Artık; yaygınlaşmış, çevrimiçi bir toplumun içinde yaşıyoruz. Özellikle pandemiyle birlikte, bu küresel toplum biçiminin verim ve riskleri nicelik olarak artmış durumda. Toplumsallaşma biçimlerimizi, yaşam tarzlarımızı, fikir ve tepkilerimizi, kimliğimizi bu ağ içerisinden yansıtmak bizler için artık ikincil değil birincil bir temeli ifade etmekte. İnternet, on yıllar önceki ham yapısını çoktan geliştirmiş, yakın ve uzak geleceği belirlemiş durumda. Son yıllarda bariz bir küresel dikkati ele geçiren, SpaceX ve Tesla CEO’su Elon Musk gibiler, insan varlığımızın artık teknoloji üzerinden tarif edilmesi ve transhümanize edilerek standartlarının yükseltilmesi gerektiğini; cyborglardan hiç de bir farkımız olmadığını; android cihazlara, teknolojik aygıtlara, internete gömdüğümüz kişiliğimizle; toplumsal, bilindik kişiliğimiz ve yaşam tarzımızın entegre, tekil bir hale getirilmesi; yakın gelecekte yapay zekanın insan zekasını aşma ve onun üzerinde tehdit oluşturma riski oluşturduğu için çeşitli transhümanist hamlelere şimdiden başlanması gerektiğini ayan beyan ifade eder durumdalar. Musk; uzay araştırmaları, yeni nesil elektrikli araç üretimi, Ar-Ge, uzay interneti (Starlink) gibi atılımlarla, bir teknolojik progresyon içerisinde olduğunu düşünmemize sebep oluyor; kendisi dev bütçeli girişimcilik örnekleri sergilemekte epey başarılı ama aynı iktidarı, sözgelimi Neuralink’i merkeze alacak olursak, nöroloji alanında, akademisyenlerin de takdirini kazanacak derecede gösterdiği konusu tartışmaya açık gibi duruyor. Fütüristler, geleceğe dair teknolojik, yaşamsal fantezilerimizi bir ütopya/distopya ikiliğinden çoktandır çıkarmışa, küresel gelecek hedefleri belirlemişe benziyorlar. Teknoloji devleri (Boston Dynamics, Hanson Robotics vb.) insansı robotlar üretmek, onları yaşama uyarlamak ile meşguller. Hatta bu tip robotik veya genel olarak teknoloji üzerine vizyon belirlemiş şirketlerin tasarımladığı makine ve aygıtların bazıları, prototip konumlarından satın alınabilir ürünlere dönüşmüş durumdalar. [1] Çoktandır, medeniyetlerin ulusal pozisyonları üzerinden belirginleşen insanlık durumumuz; yerel olanın hala belirleyici ve baskın olan varlığına rağmen; artık, küresel; tekil bir pozisyona devrediyor yerini. Bu yakın gelecek için varsayılan bir şey de değil, hâlihazırda olan şey: Bilişim teknolojilerinin iskeleti üzerine bina edilen bu yeni dünyanın vatandaşlarını teknokratik[2] bir yaşam bekliyor. Geçmiş dönemlerin politik birer güç oyununu belirginleştirircesine bir koz olarak kullandıkları bilimsel atılımlar ve teknoloji, yeni binyılla birlikte bu hantal formunu terk ediyorken, kuşağımız ve gelecek kuşaklar; Huxley[3] gibileri tarafından, geçmiş yüzyılın başında bir distopya olarak öngörülen bu yeni düzene karşı adaptasyon becerisi geliştirmek, dil öğreniminden, dünya vatandaşı olmaya, oradan en basit yaşam gerekliliği seviyesine yükselmiş olan, sözgelimi Adobe programlarının, hatta temel tasarım yeteneklerinin kazanılmasına kadar bir dizi bilişim teknolojisi üretimini yeterli ölçüde içeren bir kişisel atılım gerçekleştirmek zorundalar, bu atılım; üretim gerektiren özel alanlarla da kısıtlı değil; seyretme ve tüketme gibi alışkanlıklar, şu sıralar, bir edilgenlikten ziyade bir atılganlık izlenimi uyandırıyor kitlelerde. Sözgelimi, pandemiyle birlikte, vizyona giren yeni bir filmi layıkıyla seyredebilmek için, sinemaya gitmek değil çevrimiçi film platformlarına abonelik gerçekleştirmek gerekiyor.
20. yüzyıl avangartlarının eleştirdikleri, dönemin aydınları ve önde gelenlerince adapte olmak konusunda tereddütte kalınan, modernist bir dönemde değiliz artık. 20. yüzyılda sözgelimi Dada ve türevi avangart, kavramsal sanat biçemlerini, birer tepki aracı olarak, bugün hala öne sürmek kanımca yetersiz bir etki bırakacaktır çünkü artık yapay zekâ ve makineler, hem bir erk tehdidi yaratması beklenen antagonistler[4] yani varlıklarına şüpheyle yaklaşılması gereken şeyler düzeyinde algılanabilirken hem de metin meydana getirebilen, bir ressamın imgelemini taklit edebilen, duygusal bağ kurabileceğimiz varlıklar derecesinde ‘bizden’ler.
Bugün; seksüel yaşantımız bile sanal cinsel partnerlerin belirlediği, internetin anonim dünyasının öncelediği bir dizi alışkanlıkla günlük rutinimizi sağlar durumda. Elbette genç kuşakta daha yaygın olmakla beraber, geçkin yaştaki kimselerin çoğunluğunun da pandeminin mecbur bıraktığı yaşam tarzıyla birlikte adaptasyonlarını tamamladıkları bir veri evreni içinde sanal imzalarımızla yaşamaktayız. Online tiyatro oyunları, çevrimiçi konser ve sergiler, internet söyleşileri, internet yayıncılığındaki artış; dijitale yönelik mesleklerin mecburileşmesi veya artışı, freelance işler; bir patron hükmü altında çalışmaya rıza göstermek yerine, örneğin Kreosus ve Patreon vb.’den abone veya gönüllülerce maaşını alabilir hale gelmek; bu başarılı bir sonuç versin vermesin, en azından bu yönde bir talep oluşturmak, video oyunlarının müthiş bir interaktiviteye vardığı bir eğlence dünyasının vaatkârlığını deneyim etmek derken; bazı meslek gruplarının işsiz kalması da aslında değişimin ne yönde olduğunu gayet net açıklıyor.Edebiyata ilgi geliştirmiş birisi olarak bunca; bariz bir şekilde dönüşen dünyada, güncel olana karşı her daim mesafesi ve kayıtsızlığını korumuş edebiyat gibi bir sanat biçiminin her zamanki ritmini koruyabileceği kesin mi peki; edebiyata şu koşullarda nasıl bir gereklilik duyacağız?
Video oyunlarındaki kurgu ve estetik anlatım becerisinin, kişiyi etkileşime davet eden görkemli dünyası varken; eskil, nevrotik ve lirik dünyasını terk ediyormuş, bunun yerine sosyal bilimlerin bir alt disiplinine sorumluluklarını terk ediyormuş gibi görünen bir sanatın akıbeti ne olabilir? Kanımca, şema terapi veya bilişsel davranışçı terapi gibi modellerin; bende daha eskil izlenimler bırakmaya başlayan psikanalizin yerini alıyor gibi durması; feminizmin yükselişinde Freud alıntılı psikanalitik düşüncelerinse, daha kadın merkezli veya kadın-dişil duyarlıklı kuramcılarla farklı bir segmente çekilmiş olması da söz konusu.
Gözlemleyebildiğimiz şey, on yıl kadar öncesinde yerleşik olan bir tarz veya yapının, şimdi yerini daha şeffaf biçemlere terk ettiğidir. Modernistlerinden avangartlarına, oradan postyapısalcılarına kadar süratle dönüşen bu dünyanın değişim şiddetine artık yerleşikleşmeye çalışan, hantal ve eskil; sert-katı muhalefete dayalı bir düşünce ve estetik dayanabilir mi sizce? Ben bu konuda bir optimizm-pesimizm çelişikliğinden ayrı bir artere çıkan bir anlayışa odaklıyorum kendimi. Her şey çok süratli bir biçimde dönüşüyormuş gibi görünse de, aslında güncel yaşamlarımızın zihinsel ve eylemsel yapı iskeleleri, hala aynı eskil ve hatta kadim bir problematikten payını alıyor. Günlerimiz, özdeğin vaatkâr bir şekilde gözümüze sokularak, yaşantının ışıltılı bir reklam panosuna dönüştürüldüğü; zamanında Baudrillard şimdilerdeyse Berardi, Agamben vb.nin çeşitli nosyonlar öne sürerek bir direnç noktası kurmaya çalıştıkları, fütüristlerin politik ve hatta küresel darboğazların olduğu dönemlerde kanaat önderlerince parlatılan teknokratik ve teknolojiye dayalı ütopyalarının bir tür güncel dalgasını, 21. yüzyılın bir pandemi deneyimleme yani büyük bir felaketi tecrübe etme basiretsizliği yaşanılan, küresel anlamda paranoya doğuran aslında, pekala ümitsiz görünen bir döneminde, kitlenin çare arayan yılmış ve bezgin gözlerini geleceğin olası adil ve refah dolu süper-teknolojik dünyasına yöneltme ve ideolojik merkezinin neresi olduğunu kestirmekten pek aciz olduğumuz sistemin akıbetini de bu şekilde kurtarma hamlesini andırdığı ve ifade ettiği akıllara geliyor.
İnsanın erkleşmiş yapılarca köşeye sıkıştırıldığı; yaşam tarzı ve zihninin mengeneye alındığı dönemlerde, sanatın hayal kurmak gibi çocukça ve fakat şahane düzeyde özgürleştirici direnç noktaları tasarımlama becerisi olduğu ve belki de sanat üretme yeteneğini bu türden darboğazlara borçlu olduğu gibi bir çıkarıma varabiliyoruz.
Yaşam biçimlerimizin gözle görülür biçimde tektipleştiği ve dünyayı algılama becerilerimizin, yakın geleceği tartışılan, kanımca otoriteryenlik tehdidi uyandıran bir çevrime daldığı fikrindeyim. Aşılanmanın başladığı, kısa vadede bütün vatandaşlara uygulanacağı, pandemi koşullarının yakın gelecekte tümden geçmeyeceği ama risk düzeyinin geride bırakılan bir yılda olduğu kadar ciddi bir tablo arzetmeyeceği; yetkili merciler tarafından ifade ediliyor. Virüs mutasyonlarının ortaya çıkışı, tedbiri elden bırakmamak gerektiği düşüncesini pekiştirirken, geliştirilen hızlı sağlık önlemleri, pandemi şartlarının çok uzun süreleri kapsamayacağının öngörülmesini teşvik ediyor.
Fakat, şimdiye kadar olan süreçte; yılın takribi 6 ayını, bizde nevrozlar doğurabilecek şekilde; kendimizi otomasyona bağladığımız, sağlık endişemiz ve ölüm telaşımız yüzünden bunu yapmaya mecbur olduğumuz, ‘eski normal’imizi anısal bir özlemle yad ettiğimiz ama ona erişmek yönünde varlık gücü gösteremediğimiz bir yapıya teslim etmiş görünüyoruz. Yılın yarısında bir tür tecrit yaşantısı deneyimliyoruz ve tecrit, özellikle politik tutsaklıktan doğan ve ağır şartlar üzerinden belirlenen bir şeyse, tutsağın özdenetimini hatta özsaygısını epeyce engelleyebilir. Günü değerlendirmek için belirli zaman dilimlerine sahip olmamız, tek bir günün bile alıştığımız bölünmez yapısının belirli krediler üzerinden tasnif edildiğini düşündürüyor bize. Modern kentin Kafka gibilerini hayrete düşüren, onda yabancılaştırma uyandıran bürokratik yapısı, şimdi bizler gibi insanların, teknokrasiye dayalı, zamanı ve rutini; bu sefer çevrimiçi kredilerle parçalanmış, dijital bir agorayla eşzamanlı hale getirilmiş hatta coğrafyası risk haritalarına bölünmüş nihai görünümüyle birlikte, derealizasyonumuza[6] güncel bir faz eklemiş oluyor. Bu yeni hal, güncele karşı hep mesafesini korumuş edebiyatın da yeni bir faza ihtiyacı olduğunu öngörmemizi kanımca teşvik etmeli. Sanatçılardan bazıları fütürizmin kendi döneminde, yirminci yüzyılın başında, ‘sürat’ ve ‘varolma gücü’ne vurgu yapan modernite yanlısı senaryosunun şimdiye uğramış bir varyantı gibi, bir teknoloji fetişi doğuracak şekilde zihinlerini formatlarken bazılarınınsa geçmişe/anılara daldığını ve bir tür yeni lirizme vardıklarını gözlemliyorum.[7] Belki de görmek istediğimi görüyor, aşırı bir yoruma varıyorum. Ama yılın yarı zamanını askıya alan bu kısmi tecrit, şüphe yok ki bizlerin nevrozlarına birkaç dirsek daha ekledi. Hatta aşı karşıtlığı, virüsün yapay olarak üretildiği ve aslında biyolojik bir savaşı ifade ettiği, mikroçiplerin kitleleri androidize etmek için kötücül amaçlarla kullanılacağı gibi hezeyanlar üzerinden geliştirilen, ekseriyetle sağ ideolojilerin mensuplarınca mantıksallaştırılan komplo teorilerinin; dünyanın başından tırnak ucuna kadar bir değişim mecburiyeti duyması halinde, insanların nasıl da neofobik[8] bir biçimde mutsuzlaşabildikleri, örgütlenmiş histerinin en koyu biçimlerine kapıldıklarına bir delil sayılabilir gözüküyor. Ayrıca, salgın boyunca, hazin olan’la eğreti olan’ın da nasıl atbaşı gittiğini, ‘absürt’ün her yeri nasıl işgal edebildiğini gözlemleme fırsatımızın fazlasıyla olduğunu düşünüyorum.
Kişinin beden ve zihin olarak tecriti tecrübe ettiği durumlar, ister kalıcı ister geçici olsun, ülküsel olan şeylerin yitime uğradığı veya paranoyaya yakınlaştığı evreler doğurabilir. Pandemi, anısal bir hafızanın; kültürel bir geçmişin kaybedildiği ve gelecek için ümit edilen kurguların insan mutluluğuna baskın bir etkide bulunmayı sağlamadığı koşullarda, kamusal alanın göstergelerinden de iyice uzaklaşmış; artık dijital dünyanın içinde sayısal anılar inşa eden yeni, daha cyborgvari insanların varlığında, bir tür Ballard karakteri[9] niteliği taşıyan, kendi zihinsel topografyasına çekilmiş, canı oldukça sıkılan, amaçsız insanlar meydana getirmiş gibi duruyor kanımca. Zihinsel bir yorgunluğu atmak için dışarı çıkan, eskiden beri alışkın olduğu kamusal alana dahil olmak isteyen kişi, eski normal’in dünyasının sanki uzak bir geçmişte kaldığı hissiyle tümleşik halde; yeni normal’in dünyasında yaşıyor artık ve onun için dışarısı, bir Robinson adası kadar yabancılaşılmış bir çevre estetiği sunar durumda. Fiziksel mekâna yabancılaşmak ve oyalanacak daha iyi bir özgürlük biçimi olmadığı için zihnin hastalık ve dertlerini birer eylem aracı olarak kullanmaya başlamak gibi şeyler, aşırılaşmış bir tecrit halinin doğurduğu psikopatolojileri anımsatır. Salgının, kitle sağlığını düşünen, bulaşma riskini azaltmak için sanal uzamı; risksiz ve yaşamsal bir mecburiyet olarak konumlandıran her türden otorite tarafından, bugüne kadar alıştığımız kamusal insan tipini sayısallaştıran varlığı dikkate alındığında, pandemi sonrası insanının; biyolojik savaş, teknoloji korkusu ve yeniden gündemine sokulan Ay-Mars fantezileriyle gündelik realitesi arasında geniş bir fark bulunan; evinin güvenlikli sınırlarında geçmişi ve geleceğini hesap edemez hale gelen, kendi içine çekilmiş bir tür koza insan kimliği kazandığı düşüncesini öne sürüyorum.
Ayrıca, bir geçmiş’i olmamak duygusu, kitlesel bir aidiyet hissetmemek, coğrafyanın politik güldürüsü içinde özgün tarafları törpülenmek gibi durumlar, benim için hep korkutucu olmuştur. Salgın başlayalı beri, çocukluğunu veya gençliğini ilk defa doya doya, bu dönemde yaşamaya başlaması gereken bir kişinin olası psikolojik durumu üzerine düşünmekteyim. Bir günü çeşitli kredilere ayrılmış, beden hareketleri konusunda, haklı olunarak, kendisinin ve çevresinin sağlığı için sürekli dikkatli davranması tembihlenen bir çocuk, yaygın bir sosyalliği deneyimlemeye çalıştığında, buna mecbur olduğu bir aralığa girdiğinde zorlanmayacak mıydı, eğer zorlanacaksa, bu onun geçmişte, travma derecesinde bir şey yaşadığı anlamına gelecekti –ciddi bir travma olabilir bu veya ‘mesafe’ ve ‘temas’ kavramlarına endeksli, yer yer gülünçleşebilen aşırı bir endişeyi ifade edebilir belki. Ve çeşitli davranış bozukluklarımızın tedavisi için, psikoterapi seanslarında nasıl ki geçmişin irdelenmesi elzemdi, ilerde yetişkinleşecek bir pandemi çocuğu; psikologuyla bu türden bir iletişime kalkıştığında hangi geçmişten bahsedecekti, bu soruyu yanıtlayamamamın, benim canımı sıktığını söylemekle, umarım bazı şeyleri olduğundan daha fazla abartmış sayılmam.
Dışarısının ve insan ilişkilerinin eskisine kıyasla, sağlık riski barındırdığı için haklı olarak daha tehditkâr olduğu bu dünyada, bilgisayar ve telefon ekranlarımızın içindeki yeni gündemle hepimiz tekno-fetişist bir hal almış gibi duruyoruz. Bunun duygularımız ve insan olmaklığımız açısından rahatsız edici olduğunu düşünmekteyim. Bazı kitlelerin ise, yalnızca gelecek’e odaklandığını görmekteyim. Sanki bir tür Soğuk Savaş veya Nazizm tecrübe ediyoruz; önümüzde moleküler bir tehdit var, fitillerin ateşlenmesi halinde gezegenimiz telafi edilemez bir felakete sürüklenecek de hepimiz bu aşırı tehditkâr durumdan sıyrılmak için ya sayısallaşmış internet kimliklerimize ya da salgının olmadığı Ay ve Mars’a dair soğuk, dünyalı olmayan düşler kurmaya başlamış durumdayız. Öyle hissediyorum ki, içinde bulunduğumuz dönemde; güncel, sıcak yaşantının anısal ve duygusal akışına değil, geleceği doğrusal olarak sadece ilerde, hep ilerde, daha ilerde hatta; mekân aracılığıyla, bir komut veya bir romantizm düzeyinde kodlanan kavramlar üzerinden, yukarıda veya uzayda arayan; ütopya/distopya darboğazına sıkışmış bir kültürel evreni tecrübe etmeye mahkûm kalmış gibiyiz. Sanki politikanın ciddi sorunları bile, siyasiler tarafından değil de olmayan bir politik uzamın düşünce hatalarından, suni bir uzaydan neşet ediyor gibi. Güncel siyasetin, gürbüz dünyası çok uzak bir geçmişte kalmış gibi fakat tüm bu dediklerimden bir teknoloji karşıtlığı yaptığım gibi ham bir fikrin çıkmasını istemem, yalnızca; mevcut durumun sezebildiğim tehlikelerini tespit etmeye çalışıyorum.
İçinde bulunulan bu yarı tecrit halinin, özellikle edebiyatçılara; yazarlara, sanatın güncelin ikame edicisi mi yoksa akıntının tersine yüzen ve kendine güncele karşı mesafeyle yaklaşan direnç noktaları kuran, böylece zihni özgürleştirme ereği duyan, zamanlarüstü; geleceği geçmişin vesikalarında okumaya çalışan tinsel bir biçem mi olduğunun hassas hesabını tekrar tekrar yaptıracağını düşünüyorum. Aslolan nedir; geçmiş mi, şimdi mi yoksa gelecek mi?
Bilincin, esrarı malum olan dünyasının ve insan anılarının geleceğin henüz olmayan, hiç olmamış soğuk dünyasına galip geldiği anları sevgiyle karşılamak isteyen biri olarak sözlerimi birazdan yapacağım Ballard alıntısı ile tamamlamak isterim, burada; belki ilerde yanlışlanacak bir tahminde bulunuluyor olsa dahi, gittiğimiz her yere kendimizi taşıdığımızı düşünecek olursak, denilen hala saygınlığını koruyor: ‘’Yakın geleceğin en büyük gelişmeleri ayda veya Mars’ta değil, dünya üzerinde olacaktır ve keşfedilmesi gereken [dünya] dışındaki uzam değil iç uzamdır.’’ [10]
[1] Boston Dynamics, Spot ismini koyduğu köpek robotu, geçtiğimiz yıl itibariyle, çeşitli şirketlere satmaya başladı. Robot, Yeni Zelanda’da çoban köpeği olarak bile denenmekte. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53069100
[2] Teknokrasi: (Tdk tanımına göre) Sanayi, ekonomi ve devlet yönetiminin politikacılar değil, uzmanlar, teknisyenler ve uygulayımcılar tarafından yönetilmesine dayanan sistem. Ancak ben sözlük anlamının biraz dışına çıkarak; teknisyen ve mühendislerin toplumun üst sınıflarını iktidarına aldığı sosyal bir modelden bahsetmek istedim.
[3] Cesur Yeni Dünya’daki Vahşi için, yazarı tarafından iki seçenek sunulmuştur: Ütopya veya Kızılderili köyünde yabanıl bir yaşam. Yazar, romanına 1946 yılında yazdığı önsözde, bu durum için ‘’özgür iradenin insanlara bir tarafta delilik diğer tarafta cinnet arasında seçim yapabilsin diye verildiği düşüncesi…’’ni (Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, s. 6. İthaki Yayınları, 2007) ifade ederek tercihlerimizde özgür olduğumuz fikrini de tiye alacaktır ayrıca.
[4] Antagonist: Kurmaca bir eserde, ana karakteri engelleyen, onunla kendi arasında bir karşıtlık oluşturan kişiye verilen isim.
[5] Yakın geçmişte, 2018 yılında oluşturulan resim, GAN adı verilen bir makine öğrenimi sistemiyle meydana getirildi ve ünlü İngiliz müzayede evi olan Christie’s’de, 432,500 dolara satıldı. Daha da yakın bir geçmişte, Eylül 2020’de, GPT 3 isimli bir yapay zeka modeli, The Guardian için bir makale yazdı. The Guardian’da yayımlanan yazıda I know that I will not be able to avoid destroying humankind. / İnsanlığı yok etmekten kaçınamayacağımı biliyorum.’’ şeklinde bir cümle geçiyor.
[6] Derealizasyon (Gerçekdışılık): Kişinin çevreyle olan etkileşiminde kopukluk ve gerçekdışılık izlenimine kapılmasıyla karakterize, mental bir bozukluk olarak tarif ediliyor.
[7] Evlerimize, odalarımıza çekilmeye mecbur geçirilen aylar, sanırım anılar ve geçmiş’in iplikleriyle bir koza örmemize de sebep oldu.
[8] Neofobi: Teknolojik gelişmelere ve ürünlere, genel olarak yeniliğe karşı duyulan korkuyu ifade eder.
[9] James Graham Ballard (1930-2009). İngiliz bilim kurgu yazarı.
[10] akt. Altaç, İsmail Serdar. James Graham Ballard’ın Romanlarında Kentsel
Uzamın Temsili, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi. Ankara, 2018. https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/71694 ‘den erişildi.
Ana görsel: Soldaki fotoğraf için link, sağdaki fotoğraf için link. (Yazarın notu)