Site icon Terrabayt

Dijital Yağmur (I): İklim Sistemlerinin Çöküşü, Organizasyon Sorunu ve Sibernetik Teori Üzerine

“Daha iyi bir hayat sorunsalı, küresel tarih seviyesinde ele alındığında, salt hayatta kalma sorunsalına kaçınılmaz olarak bağlıdır: nihai kriz, [insan] türünü kendi devamlı varlığını sürdürme problemi ile yüzleşmek zorunda bırakıyor.”[1]

– Hans-Jürgen Krahl


Brezilyalı düşünür Rodrigo Nunes’in[2] düzenli olarak belirttiği gibi, dönemimiz bir zamanlar solun öncelikli gündemlerinden biri olan “organizasyon sorununun” [Organisationsfrage] tartışmalara geri dönüşüne tanıklık ediyor. Bu dönüşü açıklamak için birden fazla anlatı uydurulabilir: 2010’lar boyunca süren işgal eylemlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, Latin Amerika’daki “Pembe Dalga” iktidarlarının kitle hareketi ve parti modellerini birleştirme çabaları,[3] Momentum[4] ve DSA[5] gibi örgütlerin Anglo-Amerikan parlamenter siyasetinde 2015 itibariyle oynadıkları rol vb. Fakat üzerine daha az odaklanılan şey ise bu konunun gündeme nasıl döndüğünden ziyade neden dönmesi gerektiği ve dolayısıyla organizasyon tartışmasını acil kılan şartlar. Özgürlükçü siyasetin içinde olan herkesin bildiği üzere güç sahibi olma ve gücü kontrol etme solun en büyük problemlerinden bir tanesi. Bu eksende solun tarihi gücün yozlaştırıcı özellikleri üzerine bitmeyen kavgalar ile dolu. Günümüzde sol tarih içerisindeki bu kavgalar konuşulurken yapılan en büyük hatalardan biri gücü ve onunla ilişki kuracak organizasyon modelini tarih üstü nitelikler taşıyormuşçasına düşünmek. Ancak ilginçtir, çağdaş tartışmalardaki aktörlerden farklı olarak, bu anlaşmazlığın orijinal temsilcilerinin (Robespierre, Babeuf, Blanqui, Marx, Lenin, Luxemburg, Bordiga, Gramsci vb.)[6] yazıları biraz incelendiğinde onların organizasyon sorununu düşünürken dönemin tarihsel şartlarına içkin olarak okudukları hızlıca fark edilebiliyor. Bu anlayışı devam ettirmek üzere yapılması gerekenin; hem günümüz şartlarının organizasyon tartışmasını hangi açıdan acil kıldığını, hem de ne tür bir organizasyonun bu şartların ihtiyacını karşılayabileceğini incelemek olduğu açıktır. Bu yazıda, bu iki meseleye nihai bir cevap bulmaktan ziyade, onların solun geçmişine ve geleceğine dair taşıdığını düşündüğüm bazı imalarını kat etmeye çalışacağım.

Problemin Aciliyeti: Havadan Sudan Konuşmak

Britanyalı post-punk grubu Red Lorry Yellow Lorry, 1981 yılındaki kuruluşlarından (demo ve tekliler çıkartarak geçen) dört yıl sonra o senelerin önemli bağımsız plak şirketlerinden olan Red Rhino üzerinden ilk albümlerini yayınlar. Uzun bir süredir grubun yanında duran John Peel’dan[7] ve NME gibi nüfuzlu dergilerden de iyi eleştiriler almasıyla albüm büyük bir başarı sağlar ve birkaç ay boyunca radyo programlarında ciddi bir rotasyona sahip olur. Albümün genel teması ‘80’lerin başında çıkan çoğu alternatif müzik albümünde olduğu gibi dönemin politik atmosferinin yarattığı geniş çaplı çaresizlik duygusunu (1983 yılında Thatcher liderliğindeki Muhafazakâr Parti iktidarı yeniden seçilmiş, 1985 yılında ise Britanya tarihinin en büyüklerinden olan maden işçileri grevi hükümet karşısında yenilmiştir) romantik bir niyaz formunda anlatan sözlerle doludur.[8] Şarkılar arasında bu konuda en paradigmatik olanı ise albümün kendisiyle aynı ismi taşıyan Talk About The Weather parçasıdır. Grubun merkezi olan Leeds gibi şehirlerin, Thatcher döneminde sanayilerini kaybetmelerine sonik bir cevap olarak okunabilecek endüstriyel perküsyonlarla başlayan şarkı; anlatıcımızın, kim olduğu açıkça belirli olmayan bir kişiden ve bu kişinin (ülkenin politik durumu karşısındaki) duyarsızlığı hakkında ettiği şikayetlerden oluşan sözleriyle devam eder. Sözü geçen kişinin duyarsızlığını vurgulamak adına, anlatıcı (vokalist Chris Reed) şarkının nakaratına gelindiğinde şu sözlerle yakınır:

“Oh I’m so soaked to the skin                                   “Her tarafım sırılsıklam
Yeah I’m so soaked to the skin                                  Evet, her tarafım sırılsıklam
You want to talk about the weather”                      Sen ise havadan sudan konuşmak istiyorsun”

Psikanalitik çevrelerde ilk olarak Octave Mannoni tarafından ciddi bir şekilde teorize edilen[9] inançta fetişistik inkarın mantığı (neler döndüğünü gayet iyi biliyorum, ama yine de gönlüm bu bilginin neticelerini pratikte gerçekleştirmeye el vermiyor [je sais bien, mais quand meme]) bu dizelerde oldukça net bir şekilde görünüyor. Chris Reed’in gözünde, Britanya seçmeni Margaret Thatcher’ın neoliberal politikalarının ülkenin sosyo-politik yapısına ve kültürüne nasıl bir zarar vereceğini gayet iyi biliyor, endüstriyel kentlerin başına gelenlerden bunu görüyordu. Ancak, maden işçileri ne kadar bağırırsa bağırsın (her tarafım sırılsıklam), seçmen hiçbir şey yok gibi davranmaya devam ediyor (havadan sudan konuşuyor) ve Thatcher otoritesini korumayı ne yapıp edip sürdürüyordu. Reed’in bu mevzuyu ele alırken kullandığı sözler ilk bakışta biraz keyfi gibi gözükse de (neticede “havadan sudan konuşmak” İngiltere’de oldukça sık kullanılan bir deyim), ele aldığı konu göz önünde bulundurulduğunda bu tercihin başka bir arka planı olması fazlasıyla mümkün. Zira, sol gelenek içinde duyarsızlığın ve inkarın aldığı bu ideolojik şekli “havadan sudan konuşmak” biçiminde formüle etmenin bir geçmişi var.

Batı Almanya Federal Tren Hattı [Deutsche Bundesbahn][10] 1966 yılında izlediği bir reklam kampanyası altında, Alman tren servislerinin kalitesine dikkat çekmek için üzerinde “herkes hava durumunu konuşuyor, biz değil”[11] yazan bir poster tasarlar ve Ulaştırma Bakanlığı’nın talimatı doğrultusunda poster ülkenin her tarafına asılır. Buradaki ima elbette federal devletin hizmete sunduğu trenlerin kar yağmur dinlemeden, hava şartları ne olursa olsun çalıştığını ve dolayısıyla hükümetin de aynı trenlerin karların üstünden geldiği gibi ülkede yaşanan problemlerin üstesinden geleceğini belirtmektir. Ancak, Batı Alman hükümetinin ABD’de yaşanan bilanço krizinden kaynaklı ekonomik problemlerin üstünü örtmeye çalışmasının bir örneği daha olmasıyla söylem bazında iktidarın yaptığı diğer şeylerden çok da farklı olmayan bu poster, kısa bir süre içinde iktidarın hiç beklemediği bir topluluğun ideolojik bir silahına dönüşecektir. 1967’de Alman polisinin Benno Ohnesorg isimli bir öğrenciyi vurmasıyla üniversite hareketi büyüdü ve radikalleşti.[12] Bu genişlemenin öncüsü olan örgüt önceleri Sosyal Demokrat Parti’nin gençlik kolu olan ama daha sonra parti tarafından uzaklaştırılan Alman Sosyalist Öğrenci Birliğiydi [SDS]. Liderleri Frankfurt Okulu düşünürlerinin öğrencilerinden oluşan örgütün en kuvvetli yanı ajitasyon ve propaganda konusundaki yaratıcılıklarıydı. Bu yaratıcılığın en iyi örneği ise Ulrich Bernhardt ve Jürgen Holtfreter isimli iki sanat öğrencisinin elinden çıkacaktı.[13] Bernhardt ve Holtfreter’in direktifi altında SDS Alman Tren Servisinin posterini yeniden tasarlayacak; kinayeli bir şekilde Batı Almanya’nın jeopolitik rolünü, bürokrasisindeki Nazi kalıntılarını ve kültürel yozlaşmasını hedef alacaktı. Öğrencileri için, Batı Almanya’nın tek-boyutlu özneleri[14] kendilerini Doğu ile kıyaslamaktan başka hiçbir şey yapmıyordu ve federal devletin faşist kökenleri karşısında ideolojik bir yadsıma içerisindelerdi (havadan sudan konuşuyorlardı). Bu vurdumduymazlığa zıt bir şekilde öğrenci hareketi dükkanları dolduran metaların kendilerini kandıramadığını (“biz havadan sudan konuşmuyoruz”) ve radikal politikaya dahil olmaları durumunda halkın geri kalanın da Batı Alman devletinin faşist kökenini görebileceğini söylüyordu. Posterin yarattığı etki çok büyük oldu. Posterin ilk basımında sadece 60 adet hazırlanmışken sayılar hızlıca 2000’e sonra da 50.000’e yükseldi. 1969 yılında dönemin en ünlü gazetecilerinden birinin posterden esinli bir başlıkla bir köşe yazısı yazmasıyla[15] posterin sloganı dönemin politik tahayyülüne kalıcı olarak yerleşti ve “havadan sudan konuşmak” ideolojik duyarsızlığın sol jargondaki tanımı oldu.

Peki, sorumuza geri dönecek olursak, organizasyon sorunsalını 2020’ler için acil kılan şey nedir? Ya da anlatımızla bir devamlılık koruyarak formüle edersek: içinde ideolojik inkarın ve duyarsızlığın an itibariyle en yoğun şekilde yaşandığı konu hangisi? Ne yapmamız gerekirken onun yerine “havadan sudan” konuşuyoruz? Cevap, yazının başlığından da anlaşılacağı üzere, iklim kriziyle alakalı.[16] Tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu anlamak için birkaç tane orana bakmak yeterli: 1995’te atmosferdeki CO2 yoğunluğu milyonda 363 birim iken, 2018’den beri bu sayı milyonda 410 birimin üzerine çıkmış durumda.[17]  Bu hızlı yükseliş özellikle 2000 yılından itibaren karbon salınımlarının her yıl %3 artmasından kaynaklı.[18] Böylece, özellikle son 30 yılda ki fosil yakıt tüketiminden kaynaklı olarak dünya 1800’lerde endüstri devriminin ilk başladığı günlere kıyasla 0.85 derece daha sıcak.[19] 0.85 derece ilk bakışta çok büyük bir oran gibi gözükmüyor olabilir, ama kağıt üstünde düşük gözüken bu oran bile tetiklediği zincirleme reaksiyonlar yüzünden birbiriyle bağlantılı bir sürü faciaya neden oluyor. Yine birkaç örnek vermek bu konuda bize yardımcı olacaktır. Bu küçük oran 2006’tan beri (içinde Amazon yağmur ormanlarının da bulunduğu) 361’den fazla orman yangınına,[20] 2010’da Pakistan’ın toplam toprak sahasının %20’sinde sel yaşanmasına,[21] 2017’de sadece altı ay içinde 10 tane kasırga çıkmasına ve 2020’de Doğu Afrika’nın neredeyse tamamında bir çekirge krizi başlamasına neden oldu. Pakistan’daki seller 10 milyon insanın güvenli olmayan kaynaklardan su tüketmeye zorunlu bırakırken; 2017 kasırgalarının en büyüğü olan Maria, Dominik Cumhuriyeti’nde vurduğu evlerin %60’tan fazlasını yok etti ve aynı şekilde Doğu Afrika’daki çekirge krizi Amhara[22] bölgesindeki tarım alanlarının önemli bir kısmında toprağın %100’e kadarını kullanılamaz hale getirdi.[23] Bu olaylar arasındaki bağlantılar göz önünde bulundurulduğunda yaşadığımız sürece iklim “değişikliği” demek yerine bir “iklim sistemleri çöküşü” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Bu tanıma uyan bir şekilde, Dünya Sağlık Örgütü iklim tetikli zincirleme felaketlerden ölen kişi sayısının her sene 150.000’e vardığını söylüyor.[24]

Tekrar belirtelim ki bu olayların hepsi sadece 0.85 derecede olabileceklerden ibaret. 3 derecelik bir artış senaryosunda Amazon yağmur ormanların bir çöle dönüşmesi, Çin’de ve Hint yarımadasında içilecek su kalmaması; Orta Doğu, Afrika ve Avustralya’nın yaşanılamayacak kadar sıcak olmasından kaynaklı orada yaşayan bütün insanların göç etmesi[25] söz konusu. Yaşanan her bir afetin süreci geometrik olarak daha da geri döndürülemez bir noktaya ilerlettiği de göz önünde bulundurulursa (Örneğin: denizlerin ısınması kasırgaların sıklığını ve büyüklüğünü arttırıyor → kasırgalar güçlendikçe her defasında daha fazla orman tahrip ediliyor →  ormanların azalma hızı arttıkça atmosferdeki karbon yoğunluğu ile baş etmek daha da zorlaşıyor), 3 derece imkansız bir olasılık değil. Ancak, organizasyon tartışmasını acil kılan sorun bu tehlikenin kendisinin inkârı değil, sonuçta Brüksel’deki teknokratlardan Davos’taki ayaklı banka hesaplarına kadar herkesin ağzında “gezegenimiz” var. Aciliyetin asıl nedeni, 3 derece tehlikesini ortadan kaldırmanın tek yolunun içinde yaşadığımız ekonomi-politik sistemi değiştirmekten geçtiği gerçeğinin inkâr edilmesinde. Dünya nüfusunun “en zengin %0.54’ünün, en fakir yarısının yaptığı salınımdan %33 daha fazla salınım yapıyor olması”[26] ve “Londra’dan Edinburgh’a yapılan bir tek uçak yolculuğunun sıradan bir Somalilinin bir yılda neden olduğu karbon salınım daha fazla salınıma neden olması”[27] krizin asıl üreticisinin küresel bir sosyal ilişki olarak Sermaye olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Ortada böyle bir resim varken, iklim sistemleri çöküşünü durdurmak için “havadan sudan konuşmanın” yeterli olmadığı aşikâr. Çünkü bununla yetinirsek Chris Reed’i sırılsıklam bırakan metaforik yağmurdan çok daha gerçek bir yağmur altında kalacağımız kesin. Yani kapitalizm hakkında konuşmayanların “gezegenimiz” hakkında konuşmaya çok bir hakkı yok. Peki ne yapmalı? Öncelikle Kapitalizmin küresel ama aynı zamanda idari, adli ve askeri faaliyetlerini hala ulus-devletlerin arasındaki ilişkilerde cisimleştiren bir sistem olduğunu hatırlamamız gerek.[28] Bu ölçüde, Yatay ağ formu da klasik parti-formu da etki yörüngesi bakımından yerel kaldığından problemimizin aciliyetini karşılamaktan aciz. İhtiyaç duyulanın uluslararası (kısa vadeli / lokal hedefler) ve ulus-aşırı (orta ve uzun vadeli / küresel hedefler) mücadeleler arasındaki diyalektik koordinasyonu koruyarak sürdürecek bir yapılanma olduğu net. Bu koordinasyon, hem hücrelerinin irade bazında nefes almasına izin verebilecek hem de onların mümkün davranış kümelerini global konjonktüre göre gerekirse yeniden şekillendirebilecek bir organizasyonu gerektiriyor. Ne ile yapmalı?[29]

Metabolizmanın Diyalektiği

İlk olarak yukarıda belirttiğimiz ihtiyaçları karşılayabilecek bir organizasyonun ortaya çıkmasını sağlayacak mümkün koşullar ile başlayalım. Bu doğrultuda, organizasyon sorununu daha geniş bir epistemolojik çatı altında ele almalıyız. Bu konumlandırmadaki amacımız politik organizasyonumuzu (bir organ-izasyon, yani bir organlaşma faaliyeti, oldukları ölçüde) kendisinden kapsamlı bir organizasyonlar ailesinin bir ferdi olarak değerlendirmek ve böylece onu sıradanlaştırmak. Bu sıradanlaştırma, x tip bir organizasyon türünün tarihin hangi noktası olursa olsun geçerli olduğu algısını yıkmamızda bize yardımcı olacak. Bu noktada, problemimiz organizasyonların jenerik kalitede onto-genetik süreçlerini anlamamızı sağlayacak bir teorik altyapıyı gerektiriyor. Bu altyapıyı (analoji seviyesinde de olsa) asgari ölçüde sağladıkları için son yıllarda bilimlerde yaygınlaşan dinamik sistemler teorisi ve kompleks adaptif sistemler (KAS) teorisine başvuracağız.[30] Basit tanımlardan başlayalım. Kedileri kutulara koyma alışkanlığıyla bilinmesinin yanı sıra teorik biyolojinin de bir alan olarak doğmasına gebe olan Erwin Schrödinger, Hayat Nedir? isimli kitabında politik organizasyon sorununda da hesaplaşacağımız birtakım önemli meselenin hatlarını basit bir şekilde çiziyor. Oradaki hatlar doğrultusunda, ihtiyaç duyduğumuz jenerik onto-jenez için birbirine bağlı iki ilke belirlemek mümkün: Öncelikle, organizasyonumuz “kendini [dinamik tutmalı, yani] dengeden uzak bir durumda ısrarla korumalıdır.”[31] Bu dinamizm, organizasyonun parçaları olacak organların (küçük ölçekli lokal sistemlerin) ortaya çıkışına içkin, içeriden ve dışarıdan gelen verileri uygunca dağıtabilecek bir süreç varsayıyor ki bu da bizi ikinci ilkemize getiriyor: Organizasyonumuzun üretilen bilgileri “devralması, koruması, çoğaltması ve iletmesi gerekir ve bu bilgiler, yapısı ve işlevleri açısından organizmanın “benlik” belirtisinde [temsilinde] önemli bir rol oynamak üzere kullanılmalıdır.”[32]

Bu iki ilkeden çıkarılacak sonuç basit: organizasyonlar kendine dair veri işleme, modelleme ve muhafaza etme mekanikleri gittikçe kompleksleşen, bu kompleksleşmeyi ise revize edilebilir bir “kendilik temsiline” dönüştüren bir işlev mimarisi sayesinde doğuyor. Bu mimari örgü, organizasyonun sahip olacağı kurumsal hafızanın da doğuşuna tanıklık edecek. Bu aşamaya örgütümüzün dinamik ayna evresi diyebiliriz.

 

Ancak göze hemen çarpacağı gibi bu tanımda küçük bir eksiklik var. Organizasyonun “kendilik temsili”, hücrelerin (dolayısıyla da onlardan oluşan organların) içlerinde ve aralarındaki katmanlı yapılaşma faaliyetindeki modelleme dinamizmine dayalı. Dinamik süreçler de tanımları gereği termodinamik niteliklere sahip. Peki termodinamik yasalar organizasyonumuzun oluşum sürecinde geçerliliklerini koruyorsa organizasyonumuz entropiyle nasıl baş edecek?  Devrimci yapılanmalar kurulurken karşılaşılan en büyük sorunun bu olduğu kesin: Termodinamik Çürüme. Örgütlerin hücreleri henüz organlaşamadan, organlar da dinamik bir organizasyona dönüşemeden hücrelerdeki aktivite yoğunluğu aktörlerin yapılanma sürecindeki kontrolü kaybetmesine yol açıyor ve her şey entropik bir yok oluşa sürükleniyor. Bu çok ciddi bir sorun, zira aşırı-merkeziyetçi örgüt biçimleri de yatay-ağ örgütlenmeleri de aktivistlerin yapılanma süreçlerinde görülen bu termodinamik çürüme sorununu kolaya kaçarak çözmeye çalışmalarından dolayı bu kadar popüler. Ancak, her iki örgütlenme şeklinin de kapitalizmi ortadan kaldırma konusunda yetersiz olduğu gün gibi açık olduğundan organizasyon sorunsalımızın aciliyetini tatmin etmiyorlar, bu nedenle onlara dönmek bir seçenek değil. Öbür taraftan organizasyonumuzun içinde olacak dinamizme de ciddi bir ihtiyaç var. Çünkü dinamik sistem teorilerinin gösterdiği üzere “…dengeden uzak sistemler, karşılaştıkları sürekli rahatsızlıkları daha verimli bir şekilde dağıtmak zorunda kaldıkları için düzenli ve küresel bir organizasyona doğru kendiliğinden gelişebilme yetisi taşıyorlar.”[33] Bu demek oluyor ki, organizasyonumuzun dinamizme ihtiyacı olacak çünkü bu onu global sorunlarla (misal Sermaye-ilişkisi) daha iyi baş edebilen bir noktaya taşıyor. Peki hem bu dinamizmi korumak hem de entropiyi engellemek mümkün mü? Cevap elbette evet. Mümkün olduğunun kanıtı ise şu an bu yazıyı okuyabiliyor olmanızda görülebilir. Bedenlerimiz de kompleks ve dinamik sistemler olarak entropi sorunuyla her dakika baş ediyorlar. Bedeniniz yazıyı okumaya başladığınız andan itibaren entropi ile baş etme yetisini yüksek bir hızda kaybetmeye başlasaydı, yazının sonuna geldiğinizde muhtemelen ölmüş olurdunuz. Çünkü “hayat” bazı filozofların[34] düşündüğünün aksine metafiziksel bir kategori değil, aksine entropinin işlevsel kısıtlamalar altına alınması sonucunda ortaya çıkan (negentropi) diyalektik bir kategoridir.[35] Bu tür bir senaryo olmayacağına ve yazı kimsenin ölümüyle sonuçlanmayacağına göre, demek ki vücudumuz içerisinde termodinamik çürümeyi yavaşlatan, yani “ikinci kanuna yerel olarak karşı gelmeyi”[36] mümkün kılan bir kapasite var. Bu kapasitenin adı rejenerasyon, politik jargonda söylemek gerekirse “bakım”. Organizmaların içerisindeki bakım sistemlerine bilindiği üzere Metabolizma diyoruz. Metabolizma kavramı Antik Yunancada “değişim” anlamına gelen metabole kelimesinden geliyor (metabole = değişim → metaballein = değişmek). Metabolizmaların (bakım sistemleri olarak) oynadığı temel görev, kelimenin kökeninden anlaşılacağı üzere, değişimden kaynaklanan çürümeyi onarmak. Böylece, organizasyonlar içeriden ve dışarıdan gelen verilerin işlenme süreçleri sonucunda doğan enerji dağıtımını kontrol altına alıyorlar ve de “hayatta” kalmayı sürdürebiliyorlar. Bu tür bakım sistemlerinin canlılarda belirişi, canlıların esneklik ve adaptasyon mekanizmalarının da temellerini atıyor. Bu temellerin üzerine çalışılması, canlıların içinde bulundukları bağlamlarda görülebilecek değişkenlerle karşılaşmaları durumunda, adaptasyon yetilerini kullanarak bu karşılaşmalardan minimum zararla (hatta mümkünse faydayla) çıkmalarını sağlıyor.

Rejenerasyon ve Adaptasyon. Bu iki kapasitenin yeterli gelişimi, organizasyonumuzun hem entropiyle baş etmesini hem de potansiyel değişkenler karşısında diri kalmasını sağlayacak. Bu yeterlilikleri sağlayan bir organizasyonun, teorik biyolog Terrence Deacon’ın teleodinamik sistemlerine benzer nitelikler taşımaya başlayacağını da varsayabiliriz. Deacon için teleodinamik bir sistem “belirli malzeme katmanlarına veya bileşen dinamik süreçlerine bağlı olmadığı için kendi kalıcılığına göre düzenlenmiştir.”[37] Yani teleodinamik nitelikler taşıyan organizasyonumuz, örgütün parçalarını oluşturan üyelerin değişmesi durumunda dahi kalıcılığını kaybetmeyecek, çünkü Bakım ve Adaptasyon sistemi bu tür değişimleri kaldırabilecek mekanizmalara sahip olacak. Bu şekilde organizasyonumuz onu oluşturan parçalara indirgenmesi mümkün olmayan bir mahiyette olacak. Vardığımız noktada, adaptif ve dinamik bir sistemler kompozisyonu olarak tasarladığımız politik organizasyonumuz; merkeziyetçi parti ≠ yatay ağ örgütlenmesi zıtlığının ötesinde ikisinin de pozitif yanlarını koruyor diyebiliriz. Fakat bütün bunlardan sonra bile bir sorunumuz var. İnsan bedenleri gibi örneklerde metabolizma araçlarının olması çok normal, sonuçta arka planda yüz yıllar sürmüş bir doğal seçilim var. Kendimize sormamız gereken soru şu: Sermaye-ilişkisi ve onun ulus-devletleriyle mücadele edecek organizasyonumuza bu tür bir doğal seçilime ihtiyaç duymadan bir Bakım ve Adaptasyon sistemi tasarlanabilir mi? Bu sorunun cevabını bulmak için sistem teorilerinin en köklüsüne dönmemiz gerekiyor.[38]


[1] The Philosophy of History and the Authoritarian State – Hans Jürgen Krahl, 1971, https://viewpointmag.com/2014/09/25/the-philosophy-of-history-and-the-authoritarian-state-1971/

[2] One or Two Melancholias? 1917, 1968 and the Question of Organisation by Rodrigo Nunes, Crisis & Critique, Volume 5, Issue 2 – Rodrigo Nunes’in bu konu üzerine çıkan son kitabı için bkz. https://www.versobooks.com/books/3810-neither-vertical-nor-horizontal

[3] Venezuela örneği için bkz. https://www.versobooks.com/books/2337-building-the-commune

[4] https://www.theguardian.com/politics/2018/mar/18/revealed-how-increasingly-powerful-momentum-is-transforming-labour

[5] https://edition.cnn.com/2019/08/05/politics/democratic-socialists-of-america-convention-2019/index.html

[6] Özellikle Marx’ın organizasyon konusunda fikrini tarihsel olayların gelişimine endeksli olarak nasıl değiştirdiğini görmek için bkz. https://socialistregister.com/index.php/srv/article/view/5372

[7] John Peel dönemin en önemli radyo programcılarından biri

[8] Benzer bir örnek için bkz. The Chameleons – Monkeyland https://www.youtube.com/watch?v=kg76lxMeIoU&ab_channel=TheChameleons-Topic

[9] Clefs pour l’imaginaire ou l’Autre Scène – O. Mannoni, Seuil, 1969

[10] Daha sonra 1994’te Doğu Alman muadili “Deutsche Reichsbahn” ile birleşerek bugün ki Deutsche Bahn’ı oluşturacak.

[11] Wetter reden, hem hava durumundan konuşmak hem de havadan sudan konuşmak şeklinde çevrilebilir.

[12] Kızıl Ordu Fraksiyonu – Anne Steiner, Loic Debray, Çeviri: Ruşen Çakır, 3. Basım: Mayıs 2017, Metis

[13] https://www.kunsthaus-fischinger.de/aktuell/und-wir/

[14] One-Dimensional Man: Studies in the Ideology of Advanced Industrial Society – Marcuse, 1964

[15] Alle reden vom Wetter. Wir nicht! – Ulrike Meinhof, Konkret, 1969

[16] Žižek’in fetişistik inkarın iklim krizi karşısında aldığı biçimler üzerine görüşleri için bkz. “Interlude 4. Apocalypse at the Gates”, Living in the End Times, Verso, 2010

[17] How to Blow Up a Pipeline: Learning to Fight in a World on Fire – Andreas Malm, sayfa 7, Verso, 2021

[18] “In the Heat of the Past: Towards a History of the Fossil Economy”, Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming – Andreas Malm, 2016

[19] ‘The Challenge to Keep Global Warming Below 2°C,’ – Glen P. Peters, Robbie M. Andrew, Tom Boden, Josep G. Canadell, Philippe Ciais, Corinne Le Quéré, Gregg Marland, Michael R. Raupach & Charlie Wilson, Nature Climate Change, 2013

[20] https://fas.org/sgp/crs/misc/IF10244.pdf

[21] https://reliefweb.int/report/pakistan/pakistan-floodsthe-deluge-disaster-facts-figures-15-september-2010

[22] Etiyopya’nın Kuzey Batı bölgesi.

[23] http://www.fao.org/emergencies/fao-in-action/stories/stories-detail/en/c/1247226/

[24] Corona, Climate, Chronic Emergency: War Communism in the Twenty-First Century – Andreas Malm, Verso, 2020

[25] “Can We Survive the Climate Catastrophe?”, Fully Automated Luxury Communism: A Manifesto – Aaron Bastani, Verso, 2020

[26] How to Blow Up a Pipeline: Learning to Fight in a World on Fire – Andreas Malm, sayfa 86, Verso, 2021

[27] A.g.e.

[28] Bu arada, değer-formunu lokal eylemlere yok etmenin imkansız olduğunu ve değer-formu faal olduğu sürece kapitalizmin ortadan kalkmayacağı sorununu konuşmaya gerek dahi yok.

[29] Kiminle Yapmalı?, Nereden Başlamalı? vb. gibi sorular da incelenmeli ancak bu metin kapsamı bakımından hepsine yanıt bulabilecek bir nitelikte değil.

[30] Bu alanlara referansları pragmatik ve höristik amaçlarla yapıyoruz, organizasyon problemine başka anlayışlarla yaklaşmak da kesinlikle mümkün. Kompleksite bilimine pragmatik yaklaşımlar için için bkz. What is a Complex System? – Ladyman & Wiesner,  sayfa 119, Yale.  Organizasyon problemine aksiyomatik bir yaklaşım için bkz. Contribution to the Critique of Political Organization: Outline of An Ongoing Research Project – Tupinambá  et al, Crisis & Critique, Volume 7 / Issue 3, 24-11-2020

[31] “Teleology versus Mechanism in Biology: Beyond Self Organization –  Deacon & Cashman”, Beyond Mechanism: Putting Life Back into Biology, Lexington, 2013

[32] A.g.e.

[33] A.g.e.

[34] Vitalistler: Bergson, Jane Benett vb.

[35] Bu konuda özellikle incelenmesi gereken düşünürlerden bkz. Karen Ng – Hegel’s Concept of Life

[36] Neither Ghost Nor Machine: The Emergence and Nature of Selves – Jeremy Sherman, Columbia University Press, 2017

[37] Sayfa 270-271, Incomplete Nature: How Mind Emerged from Matter – Terrence Deacon, Norton & Company. 2011

[38] Sibernetik Teori bir süredir Dinamik Sistemler Teorisi ve Adaptif Kompleks Sistemler Teorisiyle beraber “Sistem Teorileri” çatısı altında okunuyor, zira Sibernetik Teori de 1950’ler sonrasında Ludwig von Bertalanffy tarafından geliştirilen Genel Sistemler Teorisine [GST] eklemlenmeye başladı. Bu çizgide yazının devamı Bakım ve Adaptasyon sistemleri tasarlama sorununu Sibernetik Modeller üzerinden okuyarak devam edecek.

Exit mobile version