Yirminci yüzyıla iki distopya damgasını vurmuştu. Biri George Orwell’in 1949’da yayınlanan 1984 romanıydı. Diğeri ise Aldous Huxley’in 1932’de yayınlanan Cesur Yeni Dünya romanı. 1984‘te totaliter rejim, hayaletimsi diktatör “Büyük Birader”, himayesindeki insanları gözetliyor, bilgiyi, dili ve dolayısıyla tarihi kontrol ediyor, yasaklar koyuyor, korku salıyordu. Orwell’ın romanındaki rejim, dışarıdan ve dayatmacıydı. Huxley’in Cesur Yeni Dünya‘sı ise daha farklı bir rejimi tasvir ediyordu. Sınırsız tüketimi, mutluluğu, hazzı ve özgürlüğü öğütleyen, daha doğrusu dayatan bir ütopya/distopyaydı bu. Hangi distopya haklı çıkmıştı peki? Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence adlı kitabının önsözünde herkesin gözünü Orwell’a diktiğini, oysa bugün Huxley’in öngörüsünün haklı çıktığını yazıyordu: “Huxley, Orwell’in 1984′ünde insanların acı çekerek denetlendiğine dikkat çekerken; Cesur Yeni Dünya’da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler.” Margaret Atwood’a göre de Soğuk Savaş Dönemi’nde 1984 romanı haklı görünüyordu, fakat Sovyetlerin dağılışından sonra, tıpkı romanda tasvir edilen somayı andıran uyuşturuculara (prozac) ve tüketim çılgınlığına, eğlence endüstrisine kapılan dünyanın Huxley’in öngörüsünü haklı çıkarttığını söylüyordu. Ama 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler’e yapılan saldırıların Orwell’in Sevgi Bakanlığı’nı ve düşünce suçunu, baskıcı rejimleri geri getirdiğini ekliyordu ardından. Bugün iki öngörü de belirli sınırlılıkları kabul edilerek geçerliliğini koruyor.
Cesur Yeni Dünya’da insanlar genetik mühendislik sayesinde bebekler tüplerde üretilir ve Neo-Pavlovcu Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde hipnozla biçimlendirilirler ve genetiklerine göre önceden belirlenen toplumsal rollerine uygun şekilde yetiştirilirler. Sınıfsal ayrımların karşılığı bu romanda sert bir kast sistemidir: en üstte Alfaların en altta Epsilonların bulunduğu, genetik olarak birbirinden kesin olarak ayrılmış bir toplum:
“Alfa çocukları gri giyerler. Bizden çok daha sıkı çalışırlar, çünkü korkulacak kadar zekidirler.
Gerçekten de Beta olduğum için öyle mutluyum ki. Çünkü o kadar çok çalışmıyorum. Üstelik biz Gamalar ve Deltalardan çok daha iyiyiz. Gamalar aptaldırlar. Hepsi yeşil giyerler. Delta çocuklar da hâkî giyerler. Yo, hayır, Delta çocuklarıyla oyun oynamak istemiyorum. Epsilonlar daha da kötüler. Okuyup yazamayacak kadar…”
Can sıkıcı bir şey yaşandığında soma gibi insanı sınırsızca mutlu eden uyuşturucu hapları her daim el altındadır. Bu dünyanın sloganı, “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar”dır. Huxley’in romanında yeni bir insanın üretimi vardır, baskıyı, sömürüyü içselleştiren hatta bunlardan zevk alan bir insan. Huxley, romanında Amerikan otomobil üreticisi Henry Ford’u tanrısal bir konuma koyar, öyle ki romandaki takvim Ford’dan önce ve Ford’dan sonra olarak ifade edilir – ki bu “Tarih zırvalıktır” diyen Henry Ford’un sözleriyle birlikte düşününce anlamlıdır. Romanda tarihe açılmış bir savaş vardır, müzeler kapatılmış, kitaplar yok edilmiştir. Tarih bu romanda durdurulmuştur, herkes mutlu ve istikrarlıdır, kimse hastalanmıyordur, kimse yaşlanmıyordur, anlam yoktur, yiyecekler yoktur (yine haplar vardır) bedensizleştirilmiş bir bedende ikamet eden karakterler vardır sadece. Bu dünya adeta Francis Fukuyama’nın meşhur Tarihin Sonu Mu? makalesini bitirirken söylediklerini hatırlatır: ne sanat, ne de felsefe vardır artık tarih-sonrası dünyada, sadece insanlık tarihi müzesinin bitimsiz bakımı vardır. Ama Cesur Yeni Dünyalıların erişimi dışında olan “ayrıbölgede” arkaik bir yaşam halen sürmektedir, orada anlam ve tarih hatta beden mevcuttur.
1984’te cinsellik rejime bir tehdit olarak görülürken Cesur Yeni Dünya’da cinsellik bu rejimin bir parçasıdır. Baskılanmaz aksine henüz çocukluktan teşvik edilir. Margaret Atwood, Huxley’in bir ayağının halen on dokuzuncu yüzyılda olduğunu söyleyerek, Cesur Yeni Dünya’nın Victoria döneminin tersine çevrilmiş bir imgesi olduğunu söyler: “Ölüm bizi ayırana kadar” düsturu burada “Herkes herkese aittir” düsturuna dönüşür. Aile, tek eşlilik, bireysellik Cesur Yeni Dünya’lılar için arkaik, geri kalmış şeylerdir.
Peacock’un diziye uyarladığı Cesur Yeni Dünya’da en çok vurgulanan şeylerden biri bu, “herkes herkese aittir” düsturu. Diğeri ise de bağlanma, ağı paylaşma ve şeffaflığın şiddeti. Dizi romandan farklı olarak her şeyin hâkimi Indra adlı sistemi de gösteriyor. Bir nevi Big Data’nın tanrısal hali. Ayrıca Cesur Yeni Dünyalılar retinalarındaki arayüz aracılığıyla birbirine ve tabii ki Indra’ya hep bağlılar. Dizi bu açıdan bizi daimî iletişim baskısını ve Big Data‘yı yeniden düşünmeye davet ediyor.
Huxley’in Orwellcı dünyaya yönelik eleştirisi, insanların köleliklerini sevebilecekleri ihtimalidir (somanın işlevi budur). Onun bu korkutucu kehanetine ve Postman’ın söylediği, bizi mahvedecek, diktası altına alacak şeylerin korktuğumuz şeyler değil, sevdiğimiz şeyler, deyişine katılmamıza rağmen başkaldırının sadece birey olmaktan geçtiği yönündeki iddiası bugün epey şüpheli görünür. Cesur Yeni Dünya’nın gerçekleşen kehanetleri tam da bireyselleştirilmiş bir dünyada gerçekleşmiştir aksinde değil. Huxley bu açıdan Orwell’e yakın düşer, ikisi de bir bakıma Fordizmin dünyasına aittirler hala, bir-örneklikler dünyası. Onlar bireyciliğin bu bir-örneklikten çıkış olduğunu düşünmüşlerdir, bugün tuhaf bir şekilde farklılıkların da yine bir-örnek haline gelişini (kültür endüstrisi) unutmamalıyız. Yani bireycilik bir direniş değil, sistemin bir parçasıdır. Gerçi şunu söylemeden de bitirmeyelim, Huxley’in öngörüsü bu rejimin sadece Komünist ülkelere değil, Batı’ya da geleceği yönündedir. Evet, bu öngörü şüpheye yer bırakmayacak derecede gerçekleşti.
Bu yazının ilk hali AdHoc Dergi’nin Kasım 2020 sayısında yayımlanmıştır.