Site icon Terrabayt

Yenilik Üzerine – 3

Bir Yeni Medya Unsuru Olarak ‘Yeni’

Garip’ten bu yana süregelen tüm çevreler; modernist, postmodernist biçimleri araç olarak kullanmak konusunda gayet yenilikçilerdir. O günlerden bugüne dönüşen şey,  gerek yazınsal dünyada gerek çağdaş sanatlarda gerek sinema ve dizilerde Batı merkezci, tekil bir liberal sosyal angajmanın kültür üretimlerini tecrübe ettiğimizdir. Algoritma ve reklam proseslerinin, makine zekâsının becerileriyle kurulan; lokal-kültürel bir karşılığı olmaktan çok Türkiye realitesinden ayrı bir planda akıyormuş gibi duran, ikincil bir rüya planı…

Edebiyat ve şiir dergiciliği de artık makine zekâsının içinde. Hal böyle olunca, gündelik deneyim de büyük ölçüde ortadan kalktığı veya dönüştüğü için şiir ve edebiyatın kendine malzeme devşirdiği alan; sosyal medya vb. de olabiliyor. Şairlerin Twitter deneyimlerinin de şiirleri ve şairliklerine dahil edilmesi gerektiğini öne süren şiir mahfilleri de yok değil: Bkz. Barbarları Beklerken. Edebiyat fanzininin 08 / 2021 tarihli sayısının sunu yazısında ‘’Şairin sosyal ağlarda geçirdiği mesai şiire dahil midir?’’ sorusunun önemsendiği görülüyor.

Çizdiğim bu panorama itibariyle, temsillerini sunmaya gayret ettiğim şekliyle, sanat dediğimiz formun eskil biçimlerinden oldukça farklı bir biçimde, lirizmi ve sezgisel marifetlerinden ayıklanarak veya ayıklanmayarak, bir makine zekâsının esareti altında olduğu gözlemleniyor. Buna mukabil, konservatif angajmanların korunduğu eleştiriler de gelmiyor değil; yine dergicilik üzerinden örneklemem gerekirse, başlı başına anti-lirik bir tarzın reddedildiği Alarga gibi edebiyat dergilerinin ise romantik ve lirik olanın, dergiye ismini verdiği şekliyle daha derine dalmayı, sahilde kalmak yerine kıyıdan epey bir uzaklaşmış olmanın sevincini yaşamayı örnekleyen bir söylem geliştirdikleri görülüyor, yapay zekâ küçümseniyor. İnorganik aksamların, yazılımların, dijital sayfaların gündelik tecrübemize ve zevklerimize ne ölçüde müdahale ettikleri ortada ancak bu tip müdahalelere yeniliğe karşı tümden korunmacı davranılmadığı, sorun ve çatışkıların daha usa vurularak eleştirildiği, neofobi ve gelenekselcilik düzeyinde kalınmadığı itidalli bir yöntemle yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum.

Zamanında Jan Švankmajer’in 2005 tarihli Sílení (Delilik) filminin hemen açılışında “Günümüzde, sanat zaten ölmüştür. Onun yerine, Narkissos’un yüzünün yansıması için bir tür fragmandır.” diyerek dile getirdiği sanat tanımı, yenilikçi tarzları korumaya özen gösteren mahfiller nezdinde tiye alınacak, oldukça trajik bir yaklaşım olarak değerlendirilse de dönemimiz için geçerliğini hâlen koruyor. Bu narsisistik görünüşler evreninde eski ve yeni çatışkısının da bir kıymeti kalmıyor. Her şey dijital bir akıntıya indirgenebilir hale geliyor: Her biri kendi evreninde temsiller üreten, çoklu, interaktif, üzerinden fan kurguları ve servisleri çıkarılabilen; yeniliğinin, bir sonu ve sınırı olmayan, bu halleriyle, sanattan çok oyunları; bilhassa video oyunlarını çağrıştıran konseptler bileşkesi.

Sanatın; o dönemki, (düşük odaklanma sürelerimiz ve sosyal medya tecrübelerimizdeki anlık takdir ve nefret reaksiyonlarımız düşünüldüğünde) o anki muktedir söylemin bileşkesi haline gelmiş böylesi bir dünyada kendine bir direniş ve tepki ögesi olarak misyon belirleyebilmesi için makine zekâsı tarafından sömürgeleştirilmeyi bütün gücüyle reddetmesi gerekir. Unutulmamalı ki, medya; eski olsun yeni olsun, biz onu tükettiğimiz, talep ettiğimiz sürece var, talep etmezsek yok.

İdeal Birer Gestalt[1]: Eski, Yeni

Yenileşme fikrinin vardığı nihai eşik budur. Eskiden; özellikle iki dünya savaşının henüz bittiği ve yaygın bir aydınlanma buhranının tecrübe edildiği periyotta özne yabancılaşması sanat ve düşüncenin ana sorunuydu, şimdi kanımca bir öznenin varlığı ve temsiliyeti meselesi en büyük sorun. Yenilikçi tarz, tüm verimleri güncelde ve gelecekte arayadurmakta haklı fakat Dune evreninde olduğu gibi, teknolojik gelişimin büyük bir makine-insan savaşından sonra durması, en asgari düzeye sabitlenmesi türünden bir gelecek ihtimali üzerine ne kadar düşünmekteler bu tür bir tarzı koruyanlar. Zira, gezegenimizin; ekolojik felaketlere gebe bir halde olduğu söyleniyor ve bu büyük kusur, teknolojik; yenilikçi medeniyetimizle pekâla ilişkilendirilebilir.

Gerek sağ gerekse sol sanat yapılanmaları, tüm bir yazıda bahsettiğim makine zekâsının müstemlekesi olma alışkanlıklarını veya halkın gündelik rutininde, bilinçdışında sessiz sakin, kendi dürtüsel refleksleriyle işleyen kolektivizminde zaten yerleşik bir karşılığı olan inanç motivasyonlarının eskidiği, değiştirilmesi gerektiği türünden yapay gerilimlere sırtını vererek tinsel trajedisi ve ciddiyetini sulu bir otantizme terkeden muhafazakâr bir estetik tarzı ilerleme olarak görme takıntısını özeleştiriye tabi tutmaktan çekinmemelidir, ülkede 80 sonrasında, öncesine kıyasla daha belirgin bir  işlerlik kazanan ve bir heyecanla uygulanmaya başlanan postmodern sanat kuramlarından, veya çok bir hacme sahip olmayan eleştiri dünyasının iliklerini ele geçirmiş post-marksist, suyunun suyu bir perspektiften artık, eteklerindeki utancı ve geçmişle yüzleşme, ona karşı Avrupamerkezci bir aydınlanma eleştirisi getirme takınaklarından geç de olsa cayarak daha klasisize bir yapıya yer yer müracaat edebilmeyi gericilik saymaktan kurtulmalıdır. Tabii, bu demek değil ki, yenilik fikri rafa kaldırılsın. Miladı İkinci Dünya Savaşı sonrası buhrana işaret eden, burjuva öznenin içine düştüğü krizle hesaplaşmasından doğan postmodern estetik bakış, günümüz için artık bir obsesyon halini almıştır. Bunun farkındalığı, başka bir yeni’nin inşasına yetecektir ve böylesi bir durum zaten zamanla kendini gerçekleştirecek enstrumanlara nasıl sahip olacağını bulabilecektir, üstelik bu dönüşüm doğal karşılanacak bir sıradanlık dahilinde gerçekleşmekte hiç çekingen davranmayacaktır, savaş öncesi ve sonrasının garip çöküntü psikolojilerine teşne 20. yüzyıl Batı Dünyası’nda ve çağımızda, şimdiye kadar olan değişim ve dönüşümlerin artık pek şaşırtmadığı gibi.

İki binler kuşağının, şiir özelinde 1941’den bu yana[2] tarihsel ilerlemeci bir mantıkla, sanatın sürekli olarak kendini deneye deneye; avangart bir çizgiden hiç sapmamış gibi geliştiği, o anki tarihsel periyodun güncel ihtiyaçlarına çözümler sunduğu ve bugün bunun sürdürülmesi gerektiği türünden bir kabule sahipmişçesine, geçmişe oldukça mesafeli bir tarzda olduğu, doğru veya yanlış gözlemleniyor. Şimdinin yenilikçilerine Kraliçe Elizabeth dönemi İngiltere’sinde yaşamış John Donne’un The Flea’si (ing. Pire), bugünün süratle değişen mekanik hünerleriyle kıyaslandığında oldukça atıl kalacak, pasif bir teknik imkânın olduğu bir çağda; şairin şiir tasarımının zamanımızdaki en seçkin yorumsal belirlenimleri de pekâlâ katlayabilen acayip bir tarzı koruyabildiğini iddia etsek tepkileri ne olurdu?[3]

İki binlerde yazılan, retorik ihtiyaçlara olan ilgiyi pek ciddiye almıyormuş gibi davranan, sanatkârane ciddiyeti küçümsediği izlenimi bırakan ancak tüm bunlara karşılık özgün, ilginç estetik terkipler çıkarabilmesini de pekâla geçmiş kuşaklarla kıyaslama ihtiyacı duymadan da tasdik edebileceğimiz, içinde geride kalan on yıllara ait üyeler; yetişmiş, olgun eserler sunan yahut şiirinin imkânlarını arama heyecanını çoktan temel bir anlatma çoşkusuna kavuşturmuş kimseler de barındırmasına rağmen; üyeleri arasında azımsanmayacak bir nüfusa sahip olan orta yaşlarına henüz ulaşmamış kişilerce üretilen bu şiir, 1941’den beri süren ve yenilik olarak kavradığımız ne varsa bunların mukallitliğini yapmaktan öteye geçemiyor; dahası biz; zor zamanlarımızda acayip şeylerle karşılaşma musibetini kendimiz için özgürleştirici bir fırsat olarak gören okurları, çoğunlukla geçkin kuşakların söylemlerinde belirginleşen, ilk bakışta kuşaklar arası beğeni farklarından doğan bir ihtilaf gibi gözükse de, anlatıcının ve şairin ölümü fikrine, anlatmaya değer hiçbir şeyin kalmadığı türünden tükenmeci bir ahlakın ve bitimsiz bir trajedi yokluğuna mukabil sonsuz bir kinayeciliğin ihyasına teşvik etmiyor da değil. Ve bu taklit işi o kadar kısır tekrarcı bir tarza bürünüyor ki, şiirimizde bir on yılın daha sonuna geldiğimiz türünden tasnifçi bir hissi mecburi duyumsuyorum.

Öte yandan, benim kuşağımın veya benim kuşağımı önceleyen kişilerin estetik anlağının serbest piyasa dönüşümü geçiren Türkiye’nin nihilistik-apolitik ruhuyla ruhlanmış olmaları olası – bu türden bir ruh, çileden çıktığında, uğursuz bir şeyle uyarıldığında oldukça katı, tavizsiz bir söyleme kapılmaya da müsaittir. Bilhassa benim kuşağım, liberal bir sözüm ona rahatlık tavrı içinde büyütüldüğü için hem örgütlenme becerileri zayıf kimselerden hem de makine zekâsı tarafından yaratıcılıkları tahrik edilmiş, organsal becerilerini makinenin inorganik becerilerine terketmiş; haliyle çağın marazi doğasına karşı tepki geliştirme tutkuları oldukça körelmiş bir neslin üyelerinden oluşuyor. Bizler eylemselliği dahi en çok, oturduğumuz yerden ortaya koyabileceğimiz tepkiler türünden bir şey anlıyoruz (bkz. dijital aktivizm); geçmiş kuşaklarla aramıza koyduğumuz ekâbir perdeyi kaldırmadığımız, yenilik algımızı sadece önümüze-geleceğin ihtimallerine eşitlediğimiz sürece sanat üretim becerilerimiz klasifize edilebilir somut periyotların ürettiği geçici hayallere döner durur.

Oysa eski ve yeni’nin tartışılmaları beyhudedir, bunları en akıllılarımız bile tartışmaktan, öne sürmekten çatışmacı bir hazzı paylaşacak olmaktan dolayı garip bir mutluluk duyduğumuz ve bize vadettiğini sandığımız geleceğin peşinde olduğumuz için yaparız; işin sonunda şöyle denilebilir: Eski, şüphe yok ki şimdi’dedir. Yani geçmiş ve geleneklerin tümden reddedilişi diye bir şey söz konusu değil, zaten kimsenin gelenekselcilerin zannettiği gibi bunu tümden yapmaya kalkıştığı da yok. Gelenekselciler, yeniliği agresif ve kavgacı, plütokratik bir şey olarak algıladıkları sürece kendi zihinlerinde yarattıkları yapay bir kötücül imajı karalayıp duracaklar ve yerlerinde sayacaklar. Hakeza, gelecek de çok uzağımızda değildir. Yenilikçi bir tarzın hedefi, ilk bakışta; ilerlemeci bir imaj sunsa, kendisi de bunu popülist bir şekilde, bile isteye suistimal edecek olsa bile, malzemesini geçmişten almaya mecburdur. Eski de yeni de, gelecek de geçmiş de, aşırı imajlardır. Bunlara muhtaçlık duymamız bizim için gereklidir, çeşitli motivasyonlar sağlarlar fakat sadece zihinde vardırlar, doğada bir karşılıkları yoktur. Organik doğa, kavramsal gestalt’larla, bölümlenmelerle işlemez; bu şekilde işletmeye kalkıştığımız şey biz insanların toplumsal yaşantısıdır.


Metindeki fotoğraf: İçerisinde John Donne’un eserlerinin de bulunduğu, 17. yüzyıla ait, elle yazılmış bir antolojinin rastgele bir sayfasından alınmış kesit. The British Library’den erişilmiştir. (Yazarın Notu)


[1] Alm. Form, biçim. Tanpınar’ın Ankara’daki, eski adıyla Taş Mektep’den öğrencisi Orhan Veli’yi ve onun ortaya koyduğu yenilikçi tarzı eleştirirken andığı bir terimdir. Kendi döneminin gençleri saydığı bu şairlerin en temel güdülerinin hayattaki şakaları realistik bir şekilde yakalayıp buradan çileci olmayan bir mistiğe varmaya çalışmak olduğunu söyler edebiyat üzerine kaleme aldığı yazılarında. Kendi sanat anlayışının ise bir formu, biçimi yakalamak telaşı güttüğünü; mükemmelliği önemsediğini belirtir. Gestalt’ı Tanpınar’dan mülhem kullandığımı, bu bağlamda, ayrıca belirtmeliyim fakat onun söylemini paylaşmıyorum.  

[2] Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip kitabının basıldığı yıldır.

[3] İngiliz şair John Donne, geleneksel aşk şiiri temlerini yer yer ilginç terkipleriyle yenilikçi bir minvale çeken yer yer sinik bir şekilde onlarla alay eden şiirler yazmıştır. The Flea şiiri bunlardandır. Mezkur şiirde garip bir erotik alaycılık vardır ki buradaki mizahi parlaklık oldukça taze bir görünüme sahiptir. 

Exit mobile version