Site icon Terrabayt

Yenilik Üzerine – 2

Yeniliğin Kültürel İnşası

Yeniliğe şüpheyle yaklaşan sanatçılar nasıl ki makine zekâsının potansiyellerine karşı kayıtsızlar, yenilikçiler de gelişimin sadece doğrusal olarak mümkün olduğu kabulüne saplanıp kaldıkları izlenimi bırakıyorlar. Onların böylesi idrakleri, gelişim fikrinin uygulamasını yalnızca geleceğe odaklamaları, kanımca büyük ve tehlikeli bir algı kusurudur. Bu türden bir algı, en basitinden; sanatı yalnızca güncele indirgemeyen ama yeniliğe de kapalı olmayan şüpheci bir sanatçı için bir ambargo, katı bir ret demek. Yenilikçilerin içten içe sezdikleri ama ihmal ettikleri başka bir husus ise, modern sanatta yenilik düşüncesinin gerek Türkiye’de gerek Batı sanatında yeni bir olgu olmadığıdır. Dogmatizmi eleştiren Aydınlanmacılar katı kurallarla ilerleyen ‘klasik bir yeni’ doğurmuşlardı ve onların ardından gelen kuşak bu klasisizmi banal buldu ve dönüştürdü. Bunlardan başka fütüristler vardı, ilerleme fikrine dair abartılı bir ilgileri vardı ve faşisttiler.[1] Fakat yirminci yüzyılın özellikle ilk yarısı, birçok sahada gerek sağ gerek sol tandansta ekolleriyle hem kültür hem siyaset arenasında devrimci bir şiddet duygusuna sahip olduğu izlenimi bırakıyordu, gelenekten kopup avangart sayılabilecek her yeni nizamın sekter bir üsluba sahip olması kaçınılmazdı; mesela, müziğin klasik ölçülerini sarsıp ‘gürültü’ gibi bir kavram ve tarzı modern bir müzik anlayışı olarak çağdaş dünyaya L’Arte dei Rumori (it. Gürültü Sanatı) isimli manifestosuyla radikal bir biçimde sunan Luigi Russolo yine bir fütüristti; bu tip çıkışlar rakipleri için katı olmayan bir başkaldırıya dönüşmeyecekse kültür organizasyonları içinde yenilik fikri hücrelerini genişletip başka nasıl tutunabilecekti? Bizde edebiyatın toplumu ikame eden ideolojilere koşut ilerlediği dönemlerden tutun şiirdeki ‘yeni’yi şiar edinen okullara kadar geçmişteki veya o anki mevcut kültürel kurulumla sürtüşmeyen, onu reforme etmeye kalkışmayan hiçbir sanat duyuşu olmuş mudur? Yenilik fikri, sanat denen mefhumla, ilkesel olarak bağlantısını hep korumuştur. Nereden baktığınıza göre yeni’nin bulunduğu merkez farklılaşır. Bugünden geçmişteki yenilikçi sanat hareketlerine doğru baktığınızda yenilik inşası sıradanlaşır ve baby boomer[2] bir hal dahi alabilir, kendi döneminde oturmuş, eskilleşmiş bir konvansiyonun içinden yeni olana baktığınızda ise devrimci-reformist bir lezzet bulabilmeniz olasıdır. İşte bugün, iddiam odur ki, son dönemdeki sanatsal gelişimi belgeleyen farazi bir medyum olarak 80-90 sonrası Türkiye’si esas alındığında, yenilik fikri eskimiştir artık. Tatbik edileceği kadar edilmiştir ve başka bir yeniye yerini devretmeye mecburdur. Fakat problemimiz şu ki, ‘yeni’ dediğimiz şey, kendisiyle birlikte bir temsil ve tasavvur problemini de beraberinde getirecektir: Olumlu anlamda ‘yeni’ bir şeyi, değişimi hayal ederken, tasarımlarken aslında hâlâ daha çözülmemiş sorunların gizli onayı yapılır. Bu bağlamda, Bir Başkadır dizisi etrafında zamanında gelişen kritik, tahlil ve öneri çemberine yeniden yaklaştığımda, benim için en görünür terim İslamcılık oluyor. İslamcılık yani İslam’ın egzotik bir sosyolojik tahlilini saptayan, uygulayan; onu kimlikleştiren, mantıksal kategorilere ayıran, kültür sahasındaki karşılıkları itibariyle çözümsüz gibi durması bakımından sıkıntıları olan modernist bir okul ve bu okulun doğurduğu bazı problemler.

Otantik Bir ‘Yeni’ Olarak Siyasal İslam veya İslamcılık

Ülkemizde Özal dönemiyle birlikte yavaş yavaş boynunu günyüzüne çıkaran, doksanlı yıllardan bu yana ise süratle vücuda geçme imkânı bulan liberal serbestiyet ortamı, sanata da biçim ve üslup olarak aktarılmıştır. Müzikten sinemaya oradan marjinal yeraltı kültürünün doğurduğu, alıcısı sınırlı ama üretimde faal olan alt kültürlere, oradan edebiyattaki şekil ve üslup uzantılarına kadar, sayısız sanatçı; dönüşen dünyanın; zamanın ruhunun diyalektik görünüşlerini az veya çok sunabilmişlerdir.

Modern de postmodern de bize, Türkiye’ye ait değildir. Batılı, Avrupamerkezci bir bakıştan derilmiş yenilikçi hamlelerdir. Hatta Batı’nın medeniyet potasında gezinen bu tarz perspektiflerde Doğu’nun algılanışı sekter bir ilgiden; uzakta olanı egzotikleştiren, medeniyete bir alternatif olarak sunulan otantik-gerçek dışı bir tarza kaymıştır, Batı’da bu bakışların serilip serpildiği dönemlerdeki konservatif halk tabanında veya seçkin-yüksek burjuva; eski aristokrat vb. tabakalarda Doğu medeniyetlerinin algılanışı kusurludur ve coğrafyanın kültürel iklimine yabancı kimselerin muhayyilelerine aittir. Türk aydınlarının, bugün bile, bu kusurlu algıyı, bir çağdaşlaşma; ‘zamanın kazanımlarını imleyen bir yeni’den kendini mahrum bırakmama refleksiyle taklit etmeye hevesli oldukları, Avrupalı sosyologların oryantalist olmaktan kaçamayan meraklarını kendi realitelerine uygulama gafletine düştükleri gözlemlenebiliyor. Sol’un; daha doğrusu halk tabanında, toplumun sözle, yazıyla ve zevkle aktarılan gündelik rutininde pek bir karşılığı olmadığı addedilen; daha çok, doğru veya yanlış, burjuva, küçük burjuva zümrelerin buhranları, hazları ve kendi aralarındaki ihtilaflarını tartışan Liberal Sol’un bu tarz bir çabayı hor görmeyişinin sebebi ise, evden kaçma arzusu ile pozitif bir bağ kurduğunu düşünmeye meyyal oluşudur. Oysa ki aynı kesimin bu kaçışı başarısız olsa gerek, kaçış girişiminin verdiği gizil pişmanlığın diyeti; muhafazakârlığın, İslamcılığın hatta kendi kültür evrenlerine oldukça uzak olmasına karşılık birer araştırma ve kariyerizm nesnesi gibi ele alınan göçmenlik olgusunun anlaşılması türünden kaygılarla ödenmektedir: Liberal Sol, ulusalcılar tarafından özellikle dili bakımından eleştirilir, onların dilindeki garip muhafazakârlıklar, garip Jön Türk takınakları da bir bakıma eski-yeni bireşimi, bir bakıma ise kendi Beyaz Türk çevrelerinin kentsoylu törelerini sözüm ona reddedişin temsili olup yakın dönem entelektüellerimizin –konuşma dillerini değil ama- yazı dilini oldukça etkilemiş, neredeyse bir hayalet gibi  gerek sosyalistlerin gerek muhafazakârların diline çökmüştür.  

Doğu ve Batı ayrımları hayali ve isabetsiz ayrımlar değildir; medeni sınırlar üzerine düşünen bir entelektüel öne sürdüğüm bu sınırların kesinliğinden şüphe etmeye, onu tamamen muhayyel bir şey gibi algılamaya kendini şartlamışsa, bu varsayımına uygun düşen ‘sınırsız’ tasvirler çıkarır ancak gerçek; doğada çizgi diye birşeyin olmadığını düşünen Frenhofer’in[3]aşırı şüpheci zihnindeki boş, sade günışığının doldurduğu bir özgürlük tuvali değildir; cetvelle çizilmiş kadar keskin, ölçülü biçili fiziksel ve kültürel sınırlara sahibizdir, aksini düşünmek, söylemde oldukça dâhiyane ve sofistike gibi dursa da realitede tıpkı yukarıda andığımız ihtiyar ressamın akıbeti gibi hazindir. Bununla bağlantılı şekilde, Türkiye kültürü, Türk moderni deşildiğinde sayısız modernleşme problemi ayan olur. Entelektüellerimiz, aydınlarımız üzerinde iki yüz yılı aşkındır süren, Batı’yı takip etmeye ve yorumlamaya mütevazı veya ciddi düzeyde kalkışan girişimlerde bulunmaktalar; her ne kadar görünüşte, yurttaşının gündelik reflekslerinde Doğulu bir yaşayışa angajman olarak daha müsamahakâr bir millet gibi dursak da kültür camiamız neredeyse tümüyle Batılı bir tarza yakındırlar; Batılı olmayan veya ona müthiş derecede septik yaklaşan bir tarzın kültür sahnesine çıkmaya teşebbüste bulunması bile, o dönemin hâkim Avrupamerkezci-Batıcı ideolojik ve ekonomik angajmanı neyse onun enstrumanlarını kullanmak mecburiyetine bağımlı haldedir (Söz gelimi, Türkiye moderninin inşasının öncesinden, Cumhuriyet’in ilk yıllarından şimdiye kadar süregelen İslamcılık düşüncesi, gerek savunanlarının kişiliğinde gerek konjonktürel değişimlere göre bir çok farklı kılık giyinmiştir).

Buna mecburiyet duymayan İslamcı bir entelektüelin, aydının tehditkâr ve gerici bir imaj sunacağı türünden bir kaygıya sahip olduğu hepimizin bildiği bir durumdur. Mesela İran’daki İslami devrimle birlikte, içinde bulunduğumuz ve bir çoğu, kültürel medyum olarak Müslümanlığı paylaştığımızı düşünen entellektüel yahut halktan kimselerde bir İslamcılık ideolojisi boy vermeye başladı. Bu kişiler uzun dönemler boyunca fikirlerinin bastırıldığını, yeraltına sürüldüğünü ifade ettiklerinden; postmodern bir dönemde yeniden bir meydana çıkma, görünme telaşı duyduklarında mürteci gibi görünmemek kaygısı güttüklerinden dönemin yenilikçi sanat tarzları ve söylemlerini kendi ideolojilerine uydurmak gereğinde bulunmadan edemediler. Ve yakın dönem edebiyatımızda, şiirimizde, yalnızca tek bir şairin kişiliğinde ihya olunmuş gibi dursa da hafife alınamayacak, hatta bilinçdışı bir şekilde çağdaş bir çok şairin, yazarın üslubuna sinen geniş yaylımlı bir etki bıraktılar, medeniyet tarzı olarak, Cumhuriyetçi geçmişten ve yakın dönem siyasi tarihin hammaddelerini belirlemiş yaygın siyasi perspektiften oldukça uzak bir portre sunan ideolojilerini kültürel bir merkeze bağlamaya çalışan bu kimselerin bile Batılı angajmanlara sıkışması, İslam’ın güncellenmesi motivasyonundan yola çıkarak Protestan hizmet ahlakını taklide yanaşarak kapitalizmin işlerliğine fazlasıyla katkıda bulunması, yurttaşı olduğumuz ülkenin medeniyet dairesi olarak nerede bulunduğunun ve kültürel açıdan ne kadar özgür olabildiğinin ispatını bize vermeye yetecektir.

Bir tarafta; kentli öznenin çağdaş buhranı, öznenin kendine yabancılaşması türünden motifler, resmi ideoloji diye muhalif bir perspektiften tarif edilen muktedir bir yapının kemendinden çıkmanın seküler arayışını paylaşırken öte taraftaysa tek parti rejiminin bitişiyle kendilerine yeniden bir varlık alanı tahsis eden İslamcılar, Mehmet Akif gibilerinden ve 1946’lara kadar[4] süregelen resmi ulusalcı kanon hesaba katıldığında ilk defa sistematik bir İslamcı ideal dahilinde on yıllara yayılan bir siyasal propagandada kemikleşen Büyük Doğu[5] dergisine hâkim dini tarzdan revize ettikleri, yer yer toplumcu bir gerçekliği yansıtması ve halka daha yakın olması iddiasına bağlamak istediklerinden bir tür sosyalist bakış açısına da ulamaya gayret ettikleri medeniyet ve fikir sorunlarını, özne problemlerini, çağdaş bir duygu olan iç sıkıntısını şiirlerinde tartışmış; bunu biçim ve üslupta yenilikçi bir edaya da katıştaracak şekilde günümüze dek sürdüren muhafazakâr bir ekol halini almışlardır. Seksenlerle birlikte daha ciddi bir ivmeyle, politik sahada hacmini arttırarak siyasallaşan İslam, Türkiye tipi liberal-sosyal bir varlık çizgisi üzerinden temsillerini de marazlarını da doğurmaya başlamıştır. Bu süreçte özellikle gerek şiirde İslamcı bir aydın imajını ikame edebilmenin bütün imkânlarına kavuşmuş şair İsmet Özel gibiler gerek romanda Pamuk gibiler, siyasal angajmanları ve içinde piştikleri toplumsal sınıflar farklı gibi dursa da, mevcut muktedir söyleme yakın bir momentten sanatlarını icra etmiş olup Atatürkçü, Aydınlanmacı geçmişi; kültür ve varlık alanlarını eleştirmekte, tiye almakta birbirine yakın diller geliştirmişlerdir. Hem az önce anılan kişilerin hem de Birikim dergisi gibi çevrelerin bugün ulaşılan güncel ulusalcı reflekste; sosyal ve liberal serbestiyetin yedirildiği yeni bir İslam tasavvurunu toplum tabanında normalize etmeye çalıştığı ve sonu büyük bir hayal kırıklığına ve başarısız bir kanaate yahut yanlış bir ortaklığa vardığı öne sürülen üsluplar geliştirdikleri kanaati katı bir biçimde dile getirilmektedir. Yalnız Birikim ve çevresi liberal tarzların, bugün tümden günah keçisi ilan edilmelerine karşılık, kendilerinin etkin olduğu dönemlerde, bir çok entelektüel çevrede bir ihtiyacın sonucuymuş gibi farklı tabanlardan bir çok kimsenin ayak uydurduğu, bunu bir gerek gördüğü, toplumun farklı hiziplerini (liberaller, sosyalistler, islamcılar, muhafazakarlar, kemalistler) yeni bir söylemde birleştirmeyi öneren bir yaklaşımı olmuştur. Bunun hızlandırıcısı postmodernlik tanımları ve küresel dünya tasavvurlarının; toplumun uzlaşmaz denilen farklı yakalarını uzlaştırmayı deneyen, bu yönüyle de oldukça feci, absürt sonuçlara gebe olmayı hazmedebilmiş yönetsel araçları olagelmiştir: Geldiğimiz noktada, liberal solcularla islamcıların uzlaşmasından kendilerinin sadece komik bir şey çıkarmayışlarını, Marksist okuma ve eğilimi olan bir takım kimselerin Müslümanlığı ve genel olarak Osmanlıyı, daha da ötesi, peygamberlik kurumunun kendisini Türkiye’deki Aydınlanma teşkilatlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen birer karşı devrim diskuru olarak yorumlamayı içselleştirebilmiş olmalarından anlıyoruz. Bugün rüzgar tersine estiğinden geçmişte bu çevrelerin tarzlarını paylaşanlarda da Birikimvari bir tını, sevsinler sevmesinler, korunmakta ve aktarılmaktadır. Böyle olmaktadır çünkü iktisadi olarak Türkiye halen daha liberalizmin cenderesindedir, farklı bir ekonomik modele geçilmediği sürece gerek İslam gerek Sosyalizm gerek Atatürkçülük; her biri birer piyasa entegrasyonu içinde yollarına devam edecek gibi durmaktadırlar. Tüm bu siyasi ahvalde elbette, hiçbir estetik disiplin ve siyasi tarz, meydana geldikleri dönemin karakterini olduğu gibi muhafaza etmez, daha müphem, parçacı, geçişken, doğruluğundan kuşku edilir, eleştirel ve genel sistemle uzlaşmacı bir kimliği paylaşırlar: Bunun adı da, son tahlilde yenilikçilik şeklinde konulur.

İslamcılığın modern devlet geleneğinin sekter aktarıcısı savıyla eleştirilen tek parti dönemi Chp’sine karşı geliştirdiği kültürel hamleleri seyredebilmek açısından, ülke atmosferine ve yakın geçmişine hâkim olan süreçleri gözden geçirmiş olmak önemlidir. Yenilikçi savlarla, bilhassa İslam’ın çağdaşlaştırılması fikriyle nihai konumuna gelen İslamcılar’ın Aydınlanma ve Avrupamerkezci otantik modernizm eleştirilerini kendi görüşlerine azık ederek, serbest piyasanın dahiliyetini kendi inanç motivasyonlarına uydurarak; hem eleştirdikleri devlet geleneğine erkin elde edilmesi konusunda ortak olarak hem de Anadolu Müslümanlığı tabir ettiğimiz, halkın affektif diyebileceğimiz hoş, sade dürtüler üzerinden akan günlük rutinini kapitalist, Protestanca bir artere devrettiği ortadadır.


Metindeki fotoğraf: 1950’ler İstanbul’una ait bir kare. SALT Araştırma, Fotoğraf Arşivi ve Ali Saim Ülgen Arşivi’ne aittir. Wikimedia Commons’dan erişilmiştir. (Yazarın Notu)


[1] Fütürizm hareketinin kurucusu, şair Filippo Tommaso Marinetti, aynı zamanda, politik sahada faşist lider Mussolini’nin coşkulu bir destekçisidir.

[2] Takriben 1946-1964 yılları arasında doğmuş kuşakları tanımlamak için öne sürülen, şu günlerde, güncel mizahta epey karşılığı olan bir ifade. Baby Boom, Amerikan tarihindeki bir olgu olup, bahsedilen yıllardaki ani doğum ve popülasyon artışını ifade etmektedir: Büyük Depresyon’un ve II. Dünya Savaşı’nın verdiği belirsizlik dolayısıyla bir çok çift çocuk doğurmamış, bu belirsizlik ortadan kalktığında ise doğum oranlarında müthiş bir yükselme olmuştur.

[3] Balzac’ın Gizli Başyapıt’ının baş karakteri, resim sanatı üzerine tuhaf fikirleri olan deli dahisi.

[4] Demokrat Parti’nin kuruluş yılıdır, ayrıca siyasi tarihe ‘şaibeli’ olarak geçen genel seçimler yine bu yıla aittir.  

[5] Sahipliği ve başyazarlığını Necip Fazıl’ın yaptığı, 1943’den 1978’e kadar aralıklı olarak yayımlanmış siyasi ve edebi içerikli bir dergi.

Exit mobile version