Site icon Terrabayt

Ekoloji Hareketi Maden Grevlerini Sahiplenmeli Mi?


“Kömür endüstri devrimi için ne kadar gerekliydi? Kömür ve buhar endüstri devriminin popüler görüngüsünün içerisinde olmasına rağmen bu devrim için pek fazla bir anlama gelmiyordu. Ancak tabii ki durum kömürü, teknolojik ilerlemeden ziyade yükselen ihtiyaçlar olarak gördüğümüzde tam tersiydi. Bunun yanında İngiltere’nin mülkiyeti altında bulunan maden kaynaklarının endüstri devriminin getirilerine hatırı sayılır bir katkısı vardı. Bu anlamda kömürün İngiliz ekonomisindeki yerini abartmak bir hayli zordur.”[1]

I.

2020 verilerine göre Türkiye’de 47 kömür bazlı enerji santrali bulunuyor. Bu santrallerin kullandığı su miktarı üretilen her gigawatt için 600 ila 3000 metreküp arasında değişiyor ki bu rakam güneş ve rüzgâr panellerinin su tüketimi düşünüldüğünde epey yüksek. Türkiye enerji ihtiyacının %40’ını gaz ithalatının ekonomik giderlerini düşürmek için kendi çıkardığı linyit kömüründen sağlıyor ki aslında bu tür diğer kömür tiplerine oranla havayı çok daha fazla kirletiyor.[2]

Taşıma maliyetini düşürmek için maden ocaklarına yakın yerlerde enerji santralleri kuruluyor, bu santrallerin yerleşim merkezlerine uzak olmasına dikkat edilmediği için her yıl binlerce kişi hava kirliliğinden kaynaklı sebeplerle erken ölüyor.

Türkiye’nin kömür ihracatına baktığımızda ise 2017 yılında tavan yapan kömür madenciliğinin[3], 2019 yılında %40 düşerek 6.000.000 $’ı bulduğunu görüyoruz.[4]  Türkiye, tavan yaptığı sene dünyadaki kömürün %1.3’ünü üretmiş -yoksa tüketmiş mi demeli?-, 2018 yılında 100 milyon ton ortaya konan kömürün önemli bir kısmını ihracata yönelik olarak üretiyor ancak tam rakamlar açıklanmıyor.

2015’deki iş güvenlik tedbirlerinin alınmamasından ötürü meydana gelen Soma maden faciasında resmi rakamlara göre 300 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından, hemen iki sene sonra kömür üretiminin arttığını görüyoruz. Üstelik maden kolunda işçilerin sesini duyurabileceği tek yöntem olan grev de yasaklanmış durumda.

Türkiye yalnızca kendi enerji kaynakları için değil, önemli ölçüde dünyadaki endüstriyel kapasitesinin olanakları için de kömür madenciliği yapıyor. 2017’de Türkiye kömür üretiminde dünyada 11. sırada. Daha yüksek enerji veren kara kömür ise sadece Zonguldak’ta çıkıyor, geri kalan madenlerde üretilen linyit tipi kömür büyük ölçüde iç pazara, enerji santrallerine gönderiliyor.

Kısacası Türkiye, uzun zaman önce miadı dolmuş kömürden enerji üretme yöntemine olağanüstü kaynak aktarıyor, emek gücü sarf ediyor ve yatırım yapıyor.

II.

“Bu konuda İngiltere’deki başlıca endüstrilerin tarihlerinin hala yazılmamış olmasını akılda tutmakta fayda var. Maden ocaklarının yüksek derecede bölgeselleşmiş ve göçebe çalışma tarzı özellikle de 1870’den önce yalnızca klasik anlamdaki dokümantasyonu, yani rakamlar ve sarfiyat gibisinden kaynakları bırakmıştır ve bu aynı zamanda olaylara sermaye tarafından bakmayı mecbur kılar. Ancak eğer sözlü anlatıma dayalı tarihe dönecek olursak belki bir şeyleri kazıyabilme imkânımız olacaktır, çünkü bu konuda sendikalar bile tarihlerinden beklendiği üzere çeşitli endüstri hesaplarının ötesine geçebilmiş değil.”[5]

Tabii bu rakamlar ve benzeri dokümantasyon bizi olaylar hakkında hayrete sevk edebilmesine, işçi sınıfının bu konudaki örgütlü mücadelesini Türkiye tarihinden bilmemize rağmen, bu mücadelelerin ekonomik boyutunun dışında, ekoloji mücadelesiyle ne gibi bir rabıtası olduğu pek sık tartışılmıyor. Ne teorik ne de pratik manada.

Sonuç olarak madende greve giden işçi, kendi iş sahasını lağvedebilecek ekolojik argümanlar duymak istemeyebilir. Onun istediği güvenli çalışma olanakları, düşük çalışma saatleri, iyi öğle öğünleri ve dolgun bir maaş bordrosu. Ancak gelin görün ki, içerisinden geçtiğimiz 4.0 endüstrileşme ve yenilenebilir enerjiler sürecinde, madencilerin kendi koşullarını iyileştirmek için mücadele ediyor olması, genel olarak yaşam koşullarının iyileşmesi anlamına gelmeyebiliyor. Somalı maden işçilerinin faciadan hemen sonra sarf ettiği sözler de bunu doğrular nitelikte. Erdoğan’ın büyük bir açık sözlülükle ifade ettiği üzere ölüm bu işin “fıtratında var”.

Dolayısıyla maden mücadelesini yenilenebilir enerjinin olanaklarıyla iç içe, sadece işçi sınıfının bir mücadelesi olarak değil, ancak örgütlü bir siyasallığın ekolojik ve yeni bir yaşam tahayyülü içerisinde de görmek gerekiyor. Maden ihtiyacı, büyük ölçüde bahsettiğimiz üzere iç pazarın enerji ihtiyacını karşılamak, bir ölçüde de ihracata yönelik. Yalnızca Ermenek ve Zonguldak’ta değil, Elbistan-Afşin’den Yeniköy, Yatağan ve Kemerköy (Muğla)’ya pek çok il ve ilçede kömür bazlı enerji santralleri bulunuyor.

O halde bu kısır döngü yalnızca kömür madenlerinde çalışan işçileri veya enerji santrallerinin bulunduğu bölgelerdeki mukim halkı değil, hepimizi yakından ilgilendiriyor. Kirlenen hepimizin suyu, hepimizin havası. Türkiye’nin yenilenebilir bir enerji döngüsü yaratmak için elinde her türlü olanak olmasına rağmen kömürde diretmesi ne işçi sınıfının, ne de köylü sınıfların temiz gıda, temiz su ve güvenilir tarıma yönelik çıkarlarıyla bağdaşmıyor.

III.

“Endüstri devrimi denildiğinde akla nasıl kömür, çelik ve teknolojik ilerleme geliyorsa aynı zamanda bu hareketin geleceği de geliyor. Bu anlamda bu endüstrinin yalnızca rakamlardan değil aynı zamanda işçilerden ve onların mücadelesinden de oluştuğunu hatırlamakta fayda var. 1940’lardaki paradigmaya göre kapitalizmin bir işçi hareketi tarafından sosyalizme evriltilmesinin Batı tarihinin geleceğini temsil ettiği fikri bir yer buluyordu. Bu sıralarda “emek hareketi” denilen şey her zaman hareketin yönünü tarif edemiyor olsa da birkaç tanımsal ayrımı gözetebiliriz.”[6]

Dolayısıyla maden işçilerinin grevi dendiğinde, yalnızca madendeki koşulların iyileştirilmesi yönünde değil, aynı zamanda zaten çekilmez hale gelmiş bir yaşam ve çalışma koşullarının ortadan kaldırılması için verilen bölgesel ya da Bruno Latour’un deyimiyle yerküresel (terrestrial) bir mücadeleyi de anlamamız gerek.

Geçtiğimiz yıllarda Kuzey Dakota’da yaşayan Amerikan yerlilerinin bölgelerinden geçeceği söylenen boru hattına karşı verdikleri mücadeleyi hatırlatmadan olmaz. Günümüzde ekoloji mücadelesi ve bölgesel özgürleşmelerin bir arada yürüdüğünü düşünecek olursak, bunu işçi sınıfı mücadelesiyle sömürgesizleştirme (dekolonizasyon) sürecinin iç içe geçtiği bir ekolojik özgürleşme ve örgütlenme süreci olarak ele almakta fayda var.

Yalnız üzerinde yaşayan insanların değil, toprağın altı ve üstüyle verilen politik bir mücadelenin kazanımları arasında, temiz hava, temiz ve içilebilir suyu da saymak gerekir düşüncesindeyim.


[1] Coal and the Industrial Revolution, 1700-1869, GREGORY CLARK and DAVID JACKS, European Review of Economic History, Vol. 11, No. 1 (APRIL 2007), pp. 39-72

[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Greenhouse_gas_emissions_by_Turkey#Coal

[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Coal_in_Turkey#Consumption

[4] http://www.worldstopexports.com/coal-exports-country/

[5] “The Miners: The Relevance of Oral Evidence”, Christopher Storm-Clark, Oral History, Vol. 1, No. 4, The Interview in Social History: Part 1 (1972), pp. 72-92

[6] Unions Between Class and Enterprise, Ronald Dore, Industrielle Beziehungen / The German Journal of Industrial Relations, Jahrg. 3, H. 2 (1996), pp. 154-172

Exit mobile version