İranlı yönetmen Ali Abbasi’nin İsveç’te geçen 2018 tarihli Border filmi, Harari’nin Sapiens çalışmasından etkilenmiş gibidir. Film, Homo Sapiens gibi insansılardan veya antroposen türlerden birisinin, diğer hayvanlar, bitkiler gibi Neanderthal türünün de sonunu hazırladığı üzerine tezini sahneye koyar. Filmde günümüzde de bu çatışma sürer. Yine antropolojik tezlere göre, soğuk iklimlerde, İskandinav coğrafyasında toplanan Neanderthal soyunun iki temsilcisi İsveç’te ortaya çıkar. Fakat gümrük muhafaza memuru Tina, ayrı bir türden olduğunu bilmez. Aklı erdiğinden beri kendisini “çirkin” bir insan olarak görür. Ama diğer yandan başka insansılarda olmayan bir yetiye sahiptir; kötü duyguların kokusunu alabilir; hatta metafizik olanların da. Bu yeteneğini Sapiens türü gibi görsel duyusuna ayrıcalık tanımamasına borçludur muhtemelen. Metafizik görüsünü daha çok burnuna borçludur. Sapiens’in modern şubesinden olanların görerek ve kısmen duyarak hayatlarını sürdürmelerine karşılık, o burnuyla ve derisiyle bağlantısını kesmemiştir. Mesaiden dönünce ayakkabılarını çıkarıp yere basar, bitkilere ve hayvanlara dokunur. Hayvanlar da bu dokunuşa cevaben sonradan onu ziyarete gelirler. Tina sadece bakıp işitmekle kalmadığı için yeryüzü ve üzerindeki canlılar da farklı duyular içinden ona dokunurlar. Yerleştiği özgün varoluş içerisinde içki kaçakçıları gibi çocuk pornosuna karışmış olanlar da ona yakalanırlar. Kendi yaptığını bazı kötü duyguların kokusunu almak olarak tarif eder; öfkenin, kıskançlığın kokusunu almak gibi.
İranlı yönetmen Ali Abbasi’nin İsveç’te geçen 2018 tarihli Border filmi, Harari’nin Sapiens çalışmasından etkilenmiş gibidir. Film, Homo Sapiens gibi insansılardan veya antroposen türlerden birisinin, diğer hayvanlar, bitkiler gibi Neanderthal türünün de sonunu hazırladığı üzerine tezini sahneye koyar.
Günlerden bir gün sınırdan geçen bir adamın uzaktan kokusunu alır. Vore adlı bu insansı kendi türündendir. Vahşi adam İsveç’te eğitim almış, çok gelişmiş bir ülkenin tüm simgesel yüküyle büyümüş bu kadında saklı kendilikle tanışmasına yardımcı olur. Büyüdükçe üzerine yerleşmiş benliği ile kendiliği arasındaki uçurumu fark etmesine neden olur. Bu sırada Tina, benliği üzerinde mesken tutan hayat bilgisini kaybetmeye başlar. Kendilik öncelikle farklı bir beden eğitimiyle açığa çıkar. Önceden yapmadığı fiiller içine giren, yemediği şeyleri yemeye başlayan, ilk kez cinsel ilişkiye giren bedeninde önceden kusur, hasar gibi gördüğü kısımların doğasının parçası olduğunu anlar; hatta kendi türü içerisinde “olağanüstü güzel” bir bedendir sahip olduğu. Vore ile ilişkisi ilerledikçe insan olmadığı gibi kadın da olmadığını anlar. O zaman yanlış bir türe ve cinsiyete yüklenmiş simge yükünün ağırlığını daha fazla duyar.
Film kuşkusuz psikanalitik bir tutarlılığı taşımak zorunda değildir ama bedensel ve simgesel düzeyler arasındaki mesafe bu kadar açık olduğunda ortaya onlar gibi görece sağduyulu bireylerin çıkması olanaksızdır. Bitkilerin toprak seçmesi gibi, bazı işaretler, simgeler de içerisinde büyümek için uygun bedensel, imgesel yüzeylere ihtiyaç duyar. Bu dil birimleri bedende yeşermeyince psikoz ihtimali artar. Tina benliğini yitirdikçe işyerinde zorlanmaya başlar; melekelerini yitirir, kötülüğün kokusunu pek alamaz artık. Bildiklerini unuttukça bir meczup gibi dolanmaya başlar. Vore’nin sürekli hatırlattığı “kendin gibi ol” buyruğunun onu trajik sınırlara doğru sürüklediğini fark ederiz. Film hümanist veya melodram türünden bir anlatıya sahip olmadığından, kendini kararlı şekilde arayan insanın başına gelenlerin, örneğin Robin Williams filmlerinde olduğu gibi, huzura, başarıya ulaşmanın, esenliğe varmanın yolu gibi anlatılmadığına memnun oluruz.
Bitkilerin toprak seçmesi gibi, bazı işaretler, simgeler de içerisinde büyümek için uygun bedensel, imgesel yüzeylere ihtiyaç duyar. Bu dil birimleri bedende yeşermeyince psikoz ihtimali artar.
Yönetmen İranlı olsa da, İskandinav muhayyilesi ve duyumsal şeması filmde hareket halinde görünür. Böyle bir coğrafyanın filmleri ve dizilerinde beliren hayal gücüne bu yapımda da rastlarız. Çok istisnası olsa da İskandinav sinemasında özellikle suç ve dehşet unsurunda ölçüsüzlüklere varan bir yaklaşım fark edilebilir. Soğukta, karanlıkta (veya fazla aydınlıkta), içeride yaşamak durumunda kalan ve içe dönen zihinlerin üretimlerinde ve gündelik hayatın temsilinde böyle aşırılıklara rastlamak olağan sayılabilir. Efkârını dışarıda dağıtamayan bir topluluğun edebi veya sanatsal yapıtlarında fark edilebilecek bu keskin içedönüş bazen bir sınırsızlık, her şeyden dilediği gibi bahsetme keyfiliğine dönüşebilir. Böyle edebiyat eserleri, filmler veya diziler kusursuz cinayet izleğini takip eder. Çok gelişmiş ülkenin cürmü, vahşeti ve onun temsilleri doğal olarak azgelişmiş olan yerlerin sakinlerinden farklı olur. İyi eğitim almış, yüksek gelirli ve içeriye kapanmış, kendisine dönmüş birey örnek bir yurttaş olmanın yanında seri katillik için de uygun bir fail olabilir. Onun için Alfred Adler’in yaşamın iyi ve kötü tarafına düşmek dediği ve çok ince bir çizgiyle ayrılmış varoluşun iki bölümü aynı anda yüzünü gösterebilir. İleri kapitalizmi, refahı demokrasiyle tahkim etmiş ülke sakini önüne yığılan nesnelerle kurduğu olağan ilişkilerden kolayca sıkıldığından varoluşun aydınlık ve karanlık tarafları arasında neredeyse gün içerisinde seyahat etmeye başlayabilir. Tina gibi bir günde çıldırmanın sınırına yaklaşabilir. En azından İskandinavya gibi ayırt ettiğimiz bir bölgenin filmleri böyle bir sezgi ulaştırır bizlere.