Site icon Terrabayt

Biyoloji Sanatla Buluşunca: Biyo-Sanatlar


Geçtiğimiz yıl Ebru Yetişkin’in küratörlüğünde gerçekleştirilen AkBank Sanat Günümüz Sanatı: Bir Muamma isimli söyleşi serisi çerçevesinde günümüzde biyo-sanat olarak adlandırılan akımın en önemli temsilcilerinden Marta de Menezes’i dinleme fırsatına nail olduk. Bilim ve sanat arasında yaratıcı bir iş birliği gerçekleştirmeyi amaçlayan Menezes’in doğa, organizmanın sınırları, teknolojinin bu sınırları modifiye etmesi ve bağışıklık üzerine projelerinde insanla insan olmayan, beden ve içerisi-dışarı ilişkilerini sorguladığını görüyoruz.

Modern biyolojinin ve biyoteknolojilerin sunduğu imkanlarla doğa diye tabir ettiğimiz alanın farklı şekillerde manipüle edilmesi Menezes’in projelerinin çıkış noktasını teşkil ediyor. Bilim insanlarıyla doğrudan laboratuvar ortamında çalışmalar gerçekleştiren Menezes biyoloji ve biyo-teknolojiyi sanatsal bir araç olarak kullanıyor. Laboratuvarın böylece stüdyo olarak kullananan sanatçı sanatsal söylemini biyolojik malzemeler üzerine inşa ediyor. Böylece, kendi tabiriyle “DNA, proteinler ve hücreler yeni temsil ve iletişim biçimlerini keşfetmek için bizlere bir fırsat sunuyor.”

Menezes’in projeleri vasıtasıyla biyolojinin nasıl bir sanatsal ifade aracı haline geldiğine daha yakından bakalım.

Gerçekten Doğal (2018)

 Genetiği değiştirilmiş organizmalar, gen editleme ve CRISPR-Cas9 teknolojileri günümüzde neyin ‘doğal’ olduğuna dair anlayışımızı değiştiriyor. Doğal olanla insan müdahalesinin ürünü olan arasındaki ayrımların bu teknolojiler sayesinde ortadan kalktığı bugünlerde Gerçekten Doğal isimli bu projede CRISPR-Cas9 teknolojisi sayesinde, genetiği değiştirilmiş bir organizma yeniden teknolojik müdahale öncesi vahşi tür statüsüne kavuşuyor. Dolayısıyla, suni hiçbir unsur taşımayan bir genoma sahip genetiği değiştirilmiş bir organizma bu durumda sanatsal materyalimiz. Öyle ya gen editleme teknolojisi önceden yapılmış olan genetik müdahaleyi ortadan kaldırmak için kullanılıyor. Bu durumda karmaşık genoma müdahale teknolojileri daha ‘doğal’ organizmalar yaratmak için kullanılıyor. Doğal olanın insan müdahalesine uğramamış olmak anlamına geldiği genel geçer yargıya ters düşen bu durum organizmaların zaten doğal-suni karışımı hibritler olduğu gerçeğini düşünmemize neden oluyor. Teknolojik müdahaleyle daha da doğallaşma bu haliyle doğala dair algımızı da dönüştürüyor.

Türlerin Kökeni- Evrim sonrası drozofila ve wolbachia bakterisi (2018)

Bir sanatçının, bir filozofun ve bir bilim insanının birlikte geliştirdikleri bu projede, sembiyotik canlıların karşılıklı etkileşimi üzerinden ‘kimlik’ mefhumu tartışmaya açılıyor. Drozofila bir sinek, wolbachia ise (sinekleri enfeksiyonlardan koruyan bir bakteri). Kimlik mefhumu açısından her daim ilgi çekici olan sembiyotik canlılar aslında gerçekten de kimliğin bize yabancı olanla etkileşimimiz üzerinden belirlendiğini gösteriyor.

Bu projede, yine CRISPR-Cas9 teknolojisini kullanarak drozofila-wolbachia etkileşimleri açısından mühim olan genleri değiştiren sanatçı, bu değişikliğin tek tek bu iki canlı türünün ‘kimliğini’ de değiştirip değiştirmediğini sorguluyor. Bu durumda değişen sadece genleri değiştirilen canlı mı yoksa sembiyotik ilişki içerisinde olduğu canlı da değişiyor mu? Bu proje bizlere karşılıklı birbirine bağı olma olarak çevirebileceğimiz ‘inter-dependency’ kavramını düşündürüyor. Ben olanla biz olan arasındaki ilişkiye, kimliğin ‘yabancı’yla birlikte kurulmasına dair verimli bir felsefi tefekküre mahal veren oldukça ilginç bir proje.

Doğa (1999-2000)

Bu projede sanatçı kanat desenleri değiştirilmiş canlı kelebekler yapıyor. Kanatın normal gelişimine müdahale ederek doğada rastlanmamış desenlere sahip olması sağlanıyor. Kelebeklerin kanatları normal hücrelerden oluşuyor, suni pigmentler vs. kullanılmıyor, sadece desenlerini sanatçı tasarlıyor. Yine ilk bahsettiğimiz projede olduğu gibi insan müdahalesi sonucu tamamen doğal bir değişim yaşanıyor. Bu müdahalede kelebeğin genleri değişmiyor. Desenler kelebeğin yumurtalarına aktarılmıyor. Daha önce doğada görülmeyen bu desenler sonrasında yok oluyor.

Böylece sanat eserinin yaşamına ve ölümüne şahit oluyoruz. Sanat eserinin bu durumunda kendine mahsus bir ‘ömrü’ oluyor, kelebeğinki kadar bir ömür. Biyo-sanatın en güzel örneklerinden biri olan bu proje sanat ve yaşam arasındaki sınırları ortadan kaldırıyor.

Nucleart (2000-2002)

Sanatçı Londra Imperial Koleji’ni ziyaret ettiği dönemde DNA ve kromozomları kullanarak farklı sanatsal ortamlar yaratıyor. “nucleArt’ projesinde, florasan boyalarla eşleştirdiği DNA moleküllerini, insan hücresinin çekirdeğindeki kromozomları, bazen genleri boyamak için kullanıyor. Bir lazer mikroskopu sayesinde hücrelerinin içini üç boyutlu olarak görebiliyoruz. DNA’yı doğrudan boya olarak kullanarak elde edile “mikro heykelcikler” bu teknoloji sayesinde izlenebiliyor. Sanat eserinin yukarıdaki kelebek örneğinde olduğu gibi çekirdeği boyanan canlı hücreler olduğunu görüyoruz. Ancak mikroskopları gözlemlediğiniz anda heykelcikler yok oluyor. Sanatçı gözlemcinin ediminin gözlemleneni etkilemesine bir örnek olarak görüyor bunu: Heisenberg’in meşhur belirsizlik ilkesi. Heykelcikleri kavisli ve yarı saydam ekranlara yansıtılmış videolar şeklinde izliyoruz.

 

Bütün bu örneklerde ve burada ele almadığımız diğer eserlerde, sanatsal üretim ortamının doğrudan canlı hücreler ve organizmalar olduğunu görüyoruz. Biyo-sanatın bu sanatsal müdahaleleri ise yaşama ve ölüme, canlı organizmanın sınırlarına, canlılar arası etkileşime, bilhassa ‘doğal’ ve insan elinden çıkma olan arasındaki ayrımın muğlaklaşmasına dair oldukça verimli düşünsel güzergahlar sunuyor bizlere.


Yazı ilk olarak adhoc dergisinde yayımlanmıştır.

Exit mobile version