Site icon Terrabayt

Bir Kayıt Formu Olarak Kompost ve Aynı Sofrayı Paylaşmak

Rossella Biscotti, I dreamt that you changed into a cat...gatto...ha ha ha [Rüyamda bir kediye dönüştüğünü gördüm…bir gattoya…ha ha ha], 2013 Fotoğraf: Ilaria Zennaro


Sibel Horada’nın 17 Kasım – 31 Aralık 2018 tarihleri arasında Depo’da yer alan sergisi Bir İç Mekân Bahçesine, Sibel’in daveti üzerine ürettiğim Ölçülü Uğraşları Olan Bir Operatör işimle katıldım. Normal şartlarda bir sanatçının kişisel sergisine başka sanatçıları davet etmesi pek sık karşılaşılan bir durum değildir. Ancak bütün sergisini bir toprak metaforu etrafında kurgulayan Sibel, toprağı bir ilişkiler ağı olarak yorumluyordu. Dolayısıyla bu sergide başka sanatçılarla, konuşmacılarla, her yaştan ziyaretçilerle ve diğer türlerle ilişki kurmak onun için önemliydi. Sıkça yaptığımız sergi turlarında, Sibel benim işimin sergiye hazırlık sürecinde toprağın içinde olduğunu ve onun yüzeye çıkması için alan açmak istediğini, sergiye dahil olan diğer sanatçı Cevdet Erek’in işiyle ise arkeolojik bir karşılaşması olduğunu söylüyordu. Merkezine büyük ölçekte bir kompost düzeneğini ve toprak üretme fikrini alan sergide, Sibel toprağın derinliklerinde, yüzeyinde ve üzerindeki birçok katmanla ilişki kuruyordu. Tıpkı toprakta olduğu gibi, Bir İç Mekân Bahçesi’nin oluşumunda, yaşatılmasında ve sürdürülebilmesinde de birçok aktör rol oynadı: serginin küratörü Lara Fresko, vermikültür danışmanı Hakan Türkkuşu, bütün gün Depo’daki ofislerde ve Açık Radyo’da çay ve kahve içip posalarını itinayla biriktirenler, sergiye bahçelerinden çelikler kesip getirenler, gün sonunda artıklarını getiren manav, programda kullandıkları gazeteleri bağışlayan Açık Gazete ekibi, sergideki kompost atölyelerine gelen meraklı katılımcılar, kağıttan komposta karışan karbon, kahveden gelen nitrojen ve tabi ki kırmızı kompost solucanları (eisenia fetida) ve tüm bu birlikteliklerde yaşam bulan bakteriler ve mikroorganizmalar…

Sanat eserinin mutlak ve kalıcı olması gerektiğine dair inancımız 20. yüzyılın sonlarından beri yavaş yavaş değişiyor. Bu fikir kırıldıkça da sanat alanında yaşayan ve kontrolü zor malzemelerle ve tabiattan öğelerle daha çok karşılaşır olduk. Toprağın ve kompostun sanat alanında karşımıza çıkması ise günümüzde içinde bulunduğumuz ekolojik koşullardan bağımsız olarak düşünülemez. İklim değişikliği ve insanın Antroposen dediğimiz çağda doğaya yaptığı tahribatın geri döndürülmez oluşu artık yadsınamaz gerçekler ve bunlarla ilişkili olarak kendimizi toprak ve sürdürülebilirlik üzerine her zamankinden daha çok düşünürken buluyoruz.

İklim değişikliği ve insanın Antroposen dediğimiz çağda doğaya yaptığı tahribatın geri döndürülmez oluşu artık yadsınamaz gerçekler ve bunlarla ilişkili olarak kendimizi toprak ve sürdürülebilirlik üzerine her zamankinden daha çok düşünürken buluyoruz.

Rossella Biscotti, I dreamt that you changed into a cat…gatto…ha ha ha [Rüyamda bir kediye dönüştüğünü gördüm…bir gattoya…ha ha ha], 2013 Fotoğraf: Ilaria Zennaro


Kompost ve içerisine girenler bir mekânın atığı, ürettiği çöp gibi düşünülebilirken aynı zamanda bir mekânda olan bitenin organik bir kaydı olarak da yorumlanabilir. Bir İç Mekân Bahçesi için her gün biriktirilen çay ve kahve posalarının miktarının günün bir nevi ritmini, manavdan gelen artıkların ise günün hasılatını yansıtması gibi. Sanat alanında kompostla ilk karşılaştığım iş ise kompostu bambaşka bir bağlamda benzer bir kayıt tutma yöntemi olarak kullanıyordu. Rosella Biscotti’nin The Encyclopedic Palace [Ansiklopedik Saray] başlıklı 55. Venedik Bienali’nin ana sergisi kapsamında gösterilen I dreamt that you changed into a cat…gatto..ha ha ha [Rüyamda bir kediye dönüştüğünü gördüm.. bir gatto’ya.. ha ha ha] işi izleyiciyi ilk bakışta malzemesini ele vermeyen minimalist heykeller ve bir ses kaydıyla karşılıyordu. İşin ortaya çıkışının ise formların ele verdiğinden çok daha katmanlı ve uzun vadeli bir kurgusu vardı. Mekâna bir krokiyi andıran şekilde yerleştirilmiş bu formlar Venedik’teki Giudecca adasında bulunan kadın hapishanesinde mahkumların ürettiği/topladığı organik atıklardan oluşan komposttan yapılmıştı. 2013 yılında bu işi üretirken, Biscotti altı ayını bu hapishanede düzenli olarak çalışarak geçirmiş ve hapishanede bir ‘düşsel laboratuvar’ kurmuş. Bu aylar boyunca bütün mahkumlarla teker teker tanışıp onlardan rüyalarını kendisiyle paylaşmalarını istemiş ve bu rüyaları kaydetmiş. Bu hapishanede mahkumlar zamanlarının büyük çoğunluğunu düşük ücretler karşılığı çamaşırhane, bahçe ve dikiş atölyesinde veya temizlikçi olarak çalışarak geçiriyor. Biscotti’nin laboratuvar kapsamında aldığı ve mekânda formlara eşlik eden ses kayıtları kurumun, mahkumların kişisel hikayelerinin, hayallerinin, gerçekliklerinin ve bilinçaltlarının bir kaydını tutarken, üretilen kompost ise mahkumların emeğinin, orada geçirilen zamanın ve hapishanenin tekrar eden döngüsünün bir kaydını tutuyordu.

Toprak üretme fikrinden yola çıkan bir başka iş ise Claire Pentecost’un documenta 13 için ürettiği ve daha sonra da 13. İstanbul Bienali’nde gösterilen soil-erg. Bu proje kapsamında Pentecost el yapımı topraktan, komposttan yapılmış, altın külçeleri andıran formları petro-dolara alternatif bir para birimi soil-erg olarak sunuyordu. Diğer para birimleri gibi soil-erg de son derece soyut, ancak maddeselliği tüketilmesi için farklı bir bağlamı gerekli kılıyor. Ağır ve kırılgan olduğu için dolaşıma girmesi pratik değil ve bu sebepten de işlevselliği belli bir bölgeden bağımsız düşünülemiyor. Sibel’e benzer şekilde Pentecost da toprağı yaşayan bir sistem olarak görüyor. Aynı zamanda sağlıklı toprağın ancak mekâna özgü bilgilerle devamlı bir emeğin bir araya gelmesiyle oluşabileceğini ekliyor. Toprak üretmeyi sosyal ve biyolojik süreçlerin buluştuğu bir pratik olarak kavramsallaştırıyor.

Claire Pentecost, soil-erg, 2012 Fotoğraf: Jürgen Hess

Pentecost’un soil-erg kapsamında yerleştirmeye dahil ettiği bir başka öğe ise işin sergilendiği Ottoneum Museum’da bulunan 1783 tarihli bir vitrin. Vitrinin üst kısmında Richelsdorfer Dağı’nın katmanlarını doğal taşlardan gösteren dikey bir kesit bulunuyor. 18. yüzyılda Hessen eyaletindeki jeolojik araştırmalar kapsamında elde edilen bu kesit, eyalette mevcut olan en eski jeolojik buluntu. Dağı ilk başta bakır bulma umuduyla kazan madenciler, daha sonra bu kesiti çıkartıp onu muhafaza etmek amacıyla müzeye bağışlıyor. Pentecost, madencilik tarihiyle ilişkilenen bu vitrinin yanına bir kopyasını yerleştiriyor. Bu ikinci vitrinde ise izleyiciyi solucanların kompost ürettiği bir vermikültür düzeneği karşılıyor. Documenta 13’ün açık olduğu 100 gün boyunca solucanlar sergi mekânlarındaki mutfaklarda biriken atıklarla besleniyor ve toprak üretiyor. Asıl vitrin yeryüzünden bir şeyler çıkarma, alma ve tüketme geçmişimizin bir kaydını muhafaza etmeye çalışırken, ikinci vitrin yeryüzünü tamir etme çabalarımızı sergileyen bir toprak makinası olarak işliyor ve yeni ve yaşayan bir kayıt oluşturuyor.

Üç iş de toprağa ve komposta farklı bağlamlardan yaklaşsa da hepsinin paylaştığı bir kolektivizm vurgusu olduğunu söyleyebiliriz. Soil-erg’e eşlik eden Notes from the Underground [Yer Altından Notlar] yayınında Pentecost şöyle diyor: “Toprak sürekliliği olan bir toplumsal yapı. Ben de öyleyim. İnsan vücudu dediğimiz şey, içerdiği insan hücresi sayısından on kat fazla bakteriden oluşuyor. Cildimizde, bağırsaklarımızda, her bir oluğumuzda ve daha kim bilir nerelerde yaşıyorlar. Bu bakterilerin çoğu bizimle ‘komensal’. İki tür birbiriyle komensal bir ilişkide olduğunda, türlerden biri diğerine zarar vermeden yarar sağlar. Komensal aynı zamanda Latincedeki kom (beraber) ve mensa (masa) köklerinden gelir ve ‘aynı sofrayı paylaşmak anlamına gelir.”[1] Toprak farklı türlerin beraber çalışmasının, üretmesinin ve bu üretimden beraber fayda sağlamasının gündelik yaşantımızdaki en belirgin örneği. Alışılageldik üretim ve tüketim biçimlerimizin vadesini doldurduğu ve artık işlemediği günümüzde ise vücudumuzda hazırda var olan bu komensal ilişki formu her zamankinden daha çok öne çıkıyor.

Sibel Horada, Bir İç Mekân Bahçesi, 2018 Fotoğraf: Erdem Alkama

Bir İç Mekân Bahçesi boyunca koreografisini Sibel’in üstlendiği birçok süreç işledi. Duvarlara kelepçelerle tutturulmuş kavanozlardaki çelikler haftalar boyunca köklendi, kompost solucanları düzenli olarak toplanan atıklarla beslendi, sulandı ve çalıştı, Açık Gazeteden alınan gazeteler periyodik olarak doğrandı ve sergi turlarına ve atölyelere gelen katılımcıların yardımıyla suda çözünen saksılara dönüştürüldü. Serginin son günündeyse köklenen çelikler üretilen kompostla buluştu, yapılan saksılara dikildi ve gelen ziyaretçilere dağıtıldı. Sergi bitmiş olsa da ürettikleri ve bunların sürdürülebilirliği gene birçok farklı aktöre teslim edildi: toprağa karbon sağlayacak gazeteden saksılara, bitkileri ve solucanları sahiplenenlere, suda ve toprakta farklı büyüyen bitki köklerine… Tek bir sanatçının iradesiyle başlayan sürecin birçok farklı iradeye teslim edilmesi ve bu işte en başından beri olan kolektif var etme, üretme ve sürdürme hali sanatçı ve yazar Laurie Palmer’ın şu cümlelerini getiriyor aklıma: “Vücudumu bir kolektif olarak düşünüyorum, hislerim ve düşüncelerim ‘benim değil’ bizim. Gözlerimi bağımsız işçilerle dolu havuzlar olarak düşünmek, onların bir kovan olan beynimle iletişimde olduğunu, bu kovanın içindeyse belirli bilgilerle uğraşan yuvalar olduğunu düşlemek beni rahatlatıyor…. bütün bu işler dominant ve ataerkil bir CEO beyin yapmalarını/yapmamızı söylediği için değil, yapmak istedikleri/istediğimiz, yapmaya ihtiyaç duydukları/duyduğumuz, yapmayı sevdikleri/sevdiğimiz ve bizim işimiz olduğu için yapılıyor.”[2]


Bu yazının ilk versiyonu, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin süreli yayını Boğaziçi Dergisi’nin Nisan-Mayıs-Haziran 2019 tarihli 240. sayısında yayımlanmıştır.


[1] Claire Pentecost, 2012, “Notes from the Underground”, s. 12.
[2] A. Laurie Palmer, 1996, “If I were you, I’d call me us”, s. 1.

Ana Görsel: Sibel Horada, Bir İç Mekân Bahçesi, 2018 Fotoğraf: Yusuf Coşkun

Exit mobile version