Site icon Terrabayt

Arzu, Zevk, İhtiyarlık ve Evrim


 “Enerji, ebedi hazdır.”

– William Blake


Bu kısa ve tutarsız yazı, Haziran 2019’da e-flux’ın “Kültürden Sonra Sanat” başlıklı konferansında verdiğim bir konuşmadan doğdu. Konuşmak için davet edildiğimde aklımdaki konu “Arzu, Zevk, Evrim”di. Bu başlığa dair bir iki bir şey söyledikten sonra ihtiyarlık ve evrim gibi mevzulara geçeceğim.

Öyleyse arzu ve zevkle başlayalım. Yakın zamanda Gilles Deleuze’ün, Michel Foucault’yla aralarındaki bir fikir teatisine dair naklettiği hikâyeyi -tam olarak nerede olduğunu hatırlamıyorum[1]– keşfettim. Deleuze’ün evini terk etmeden önce Foucault, kendi kibar ve çekingen tarzında, Deleuze’e şöyle der: açıkçası, sana “arzu” kelimesinden tiksindiğimi itiraf etmeliyim. “Zevk” kelimesini kullanmayı tercih ederim, ne dersin?


Deleuze hiçbir şekilde mutabık olmaz. O “zevk” kelimesini mutlak surette hakir görür. Hakikaten de Deleuze 1973’de Vincennes’de verdiği bir derste şuna benzer bir şey söylemişti: Plaisir, quel horrible et atroce mot. Qu’est-ce que ça signifie? Le décharge? (Zevk, ne korkunç ve berbat bir kelime. Ne anlama geliyor? Boşalma mı?)

Deleuze ve Foucault arasındaki benim her zaman gözümden kaçmış olan bu tartışma, Deleuze ve Felix Guattari’nin ele aldığı anlamda arzunun bir boyutunu açığa çıkarıyor. Toplumsal enerjileri harekete geçiren motorun arzu olduğunu ilk kez 70’lerin sonunda Paris’te geçirdiği yıllarda fark ettim, ancak arzu ve zevk arasındaki ayrımı hiç hesaba katmıyordum. Nihayet, geçen sene Deleuze ve Foucault arasındaki bu fikir teatisini okurken aradaki farkı anladım.

Şimdi, yaşlılığımda, arzu ve zevk arasındaki farkın değerini acı yoldan öğrenmiş bulunuyorum; artık kapitalizmin aslında zevkin sonu gelmez bir biçimde ertelenmesi ve bununla eşzamanlı olarak arzunun daimi uyarılması üstüne kurulu olduğunu idrak ediyorum.

Elbette, 70’lerin ve 80’lerin Paris sahnesindeki asıl bilge adam Jean Baudrillard’da bu farka dair bir izahat bulunabilir: arzu, evet pek tabii, güzel şeyler için arzu, fakat kapitalizmin bütün tarihinin daimi arzu üzerine kurulu olduğuna dikkat edin.

Şimdi, yaşlılığımda, arzu ve zevkin arasındaki farkın değerini acı yoldan öğrenmiş bulunuyorum; artık kapitalizmin aslında zevkin sonu gelmez bir biçimde ertelenmesi ve bununla eşzamanlı olarak arzunun daimi uyarılması üstüne kurulu olduğunu idrak ediyorum. Sanal kapitalizm –benim semiyo-kapitalizm dediğim- bu her iki koşulun da -zevkin ertelenmesinin ve arzunun uyarılmasının- yoğunlaştırılmasıdır.

Arzu ve zevkin nasıl farklı olduğunu kavramamı kolaylaştıran şey, arzu hiç bozulmamış devam ederken, yaşlanmanın temelde zevkin belirli katmanlarına erişimi yitirmek anlamına geldiğini fiziksel ve kişisel olarak hissetmek oldu. Benim kişisel deneyimimin ve işaret ettiği daha genel durumun ötesinde ikisinin arasındaki ilişkide çok daha ilginç ve rahatsız edici bir şey söz konusu. Arzunun sönmeyen ateşi ile zevkin erişilemezliği veya ulaşılamazlığı arasındaki bu ilişki içinde bulunduğumuz tarihsel geçiş momentiyle, insan evriminin mevcut adımıyla ilgilidir.

İhtiyarlar neden hep bu kadar asabi? Hatta muanniddir?[2] Bu kelimenin anlamını bilmiyorum bile, fakat kulağa doğru geliyor. Neden ihtiyarlar bu kadar kötücüldür?

İki yanıtım var. İlki, yaşlılıkta nöronların ve sinapsların yitirilmesiyle ilgili: bilgi işleme becerisinde azalma, kavrayışta gerileme, duyarlık ve deneyim arasındaki ilişkideki netliğin kaybı. İkincisi ise, bizim -biz insanların, bilhassa da ihtiyarların- yaşamın özel mülkümüz olduğunu düşündüğümüzden hayata tutunma eğiliminde olmamız. Bu hayat benim ve bu mülkü kaybetmek istemiyorum.

Ölümü inkâr, modern aklın derinlerine kazılıdır. Dünyanın beyaz nüfusu yaşlandıkça, bu durum toplumsal psikoza benzer bir şeyi kışkırtmış ve ihtiyarların geriye kalan ne varsa ona saldırganca sıkı sıkı tutunmasına neden olmuştur: çıplak ve çürüyen yaşama.


The Order of Time isimli güzel kitabının sonunda Carlo Rovelli ölüm korkusunun evrimdeki bir hata olduğunu yazar. Bu birinin içinde kendi mevcudiyeti olmaksızın dünyayı düşünme konusundaki acizliğinin, ben olmadan dünyayı düşünme konusundaki acizliğimin neden olduğu bir hatadır. Modern kültür diğer bireylerle durmaksızın rekabet halinde olan bireyi vurgulayarak, insanlar arasındaki topluluk hissiyatını siler. Bu nedenle, modern kültür ölümü düşünülemez, hakkında konuşulamaz veya psişik olarak detaylandırılamaz bir şeye dönüştürmüştür. Ölümün sistematik olarak inkâr edilmesi, bireyi kederin uçsuz bucaksız çölünde yapayalnız bırakmış ve nihayet onu bireyle topluluk, ben ve sen arasındaki sürekliliği göremez hale getirmiştir.

Ölümü inkâr, modern aklın derinlerine kazılıdır. Dünyanın beyaz nüfusu yaşlandıkça, bu durum toplumsal psikoza benzer bir şeyi kışkırtmış ve ihtiyarların geriye kalan ne varsa ona saldırganca sıkı sıkı tutunmasına neden olmuştur: çıplak ve çürüyen yaşama.

Dahası, modern kapitalizm bir enerji tapıncı üstüne kurulmuştur. Büyüme, gelişme, üretkenlik, hızlanma saplantısına –ihtiyarlığı düşünülemez kılan fütürist saplantılar- dayanır.

Neden böyle tuhaf ve biraz korkutucu konular üzerine yazıyorum? Niçin ihtiyarlık ve ölüm hakkında konuşuyorum? Pek tabii, esas neden bunların benim sorunlarım olması. Ancak inanın ki yalnızca benim sorunlarım değiller. Günümüzde insanoğlunun iki temel sorunu var. Enerji tapıncıyla ve genişlemeyle bağlantılı olan ölümü inkâr, gerilemeyi ve büyümemeyi salt olumsuz eğilimlere, kanaatkarlığı ise kıtlığa çevirmiştir. Dolayısıyla, hayat bu anlamda zamanın akıp gitmesine karşı bir paranoya haline gelmiştir.

Nasıl ki gerileme geç-modern krizin aynı anda hem sorunu hem de çözümüyse, yaşlanmanın da mevcut tarihsel açmazı anlamanın anahtarı (gizli ve akıl erdirilemez) olduğuna yürekten inanıyorum.

İlkin, bunun demografik nedenlerden kaynaklandığını zannedebiliriz. İhtiyarlık, artık Batı nüfusunun çoğunun sorunu haline gelmektedir. Sadece Batı nüfusunun da değil. Afrika nüfusu katlanarak, Orta Doğu ve Hint alt-kıtası nüfusu ise istikrarlı olarak artarken, Batılı egemenler ve düşmanlar yaşlanıyor, enerji kaybediyor ve hepsinden önemlisi çoğunlukla gençlere ait olan geleceğe yönelik masum inancı yitiriyorlar.

Güneyin büyük bölümündeki nüfus patlamasıyla Kuzeydeki düşüş arasındaki demografik uçurum, muhtemelen günümüzdeki ırkçılığın ve saldırganlığın merkezi sebeplerinden biridir. Yaşlılar azalmakta olan kudretlerini makinelere aktarmıştır ve savaş makinesi, Güneyde ezilenlere ve nüfusu azalmakta olan Kuzey topraklarına göçmeye çalışan sömürgeleştirilmiş kimselere karşı bitmek bilmeyen bir gözdağı vermek üzere harekete geçmiştir. Bu sebeple, toplumsal, kültürel ve politik katmanlarda neler olduğunu biraz olsun anlamak istiyorsak, ihtiyarlık denilen mühim sorunu göz önünde bulundurmamız gerekir.

Nasıl ki gerileme geç-modern krizin aynı anda hem sorunu hem de çözümüyse, yaşlanmanın da mevcut tarihsel açmazı anlamanın anahtarı (gizli ve akıl erdirilemez) olduğuna yürekten inanıyorum.

“Faşizmin” dünya çapındaki yeniden canlanışını düşünelim. Donald Trump, Matteo Salvini, Boris Johnson, Nigel Farage, Vladimir Putin ve Recep Erdoğan. Onlar faşist midir? Hayır, değiller. Ve dünyanın büyük kısmına yayılan bu süreç faşizm midir? Hayır, değil.

Faşizm gençlerden oluşmuş tarihsel bir fenomendi. O güçlü, enerjik ve fütürist bir hareketin güç-istenci üstüne kurulu bir hareketti. Faşizm parlak bir gelecek bekleyen insanları içeriyor; genişlemeyi, yeni bölge ve pazarların sömürgeleştirilmesini teşvik ediyordu. Ancak günümüzde hiç kimse parlak bir gelecek beklemiyor artık. Pazarlar doygunluğa ulaşırken koca gezegen zapt edildiğinden, gelişim artık imkansızdır. Bölgesel alanların sömürgeleştirilmesinin sonuna geldik-artık sadece zaman sömürgeleştirilebilir. Günümüzdeki genişlemenin tek yönü zamanın yoğunlaştırılması ve zihinsel ritimlerin hızlandırılmasıdır. Sadece bilişsel uzamın sanal gelişimi ve göstergelerin hızlandırılmış dolaşımı mümkündür. Fakat böylesi bir yoğunlaştırma insanoğlunun sinir sisteminin infilakına neden olur.

Kırk yıl önce, bazı genç İngiliz müzisyenlerle “Gelecek yok! Gelecek yok!” diye haykırdığımı anımsıyorum. Bunun ihtimal dışı bir avangart hareketin provokasyonu olduğunu düşünmüştüm. Bugün ise herkes geleceğin sona erdiğini düşünüyor; bu his artık insanoğlunun büyük bölümünün sahip olduğu o konformist tutuma uygun düşüyor. “Gelecek yok” ortak duyu haline geldi ve bu sebeple çağdaş kültür ve politik tutumda sinizm yayıldı. Fütürizm gelecekten bir şey bekleyen; ulusta, ailede veya işleyen toplulukların toplumsal bağlarında saklı toplum olmanın uyandırdığı o sıcaklığı gerçekten hisseden bir toplumun ifadesiydi. Bunların hepsi yaşanmış bir asırlık deneyimin gerçekliğiydi. Artık geride kaldı! Bugün, ulus var olmayan bir şeydir. Ulusun çözülmesi her yere nüfuz etmiş enformasyonun dijitalleşmesinin ve enformasyon üstüne kurulu iktidarın bir etkisidir. Google’ın Birleşik Devletlere ait olduğunu mu zannediyorsunuz? Hiç alakası yok. Birleşik Devletler Google’ın yetki alanına aittir. Tıpkı, İtalya, Fransa ve diğerleri gibi.

Ulusal egemenlik, aynı anda her yerde hazır ve nazır olan sanal iktidar tarafından çözülmüş; ulus ise bir mit, özdeşleşmenin saldırgan bir biçimi, nostaljik bir öfke olarak geri dönmüştür.

Aidiyet, günümüzde üstünlük yanlısı ideolojinin kökeninde yer alan umutsuz bir nostaljiye dönüştü. Üstüncük yanlısı ideoloji, ihtiyarların korkularının bir ifadesidir. Örneğin, göçten korktukları için, bunu bir istila olarak görüyorlar.

Akıl kendi hesabına finansal algoritmaların hizmetkarı haline gelmiştir. Akıl finansal algoritmadan ibaret olduğu zaman gelecekten bekleyebileceğimiz tek şey intikamdır – pek tabii, akla karşı intikam.

Bu büyük ölçüde bir istiladır da. Bir ya da iki asır önce, ırkçılık, dünyanın Güneydeki bölgelerinin beyazlar tarafından işgal edilmesinin ayrılmaz bir parçasıydı. Şimdilerde ise ırkçılık, kendi bölgelerinin istila edildiğini sanan beyazların geliştirdiği korku dolu bir tepkidir. Irklarının “yerine başkasının geleceğine” dair ırkçı paranoya yalnızca hayali değildir çünkü (George Soros’un karıştığı bir komplonun yardımı olmadan gerçekleşen) gerçek bir sürece tekabül eder. Beyaz ırk –şükürler olsun- yok oluyor. Bu durum hem aciz hem de aşırı-güçlü olan günümüzdeki üstünlük yanlısı ideolojinin de kökenidir: bu, bizi gelecekte bekleyen mutlak gerilemeyi değiştirmekten acizdir, ancak aynı zamanda yitirilmiş kudreti yeniden hâkim kılmak için girişilen umutsuz eylemlerle dünyayı pekala tahrip edebilir.

“Kudretsizlik” bilhassa gezegenin Kuzey kısmında gerçekleşmekte olanı açıklayan kelimedir. Kudretsizlik ve intikam arzusu. Neoliberal sol geleceğe yönelik mümkün her türlü politik dönüşüm beklentisini yok etmiştir. Neoliberal sol: Clinton’lar, Blair’ler, D’Alema’lar, François Hollande ve benzerleri. Bu hainler politika ve akıldan anlamlı bir şeyler bekleme ihtimalini yok etmiştir. Akıl kendi hesabına finansal algoritmaların hizmetkarı haline gelmiştir. Akıl finansal algoritmadan ibaret olduğu zaman gelecekten bekleyebileceğimiz tek şey intikamdır – pek tabii, akla karşı intikam. Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın Diyalektiği’nin önsözünde akla karşı bu intikamdan bahseder. Onlar, aklın, kendi karanlık yüzünü yani bilinçdışındaki karanlık yüzünü kavrama konusunda aciz kaldığında, kendi yıkımını kesinleştirdiğini yazarlar. O ölüdür. Akla karşı intikam yayılmakta olan yeni-tepkisel hareketin itici gücüdür: bu insanlığa karşı intikamdır.

Kültürel bir ufuk olarak insanlık faşist olmayan günümüz faşistlerinin asıl düşmanı haline gelmiştir. Onlar basitçe insan-düşmanıdır. Bu tanım, tüm servetini Akdeniz üzerinden Avrupa’ya gelen insanları öldürme kararlılığı üzerine inşa eden ve bunu açıkça beyan eden Matteo Salvini gibi bir adam için çok hafif kalırdı. Fakat sağcı bir cani ve İtalyan hükümetinin hizmetindeki bir katil olan Salvini’nin, insanları denizden kurtaran sivil toplum örgütlerini sanık koltuğuna oturtan yasaları onayan içişleri eski bakanı solcu Marco Minniti tarafından yazılmış olan kuralları uyguladığı ve siyasi tutumları sürdürmekten başka bir şey yapmadığı unutulmamalıdır. Salvini, Marco Minniti isimli demokratik katilin doğrudan uzantısıdır. Bu sebepten, söz konusu durumdan herhangi bir politik çıkışın var olmadığı aşikardır.


Bir yanda teknolojinin insanlığı, gezegeni ve çevreyi kurtaracağına inanan tekno-iyimserler. Diğer yanda “hiç alakası yok teknoloji her şeyi yok ediyor” diyen tekno-kıyametçiler. Haraway farklı bir tutum sergiliyor: sakin olmamız gerektiğini söylüyor. İnsan ırkının yok olmaya yazgılı olmasının bir trajedi olmadığını söylüyor

Pekâlâ bu bizi nereye götürecek?

Geçenlerde Donna Haraway’in “Staying with the Trouble” eserini okudum. Eseri okuduğumda her şeyi olmasa da ana hatlarını anladım. İronik ve hoş bir tarzda bugün teknolojiye karşı iki tepkinin var olduğunu söylüyor. Bir yanda teknolojinin insanlığı, gezegeni ve çevreyi kurtaracağına inanan tekno-iyimserler. Diğer yanda “hiç alakası yok teknoloji her şeyi yok ediyor” diyen tekno-kıyametçiler. Haraway farklı bir tutum sergiliyor: sakin olmamız gerektiğini söylüyor. İnsan ırkının yok olmaya yazgılı olmasının bir trajedi olmadığını söylüyor.

Bugünlerde tükeniş politik sahnede herkesin dilinde. İsveç, Almanya, İtalya ve tüm dünyada çocukların düzenlediği büyük gösterilere bakın. 15 Mart 2019’da milyonlarca çocuk yürüdü. Mesajları tükeniş hakkındaydı. Politik bir sorunları yoktu. Sadece bunun paniklemeye başlama zamanı olduğunu söylüyorlardı. Şu Tükeniş İsyanına bakın. Tarihte en azından benim bildiğim kadarıyla ilk kez tükeniş, politik protesto hareketlerinin esas kaygısı haline geldi.

Ben olsam, tükenişe karşı isyana odaklanmazdım. Tükenişe karşı koyulabilir mi? Sanmıyorum. Tükenişle başa çıkmaya çalışabilirsiniz. Tükenişinizle başa çıkmak zorundasınız. Bu arada tükeniş gelecek için hayal edilebilecek en beter şey değildir. Tahayyül edilebilir en kötü şey tükenişe sebep olacak savaştır -ölüm değil, finansal kapitalizmin insanlık için hazırladığı uzun vadeli ıstırabın kendisidir. Asıl tehlike budur. Kapitalizmle karşılaştırırsak tükeniş hiç de fena değil.

Haraway’e yaptığım atıftan sonra, şimdi de Fransız filozof ve psikanalist Catherine Malabou’dan da alıntı yapmak istiyorum. Psikanalizin cinsellik analizi ve dilden nörolojiye doğru bir kayma yaşadığını söylüyor. Psikanalitik teori ve terapi uzun zamandır cinsellik ve dil sahasına odaklandı. Ancak Alzheimer, Parkinson, panik atak ya da depresyona baktığımızda, bunların yalnızca cinsellik ve dile bağlı sorunlar olmadığını görebiliriz. Bunlar nörolojinin fiziksel boyutlarıyla ilintilidir. Bu sıralar mevzubahis olan nörolojidir. Zihin değil, beyindir. Ya da daha da iyisi: önemli olan yalnızca zihin değil, aynı zamanda beyindir. Malabou bu ince çizgi üzerinde, travma ve nöroplastisiteyle ilgili yazar.

Ben olsam, tükenişe karşı isyana odaklanmazdım. Tükenişe karşı koyulabilir mi? Sanmıyorum. Tükenişle başa çıkmaya çalışabilirsiniz. Tükenişin başa çıkmak zorundasınız. Bu arada tükeniş gelecek için hayal edilebilecek en beter şey değildir. Tahayyül edilebilir en kötü şey tükenişe sebep olacak savaştır -ölüm değil, finansal kapitalizmin insanlık için hazırladığı uzun vadeli ıstırabın kendisidir.

Evrim, sıfırdan, arzu ve zevk arasındaki ilişkinin perspektifinden yeniden ele alınmalıdır. Zevk hedeftir, amaçtır. Son kırk yıl boyunca, zevk konusu aklımdan çıkmıştı çünkü kafayı arzu meselesine takmıştım, ancak şimdi kapitalizmden çıkış yolunun tam tersi olduğunu anlıyorum: çıkış arzuda değil, zevktedir. Günümüzde beyin zevkin yeniden dengelemenin yolunu nasıl bulabilir? Bu, gelecek senelerde, gelecek on yıllarda yüzleşmek zorunda olacağımız sorundur.

Bu tutarsız yazıyı Mayıs 2019’da ölmüş olan bir dostuma ithaf etmek istiyorum. Bu dostun adı Nanni Balestrini. Nanni, bir şair, bir romancı ve her şeyden önemlisi bir yeniden-birleştiriciydi. İnsanlık tarihinde tek kelime dahi kullanmadan şiir yazan tek şairdir. O kirli bir iş olan sözcük yazmayı reddediyordu. Şöyle sorardı: Bunu neden yapayım? Neden vaktimi bir şeyler yazarak harcayayım ki? Ben bir şairim. Ben sözcük yazmam. Enfosferden, metroda insanların gündelik konuşmalarından, gazetelerden, reklamlardan göstergeler kaçırırım. Onun yaptığı şey, dediğine göre, yeniden birleştirmekti. Yeniden-birleştirme bizim de görevimizdir, biz de ondan işaretler kaçırmalıyız. Ama soru şu: neyin yeniden-birleşimi? Anlamın, dilin, arzunun ve zevkin yeniden-birleşimi. Şiir, henüz var olmayan şeyleri yaratmak amacıyla, var olanların tutarlı ve kasıtlı yeniden-birleşimidir.


[1] Berardi’nin bahsettiği “Arzu ve Zevk” metni için bkz: Two Regimes of Madness (Deleuze, 2007, s. 122-135) Foucault’nun Bilme İstenci eserinin ardından Deleuze’ün Foucault’nun asistanı François Ewald’a Foucault’ya ulaştırması için verdiği Adan Z’ye dek uzanan notlardan oluşur. Nihayetinde Foucault ve Deleuze arasına yalnızca ölümün kapatabileceği bir mesafe girecektir. 1977 yılında gerçekleşen bu kopuş, RAF avukatı “Klaus Croissant vakası” ve “Yeni filozoflar” tartışmalarında da farklı konumlar işgal etmiş olan Deleuze ve Foucault arasındaki politik felsefe açısından çok önemli olduğunu söyleyebileceğimiz gerilim yaratan farkları anlamamız için oldukça mühimdir. Metinde, Foucault’nun arzu kavramsallaştırmasından kavramın kaçınılmaz bir psikanalitik bağlayıcılığı olması sebebiyle kaçındığını Deleuze’ün ise Foucault’nun zevk kavramı için aynı bağlayıcılığı koyutladığını görüyoruz. Her ikisinin de birbirine yaptığı bir haksızlıktan bahsetmek mümkündür. Çünkü ne Foucault’nun zevk kavramı ne de Deleuze’ün arzu kavramı psikanalitiktir. Ancak bu fark iki filozofun iktidar ve direniş odaklarına yönelik savladığı farklı öncelik-sonralık ilişkileri bağlamında basit bir karşılıklı yanlış anlamanın ötesinde can alıcı bir farkı ortaya koyar. Ancak bu metinde, yazar alıntıladığı bu tartışma bağlamında Foucault’nun psikanalitik bir muhtevası olmayan zevk kavramını, psikanalitik tatmin süreçleri gibi ele almaktadır. Halbuki Foucault’nun zevk kavramı, Antik Yunanda etik töz olarak kabul gören aphrodisia’nun chresis (kullanım) sorunuyla ilintili olan, daha sonra Hristiyanlığın etik tözü “ten”e dönüştürerek ahlaki fiili bir morfoloji sorununa indirgemesiyle unutulacak bir dinamizmdir. Foucault, zevklerin kullanımı olarak cinselliğin bir kendilik kaygısı pratiği eşliğinde etik öznenin kuruluşunda nasıl da belirleyici bir yer işgal ettiği göstermeye çalışır. Ancak Berardi tam da kaçırmış göründüğü bu içerimler aracığıyla yeni bir şey söylemekte ve bu haliyle düşünce tarihinin belki de yalnızca bir yanlış anlamalar silsilesi üzerine kurulu olabileceği fikrini hatırlatmaktadır. (ç.n.)

[2] Yazar burada İngilizcede oldukça az tercih edilen ve inatçı, hırçın, aksi gibi anlamlara gelen “Cantankerous” kelimesini kullanıyor. Bu durumu Türkçede karşılamak amacıyla Osmanlıcada aşağı yukarı aynı anlama gelen muannid kelimesini tercih ettik. (ç.n.)


E-Flux dergisinde yayınlanan yazıyı Çağrı Uluğer ve Gözde Erdoğan Türkçe’ye çevirmiş; Öznur Karakaş çevirinin redaksiyonunu yapmıştır.

Exit mobile version