Site icon Terrabayt

Dersaadet Apartmanı, 57. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde İzleyiciyle Buluştu


Bu yıl 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali, pandemi sürecine rağmen sıkı tedbirler altında gerçekleşti. Festivalde 8 yıldır seyirci ile buluşmayı bekleyen bir film var: Dersaadet Apartmanı. Pandemi süreci ile yolu açılan film, nihayet bu yılki festivale seçiliyor ve tam bağımsız bir film olarak, yıllardır söylemek istediğini artık söyleyecek olmanın haklı heyecanını yaşıyor.

Filmde, ABD’de yeşil enerji alanında çalışan fizik profesörü Altan, trafik kazasında ailesini kaybedince İstanbul’a döner ve dokusunu iyiden iyiye yitirmiş olan şehrin geçirdiği değişime, uzman gözüyle şahit olur. Film, bu süreçte kendi evini de kurtarma mücadelesine giren Altan’ın hikayesi üzerinden kentsel dönüşümü ve beraberinde getirdiğini sorunları ele alır.

Yönetmen Tankut Kılıç ve filmin oyuncuları ile Dersaadet Apartmanı’nı konuştuk.

G.Ö: Birbirini evvelden beri tanıyan bir samimiyet görüyorum ben sizin ekibinizde. Sahi nasıl bir araya geldiniz?

Tankut Kılınç: Janset’le biz sektörden tanışıyoruz. Yaklaşık 12 sene önce bir dizi çalışmasında bir araya gelmiştik ilk kez. Gürsel’i belki 20 yıl önce bisiklet camiası aracılığı ile tanıdım. Yılları eskitmişiz.

Hüseyin Karsin: Benim katılmam da yanlış hatırlamıyorsam 2013. Tankut bizi bir araya getirdi. Çok da güzel oldu.

G.Ö: Dersaadet Apartmanı fikri ilk ne zamana uzanıyor?

T.K.: 2008 yılında, İstanbul’un 2010 Avrupa Başkenti olması için devlet destekli çalışmalar başlamıştı. Bu proje beni oldukça şaşırttı. Söz gelimi İstanbul’da bu kadar tarih bilinci yokken ve rant bu kadar yoğunken, bu harekete karşıt olarak ben de kaybolan kent kimliğini nasıl anlatırım diye düşünmeye başladım. İstanbul’un kesinlikle daha karanlık tarafını anlatmak istiyordum. Böylece ilk taslağı hazırlamaya başladım. Şehrin sesi olmak, çığlığını seslendirmek esas amacım oldu.

G.Ö: Senaryo sürecinden bahsedebilir miyiz?

T.K.: Başta ufak ufak notlar şeklinde yazmaya başladım. Yapmak istediğim, bu şehri bir karakter gibi göstermekti. Senarist arkadaşlarım daha dramatik hikayeler yazdılar ama ben bunu istemedim. Böyle olunca sonradan iş başa düştü. (Gülüyor.)

G.Ö: İlk senaryonuz değil tabii. Birçok kısa filminiz var. Onlar nelerdi?

 T.K.: Belki de son çekilenlerden bahsetmem daha doğru olur. Çünkü küçük yaşlardan beri kamera hep elimdeydi. Kırk yıl öncesinden bahsediyorum. Sinema eğitimi aldığım yıllarda ise daha elle tutulur kısa filmlerim oldu tabii. 90’ların sonu, 2000’lerin başından itibaren sayacak olursak Yumruk, Küçük Usta, Mavide Dans, Babamın Kulesi, İpler Kimin Elinde diyebilirim.

G.Ö: Uzun metrajla kısa metraj arasındaki fark nedir?

T.K.: Kısa metraj daha özgür bir alan. Bir hikayeyi daha sınırsız bir çalışma alanı içinde anlatabiliyorsunuz. Uzun metraja girdiğiniz zaman ise bir takım kodlar, prodüksiyona ilişkin kalıplar var. İşin içine ticari kodlar ve kaygılar da giriyor. Ben kısayı hep daha samimi buluyorum. Yeri geldiğinde söyleyeceğini bir tokat gibi vuruyor. Bunu özellikle yazın lütfen.

H.K.: Biri şiir biri roman gibi bence.

G.Ö: Sizin de ilk çalışmanız değil mi?

 H.K.: Gösterime giren ilk çalışmam evet.

G.Ö: Zorlayıcı bir soru olabilir ama sizin kaçıncı filminize denk geliyor?

Janset Pacal.: Uzun metrajda son filmim bu. Uzun metrajda son filmim bu. 2002 Neredesin Firuze, 2005 Banyo, 2006 Kısık Ateşte Aşk, 2010 Romantik Komedi Aşk Tadında, 2011 Ya Sonra, 2014 Rimolar ve Zimolar, 2015 Hayat Öpücüğü, 2015 Köstebekgiller 2 ve 2016 Dersaadet Apartmanı.

G.Ö: Samimi bir çevre ile çalışmanın filmi çekerken kolaylıkları oldu mu?

T.K.: Aslında benim dışımda kimse birbirini tanımıyor. İşin senarist yönetmeni olarak ben tanıştırmış oldum herkesi. Ama benim herkesi eskiden beri tanıyor olmam samimiyet yaratmıştır. Yıllar içinde de herkesin dostluğu gelişti tabii.

J.P.: Evet birbirimize nazımız geçti bence de. Bunu suistimal etmediğin sürece, bu türden bir samimiyet çalışma kolaylığı veriyor. Çünkü insan tanımadığı bir oyuncu ile çalışırken ister istemez bir de alışma süreci geçiriyor. Ama bu filmde benim için söz konusu değildi çünkü radyodaydım ve çekimlerim hep tekli idi.

G.Ö: Türkiye’de önemli bir bisikletçi olan Gürsel Akay’ı filme dahil ederek neyi vurgulamak istediniz?

T.K.: Gerçek hayattaki samimiyeti filme de yansıtmak istedim. Filmde iyi olan karakterlerden biri Gürsel Akay ve kendisini oynuyor.

Gürsel Akay: Evet, ufak değişiklikler hariç filmde kendimi oynadım diyebilirim. Ben de nükleer santrallere karşı protestolara katıldım, daha yeşil bir dünya için farkındalık yaratmak üzere sürüşler gerçekleştirdik. Bu şehirde yaşıyoruz, bu şehrin kaosunu görüyoruz. Bu film benim için hayatın bir parçası gibiydi.

H.K.: Bu arada benim de oynadığım karakterle benzer bir hikayem var. Ben de mimarım. Ayrıca İstanbul’daki tarihi bir binada oturuyorum.

T.K.: Evet burası çok önemli. Filmde Hüseyin’in gerçekte de oturduğu apartmanı kullandık. Burada da ben gerçeği yansıtmaktan yana oldum kısacası.

G.Ö: Gürsel Akay bisiklete nasıl başladı?

G.A.: Ben gerçekte başka bir okuldan mezunum. Son 30 yıldır da ciddi olarak bisiklete biniyorum. Tabii yaptığımız birçok iş gibi bu da çocukluğa dayanıyor. Benim dağcılık yaptığım 80’li yıllarda dağ bisikleti diye bir şey çıktığını duyunca “Dağlar ve bisiklet. Tam bana göre,” dedim. Bu da benim yolumu belirleyen şey oldu bence.

G.Ö: Bu film sizin temel meselelerinizden biri diyebilir miyiz?

T.K.: Kesinlikle. Şehrin dokusu dışında bizim ruhlarımız da yaralı. Kaybettiğimiz çok şey var bu kaos ortamında. Tarih bilincimiz yok. Sürekli yenileme çabası ama bunu da yok ederek yapıyoruz.

H.K.: Kentsel dönüşüm İstanbul’un büyük gerçeği. Deprem diye bir gerçeğimiz de var. Bu binaların daha sağlam yapılması için kentsel dönüşüm bir yerde gerekli. Ama bu birilerinin işine yarar hale geldiğinde yıkım da başlıyor.

Burada başlıyor düğüm…  Bitmek bilmeyen inşaat, kıymeti bilinmeyen tarihi eserler… Bir koruma planı yok, kanun işlemiyor.

T.K.: Ben bunlara yıkıcılar diyorum. Devamlı yıkıyorlar. Sürekli hız ve yıkım filmin kötü tarafı. İyi tarafı ise sade ve yavaşlık üstüne bir duruş sergiliyor. Filmde de iyi ve kötünün savaşını ben de bir go oyunu üstünden anlatmaya çalıştım.

G.Ö: Bir öneri getirmiyorsunuz da ama. Tarihi bir belge gibi mi düşünülmesini istediniz filmin?

 H.K.: Tabii. Dediğim gibi, biz buna tam bir eleştiri getirmek değil bu durumu göstermek istiyoruz aslında.

G.Ö: Bir de pandemi vurdu. Festival süreci ile ilgili düşünceleriniz neler?

 T.K.: Böyle bir dönemde sinema ile insanları buluşturmak mucize gibi. Altın Portakal’da yarışan önemli filmlerin arasında bağımsız bir film olarak yer almaktan onur duyuyoruz.

H.K: Tüm festival ekibi canla başla çalışıyor. Her zamankinden farklı bir enerji olmalı.

G.Ö: Nedir Dersaadet Apartmanı?

T.K: Dersaadet bu filmde İstanbul’u simgeliyor. Kelime anlamı olarak da Saadet Kapısı demek. Ben de burada bu ismi ironik anlamda kullandım.

G.Ö: Peki nasıl karakterler izleyeceğiz bu filmde?

 J.P.: Bu hikayede go tahtasındaki pembe taşım. Siyah ve beyazın arasındaki pembe taş…
Küllerinden yeniden doğan Simurg’um aynı zamanda. Hiçbir zaman İstanbul’la kavga etmedim. İstanbul’u hep çok sevdim. Benim derdim şehrin üstündekilerle. Oynadığım karakter bir radyo spikeri. İstanbul’un maruz kaldığı suistimali gören ve bunu bazen alaylı bazen de gerçekçi bir dille ve duruma uyan şiirlerle göstermeye çalışan. Bu projeyi kabul ederken de İstanbul’u çok sevdiğim ve benzer kaygılarım olduğu için kabul ettim. İstanbul’un en az 2000 yıllık bir tarihi var ve ne olursa olsun Simurg gibi devamlı küllerinden doğuyor. Bizim yapmamız gereken de ona karşı değil de onunla birlikte yaşamayı öğrenmek.

H.K.: Ben Amerika’da bir üniversitede hocalık yapan bir bilim insanını oynuyorum. Ülkeden ve ailesinden uzakta yaşayan bir adamı. Ailemi kaybettiğimi duyunca dönüyorum. Biraz go oyunundan da bahsetmek istiyorum. Go oyunundaki alan mücadelesine benzer bir alan mücadelesi gibi görüyor İstanbul’la olan ilişkisini benim oynadığım karakter. Zorlu bir mücadele bu. Hem aileden kalan apartmanı muhafaza etmeye çalışıyorum hem de Amerika’daki işlerime geri dönmem gerekiyor. Bisikletçi benim arkadaşım, bir de dinlerken huzur bulduğum bir radyo programı var.

G.A.: İnşaat mühendisliği okuyup, ben bu rezil binalarımı mı yapacağım diye mesleğini yapmayıp, bisiklette karar veren bir karakter. Bisikleti şehirdeki en doğru ulaşım aracı olarak gördüğü için bisikletli bir yaşam seçiyor.

G.Ö: Go da filmin bir karakteri gibi. Go oyununa kim meraklı?

 T.K.: Go oyununu Türkiye’ye tanıtan kişi abim Alpar Kılınç. Odtü’de okuduğu yıllarda Go Klubü’nü kurarak, oyunun gelişmesinde ilk temelleri atan kişi kendisi.

G.Ö: Tüm bu karakterleri bir bağımsız sinema filminde izliyoruz. Bağımsız film yapmanın zorlukları neler?

T.K.: Siyah tarafta, ben onlara yıkıcılar diyorum, komşular, apartman yöneticisi, müteahhit var. Radyocu Deren ve bisikletçi Gürsel filmin aydınlık tarafta olanları. Kaplumbağa da bu tarafta başlı başına bir karakter. Film, kurtuluşumuzun kaplumbağada olduğunu vurguluyor. Dönüşmemiz gereken o.

G.Ö: Türkiye’de bağımsız sinemanın ilerlemesi için ne yapılabilir?

T.K.: Biz 8 yılda buraya gelebildik. Devlet desteği de almadık. Yapım ortağım Selda Oknas’ın çok büyük emeği var. Filmi birlikte finanse ettik. Ama sadece onun değil, bu filmde tüm oyuncuların ve ekibin emeği var. Pek çok mekandan oluşan büyük bir prodüksiyon. Ekip arkadaşlarımız mekan ve lojistik destek sağladı. Filmimiz bağımsız bir yapım olduğu ve ticari bir beklentimiz olmadığı için ekipçe çok sahiplendik.

J.P.: Acil bir vergilendirme sistemi lazım.Yatırımcıları bağımsız film yapmaya teşvik edebilecek bir destek lazım. Çünkü devamlı bir maddi destek arayışı içinde olmak sektör adına da üzücü.

G.Ö.: Bu zorluklar içinde yine de film çekmeyi istemenin altında gerçek bir sinema aşkı yattığını düşünüyorum. Sizin sinema ile ilk bağlarınızı öğrenebilir miyim?

H.K.: 90’larda şehir tiyatroları ile başladım. Sonra Atıf Yılmaz’ın kült filmi Gece Melek ve Bizim Çocuklar’da oynayacaktım. Ama ben hastalanınca yerime Uzay Heparı oynadı. Sonra bir kısa filminde oynayacaktım ama o da çekilemedi. Ben de işin mutfağında çalıştım. Üvey Baba’nın senaryosunu yazdım mesela.

J.P.: Ben çocukluğumdan bu yana başka bir meslek yapmak istemedim. Almanya’da doğdum büyüdüm. Annem eski filmleri seyretmeyi çok seviyordu. Bana da uçuşan etekler giydirmek istiyordu. O yıllardan kalma bir etkisi var. Ben aşkla ilgi sektörel bir vurguda bulunabilirim. Evet bu gerçek bir aşk. Çünkü filmler kamera arkasında çalışan emekçilerin sayesinde bir yere geliyor. Yani zaten aşık değilsen film çekmen çok zor.

G.A.: 69 yılıydı sanırım Stanley Kubrick’in Uzay Yolu Macerası beni çok etkilemişti ama oyunculuk anlamında ilk filmim bu.

G.Ö.:Yönetmenin ilham aldığı yönetmenler kimler peki?

T.K.: Türk Sineması’ndan Nuri Bilge Ceylan, Lütfü Akad, Yılmaz Güney, Metin Erksan’ı sayabilirim. Yabancı sinemadan birçok isim var ama biraz yeni dönemden örnek verebilirim belki. Fransız Sineması’ndan Gaspar Noe, Güney Amerika’dan Inarritu ve Aronofsky, ikili yönetmenlerden Jean-Pierre Jeunet ile Marc Caro, Japonya’dan Akira Krosawa, bunlar büyük ustalar.

G.Ö: Çok teşekkür ederim.


İlk olarak SanatAtak sitesinde çıkan röportajın genişletilmiş versiyonudur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Exit mobile version