aşırı sağcı sahiplenmeleri boyunca devam eden kasıtsız komediye belki de en büyük eleştirel yanıttır. Tatlı Gizem‘de genç bir öğrenci, Mişima’nın Güneş ve Çelik (1968) adlı manifesto niteliğindeki metnini yankılayarak, bedenin geliştirilmesi yoluyla ulusun “erkeksi” gücünü yeniden tesis etmeye kararlı, üniversitedeki gizli bir topluluğa kabul edilir.

Nakamura, Mişima’nın paramiliter fantezilerinin kitsch boyutunu, içinde “militanların” birbirlerini düzdüğü ve Mişima benzeri lider figürünün seks için en sevdiği militanları seçerek bir “beden etosu” uyguladığı bir eserle, dolaylı olarak politik bir hiciv gösterisine dönüştürür. Filmdeki devrimci grup, bir komediyle sonuçlanan darbe girişimlerinin ardından intihar etmek yerine topyekûn bir seks partisi başlatır.

Ritüel intiharından elli yıl sonra, küresel faşizmin bu kadar safça sevdiği bu olayda, aşırı sağın Mişima takıntısının gülünç bir tarafı var. Bu performans sanatı hilebazının oyunlarını sürekli olarak olduğu gibi kabul ediyor, Mişima’nın onları baltalamaya yönelik girişimlerini sanki onları onaylarmış gibi dolaşıma sokuyorlar. Fakat çağdaş sağın -Mişima’nın panteonunun belirleyici bir üyesi olduğu, muhtemelen açıkça “siyasi” terimlerle ifade edilemeyecek şekillerde de olsa- siyasetine dair bugün yapılacak herhangi bir analiz, yalnızca somut bir siyasi ve toplumsal strateji biçimi olarak faşizmin eleştirisiyle değil, aynı zamanda estetik bir tarz ve kültürel bir duruş olarak faşizmle de mücadele etmelidir.

Üslubunun (mistisizm) ve duruşunun (nihilizm) benimsediği tek siyasi sadakat olan Mişima, “kendi kaderini tayin etme” jestinden yarım yüzyıl sonra, bugün aramızda bulunan “geç”, “yeni” ya da “kripto”-faşizm için bir anlamda mükemmel bir tarihsel avatardır.


Metnin orjinali Jacobin dergisinin internet sitesinde yayınlanmıştır:

 https://jacobin.com/2020/11/yukio-mishima-far-right-anniversary-death

Çeviren: Ege Çoban

Exit mobile version