Site icon Terrabayt

Ágota Kristóf: “Ne demek istediğimizi asla tam olarak ifade edemeyiz”

Dóra Szekeres: Kossuth Ödülü’nü alacağınızı duyduğunuzda ne hissettiniz?

Ágota Kristóf: Bu beni çok mutlu etti çünkü bu bir Macar ödülü. Aksi takdirde ödüllerle pek ilgilenmem. Zaten yeterince ödül aldım. Eserlerimin Macarcaya çevrilmesi benim için büyük bir onurdu ama insanların Macaristan’da benim çalışmalarıma ilgi göstermesini beklemiyordum. Yıllar önce iki kez ödül alacağıma dair söz verilmişti ama ne ilkinde ne de ikincisinde bu gerçekleşmedi, bu yüzden kardeşim beni arayıp ödülü alacağımı söylediğinde hemen sordum: “Yine mi?”

DS: Geçen yıl Budapeşte’deki Petőfi Edebiyat Müzesi’nde düzenlenen uluslararası bir edebiyat konferansına onur konuğu olarak katıldınız ve şair András Petőcz size dilinizi değiştirmenin nasıl bir duygu olduğunu sordu. Siz de eğer yazmak ve okunmak istiyorsanız Fransızca yazmanız gerektiğini çok erken fark ettiğinizi söylediniz.

AK: Elbette, bu yüzden Fransızca yazmaya başladım. İsviçre’de Macarca yazmak gibi bir meselem yoktu. Ama uzunca bir süre, en azından beş yıl boyunca Macarca yazmaya devam ettim.

DS: Dün adlı romanınızda bir saat fabrikasında çalışan kahramanınız genellikle kafasında yazdığını, çünkü bunun daha kolay olduğunu söylüyor; insan yazmaya başladığında düşünceler çarpıtılıyor ve sonunda kelimeler yüzünden her şey yanlış çıkıyor. İlk cümleleri Fransızca yazdığınızda, aslında Macarcadan çeviri mi yapıyordunuz? Sözcükleriniz çeviri süzgecinden geçtiği için mi daha isabetli oldu?

Ágota Kristóf, Dün, Çev. Ayşe İnce Kurşunlu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011.

AK: Bence bu her yazar için bir sorun. Ne demek istediğimizi asla tam olarak ifade edemeyiz. Ben de yazarken sürekli siliyorum. Özellikle sıfatları ve gerçek olmayan, kaynağı duygularda olan şeyleri çok sildim. Örneğin bir keresinde “ışıldayan gözleri” diye yazmıştım. Sonra kendi kendime dedim ki: gerçekten parlıyorlar mı? Ardından da sıfatı sildim.

DS: Yine de Dün‘de gerçek olmayan pek çok şey var. Bu kitapta hayal ve gerçek sürekli iç içe geçiyor.

AK: Ama bu farklı. Bu hayaller sadece Dün‘de var. Macarca yazdığım eski şiirlerimin birçoğunu rüya betimlemelerinde kullandım.

DS: Bunu nasıl yaptınız? Eski şiirlerinizi taradınız mı?

AK: Onları taramadım, onlar kafamın içinde duruyor.

DS: Kafanızda ne kadar yazılmamış malzeme var?

AK: Artık yazmıyorum, çok hastayım. Bu bilinçli bir karar değildi, öylece oldu. Artık canım istemiyor ve bunun için enerjim de yok. Ve bu hiç mantıklı değil. Ancak hala ilgilendiğim bazı konular var, bunlardan biri hakkında iki yıl önce yazmaya başladım. Kafamda her şey var, aslında yazdım bile. Zaten kafamda olduğu zaman yazmak çok kolay oluyor. Sonra birkaç sayfa yazdım ama daha önce yazdıklarımı tekrar edip durdum. Tekrar başladım, sonra sonunu yazdım, birkaç kez, ama sonra bıraktım.

DS: Aynı hikayeyi tekrar tekrar yazdıklarını söyleyen yazarlar var.

AK: Evet, bir anlamda doğru, çünkü ilk romanım Büyük Defter’i yazdığımda devam edeceğimi, devam edebileceğimi düşünmemiştim. Sonra duramadım, ikizleri yalnız bırakamadım, başka bir şey yazmaya çalışsam da aklıma başka bir şey gelmedi, yalnızca ikizler. Ve böylece ikinci kitabı (Kanıt) yazmak zorunda kaldım. Sonra bunun yeterli olduğunu düşündüm ama sonunda üçüncüyü (Üçüncü Yalan) yazdım çünkü başka bir şey yazamazdım.

DS: L’Analphabète‘de[1] dili kelimenin tam anlamıyla bedeninizle öğrendiğinizi; saat fabrikasındaki kadınların size beden diliyle vücut parçalarının ve nesnelerin adlarını öğrettiğini yazıyorsunuz. Fransızcanın kendi diliniz haline geldiğini ne zaman fark ettiniz?

AK: Fransızca yazmaya başlamam uzun zaman aldı, sanırım on iki yıl. Önce Macarca şiirlerimin Fransızcada kulağa nasıl geldiğini bulmaya çalıştım. Sonra Fransızca’da nasıl göründüklerini görmek için cümleleri, küçük metinleri bir araya getirdim, ama her şey çok yavaş ilerledi. Önce oyunlar yazdım, çünkü çok daha kolay, sadece konuşmacının adını belirtmeniz gerekiyor. Edebi bir dil değildi, popüler konuşmaları, günlük şeyleri yazdım. Bunlardan bazılarını bitirdim ve biri bunları radyoya göndermem gerektiğini söyledi. Hemen üzerinde çalışmaya başladılar ve beş oyunum radyoda yayınlandı. Bunu uzun süre yapmaya devam ettim. Radyo için nasıl yazılacağını öğrendim. Roman yazmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Fikir bir anda geldi. Kőszeg’de savaşı nasıl yaşadığımızı –ben ve kardeşim Jenő’nün– yazmak istedim. Başlangıçta ben ve kardeşim anlatıcıydık, ama Fransızca’da ben ve o çok garip geliyordu, bu yüzden ikimizi birleştirdim ve Fransızca’da nous dediğimiz biz olduk, böylece kimin konuştuğunu açıklamak zorunda kalmadım. Bu tarz böyle doğdu.

Kitap tamamen otobiyografik değil, ancak içinde oldukça fazla gerçek var. Örneğin, Yahudilerin Kőszeg’den kovulması. Ben bunu gördüm. Kőszeg’de bir Yahudi kampı vardı, onları evimizin önünde sıra halinde yürürken gördük. Hizmetçimiz onlara biraz ekmek verdi ama sonra geri aldı. Dikkatimi çeken şeyler bunlardı, o zamanlar on yaşındaydım. Bu kitapta benim değil ama bir arkadaşımın yaşadığı pek çok şey var. Ruslar geldiğinde bazen tepelere çıkardık. Arkadaşımın annesi kucağında bir bebek tutuyordu, kadın bebeğin üzerine düştü ve arkadaşım bunu gördü. Bunun gibi romana dahil ettiğim şeyler var, tamamıyla otobiyografik olmasına dikkat etmedim. İçinde Kőszeg ile ilgili pek çok şey var.

DS: Kőszeg’i ara sıra ziyaret ediyor musunuz?

AK: Evet ve izlenimlerim ziyaret zamanıma göre değişiyor. Bazen tamamen yeni olarak görüyorum, her şey badanalı ve yenilenmiş. Birkaç yıl sonra geldiğimde ise her şey harabe halinde, evler eski zamanlardaki gibi görünüyor. Ama artık Kőszeg’e gitmiyorum, hiç enerjim yok.

DS: İlk çocuğunuz olan kızınızla Macarca konuştunuz ama diğer ikisiyle artık konuşmuyorsunuz. Neden?

AK: Onunla da Macarcayı uzun süre konuşmadım. Şimdi Macarca konuşan oğlum, çünkü onun Macar bir kız arkadaşı var, bu yüzden sık sık birbirimize Macarca bir şeyler söylüyoruz, ama o otuz sekiz yaşında ve kız arkadaşıyla İngilizce konuşmayı tercih ediyor. Çocuklara Macarca öğretmemeye karar vermedik, sadece böyle oldu. Ortamdan dolayı böyle oldu. İkinci eşim Fransızca da konuşuyordu, dolayısıyla onların kafasını karıştırmak istemediğim söylenebilir. Ama belki de öyle yapmalıydım. Biraz pişmanım. Ama şimdi kızım iki yaşındaki en küçük torunumla Macarca konuşmamı istiyor. Anlamayacağından, benden uzaklaşacağından korkuyorum. İgen ve nem’i biliyor ve ona her zaman evimde onu bekleyen bir oyuncak ayı aldım ve bunun Macarca’da mackó olarak adlandırıldığını biliyor. Ama onunla Macarca konuştuğumda hep garipsediğini hissediyorum.

DS: Esterházy sizin hakkınızda şöyle yazdı: “Bizim buradan izlediğimizi birileri uzaktan izliyor.”

AK: Evet, bu yazıyı hatırlıyorum, kitabım hakkında ilk yazan oydu. Bir kez karşılaşmıştık. Bu cümlede doğruluk payı olabilir ama ben tarihi bir roman yazmak istemedim, amacım bu değildi, sadece çocukluğumu anlatmak istedim.

DS: Kitaplarınızın Macarca çevirilerini okuyor musunuz? Macarca metni görmek nasıl bir duygu? Fransızca cümleleri bir araya getirmenin zor olduğunu söylemiştiniz, peki Macarcada kulağa nasıl geliyorlar?

AK: Evet, çeviriler hep elime geçiyor ve onlara bir göz atıyorum fakat beni rahatsız ediyorlar. Onları görmekten hoşlanmıyorum. Eserlerimin o kadar çok çevirisi var ki artık takip edemiyorum, bazen kitabın üzerindeki adımı bile okuyamıyorum, Japonca, Çince veya Korece çevirilerde olduğu gibi, bu kitaplarda ne yazdığını bile bilmiyorum. Yazdıklarımın ne kadarı okuyucuya ulaşıyor bilmiyorum ama kitaplarımın başarılı olduğu kesin. Japonya ve Rusya’da bile. St Petersburg’a birkaç kez davet edildim ama gidebileceğimi sanmıyorum. Çinliler her şeyi tercüme ettiler ama bir kuruş bile ödemediler. (Gülüyor) Paralarını bozdurmanın imkansız olduğunu falan söylediler ama umurumda değil. Umurumda olan şey, eski Macarca şiirlerimin yakında iki dilli bir ciltte yayınlanacak olması. Bu konuda çok mutluyum. Cenevre’de bir yayıneviyle anlaşma yaptım. Macar bir çevirmen şiirlerimi Fransızcaya çevirecek.

Ágota Kristóf, Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan, Çev. Ayşe İnce Kurşunlu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011.

DS: Ve yönetmen János Szász, Defter‘in filmini çekmeyi planlıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

AK: Bu son zamanlarda yaşadığım en büyük mutluluk! János Szász zaman zaman bana senaryodan parçalar gönderiyor. Onu çok severim, filmleri güçlüdür ve eminim ki Dün‘ün filmini yapan İtalyan yönetmen gibi Büyük Defter‘i bozmayacaktır.[2] O tamamen berbattı. Sonunu değiştirdiler.

DS: Ama neden yaptılar? Bu hikayenin en güzel yanı mutlu bir sona sahip olmaması.

AK: Filmde öyleydi. Yönetmenle çok konuştuk ve ona böyle olmaması gerektiğini söyledim, ama o insanların filmi terk edeceklerini söyledi, çünkü sevinmek, mutlu olmak istiyorlar. Szász’ın filmi böyle olmayacak.


[1] L’analphabète: Récit autobiographique 2004’te yayımlandı, 1956’da Macaristan’dan mülteci olarak çıkışını ve sonrasındaki hayatını anlattığı kitabı.

[2] Brucio nel vento, 2002, yönetmen Silvio Soldini.


Hungarian Literature Online sitesinde yayınlanan bu yazıyı Selim Karlıtekin çevirdi.

Ana Görsel: Lithub.com

Exit mobile version