Site icon Terrabayt

Vicdani Kayıtlar ve Kâğıt Parçaları

Yetkili ağızların düzenli şekilde dile getirdiği ve içinde “vicdan” sözcüğü geçen bazı beyanatlar ilgimi çekti. Cumhurbaşkanı İstanbul Sözleşmesi’ni “bizzat” feshi sonrasında, “vicdanları yerine bir kağıt parçasına” güvenenleri kınadı. Yani vicdani kayıtların kâğıt parçaları yerine hayata geçirilmesini talep etti. Önceden başka konularda da kanunları birer “kâğıt” parçası olarak nitelediği cümlelere rastlanabilir. Yine Erdoğan’ın, bir cürüm eylemine gönderme yaparak, “Buradan tüm yargı dünyasına sesleniyorum, kanun maddelerini değil vicdanınızın sesini dinleyin,” demesinin yanında, Anayasa Mahkemesi Başkanının yargı yılı açılışında kullandığı, “[Hâkimler] vicdani kanaatlerine göre karar verirler” cümlesi veya Adalet Bakanı’nın, suç işleyen bir adamın eylemini “vicdansızlık” olarak nitelemesi beni düşünmeye sevk etti. Böylece kısa zaman aralıklarıyla, çağdaş hukuk devletlerinde bulunması beklenen güçler ayrımını temsil eden tüm failler müşterek bir vurguyu dillendirmiş oldular.

Vicdani yüklemlerin, soruşturmaların veya hesaplaşmaların, akıl yürütmek, akılcı yargı usulleri geliştirmek fiilleriyle yer değiştirmesi beklenen yasal ve kurumsal alanlarda böyle cümleler ne anlama gelir? Vazifeleri, tanımlı bir egemenlik alanı içinde kimseyi diğerinden ayırmadan adaleti işletmek olan bürokrat ve siyasetçilerin, gündelik sohbetler içindeki insanlar gibi vicdan sözcüğüne başvurmalarını şaşırtıcı bulmalı mıyız?

Kanaatimce vicdanın yerini başka kavramların almasını beklediğimiz düzlemlerde bu gibi telaffuzlar üç durumun işareti olabilir: Vicdanlara gönderme yapmak öncelikle, vicdan, adalet ve yasayı bağdaşık saymakla ilgili savunamayacağımız bir fikirden ileri geliyor olabilir. Bir başka neden, mevcut hukuk yapısına dair bir güvensizlik olabilir. Üçüncüsü ve belki de en mahsurlusu, bazı tembihlerin nesnesi bir yargı görevlisi olarak hâkimin vicdanını, hâkim olanın veya egemenin vicdanına tercüme etmesi beklentisi olabilir.

Özünde mizacıyla uyumlu davranmak isteyen ferdin düşünme, duygulanma biçimlerinden ayrı bir anlamı olmayan vicdani duyum herkeste farklı işleyebilir, aynı olayda farklı yorumlara sebep olabilir. Oysa egemenin daha kurumlaşmış, temsil edici veya emsal olması beklenen vicdanı (kamu vicdanı gibi), belli olaylar cereyan ettiğinde, yukarıda alıntıladığımız cümlelerde olduğu gibi, vicdanı sızlayan kişilerin ifadelerinden farklı olması beklenir. Devlet büyüklerinin telkinlerinde ifadesine kavuştuğu gibi, bireyin çok temel bir eylemi olarak vicdanına uygun davranma karar ve yetisi, bir kabilenin, kimliğin, topluluğun, cemiyetin, söylem, dava veya ideolojinin yörüngesine çekilebilir. Böyle girişimler sonucunda, bazen içinde bulunduğu kitleden ayrı sızılar duyması beklenen beşeri vicdan, belli cemaat ve çıkar topluluklarının vicdanlarının gölgesi altında kalabilir. Bu durumda incinen vicdanın sesi muhtemel bir algı yönetimine yenik düşer.

Cezasını Arayan Suç

Bir anket yapılsa, muhtemelen edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden birisi sayılabilecek olan Suç ve Ceza romanı Raskolnikov’un iki yaşlı kadını baltayla öldürdükten sonra içine düştüğü vicdani muhasebeler üzerine ilerler. Dehşet verici cürümlerin faili adam, metnin ortasında yarattığı bir mahkeme dekoru ve kadrosu içinde olay sırasında vicdanına uygun eylemlerde bulunduğunu savunur. Kendisini suçlayan ve savunan aynı kişidir; hâkim, sanık, avukat, mübaşir ve mahkeme salonu Raskolnikov’un kendisidir. Onunki gibi çok temel düzeyde vicdani muhasebelerin gerçekleştiği  ortamda henüz tanımlanmış usuller, konumlar, suç tarifleri yoktur. Vicdani sorguların, seslerin, sızıların duyulduğu yerde hukuk neredeyse tarifsizdir; iyi ve kötü şeyleri ayırt etmeye yardımcı ahlak ve etik de öyle. Orada boş bir sese, kendisine bir ödev vaz’ etmeyen sızılara cevaben kararlar vermek, yargılarda bulunmak gerekebilir. Vicdani kararlar, biraz da onu verenin keyfine terk edilmiştir. Böyle seslerin anlamını yorumlayan Raskolnikov, kendisini yargılarken vicdanına sordukça son çözümlemede suçsuz olduğu kanaatine varır.

Onun başına gelenden çok farklı bir suç isnadına rağmen, yine böyle bir farazi soruşturmanın kahramanı Joseph K., Kafka’nın Dava romanında oradan suçlanarak çıkar. Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’deki adamı da benzer şekilde cezasını arayan suç izleği içine düşer. Yani Raskolnikov gibi, ne söylediği pek anlaşılmayan vicdanın sesini dinleyenlerden bazıları cürümlerini temizlerken, diğerleri tam olarak ne yaptıklarını bilmeseler de oradan suçlanarak ayrılabililer. Vicdani kanaatlere göre kendi eylemlerine bakan farklı kişiler, yapılaşmış yasanın, ahlaki normların, hukuk tertibatlarının olmadığı muhayyel mahkemelerde çok farklı sonuçlara ulaşabilirler. Oradaki karar, Heidegger’in Varlık ve Zaman’da ısrarla vurguladığı gibi, kökensel vicdani sesin herhangi bir şey buyurmayan, sadece “Kendine dön bir bak!” diyen boş celbini nasıl yorumladıklarına göre değişir.

Yakın zamanda Cumhurbaşkanı, Adalet Bakanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı gibi “vicdanınızın sesini dinleyin” diyenler, bilerek ya da bilgisizlikle şunu ima ederler: “Adaletin, yasaların, hukukun etrafından dolaşın ve suçlu saydığınızı kendi bildiğiniz gibi cezalandırın.” Böyle bir tembihin nesnesi hâkimin gerçekten vicdanına kulak vermesi durumunda oradan nasıl bir kararla döneceği belirsizdir. Oysa Aristoteles gibi söylersek, “yurttaşların iyiliğini amaçlayan” bir idare içerisinde vicdani seslerin işitilir olmaktan çıkması, ahlaki, yasal ve kurumsal katmanlara doğru yol aldıkça beşeri varlıklara ait vicdanlarla doğrudan bağların kesilmesi beklenir. Bu silsileimeratip içerisinde yukarılara doğru çıktıkça, vicdani muhakemenin yerini akılcı mahkemeler alır. Pozitif hukukun adaletli şekilde icrası daha öncelikli olur.[1] Yani yasal olarak boşluğa düşen hâkimin, vicdanına değil ilkeli akıl yürütme becerilerine güvenmesi beklenir. Vicdanın kurumlar düzeyine çıktıkça artık ses vermeye son verdiği yapılar içerisinde adalet kavramı, vicdanlarla yasa arasındaki geçişlerin doğru kurulmasına dönük bir irade, akılcı bir denetim şeklini alır. Aristoteles, Kant, Hannah Arendt, Jürgen Habemas veya Paul Ricoeur gibi birçok düşünür ve hukuk kuramcısının anlamaya çalıştığı böylesi bir “iyi yaşam ideali” içerisinde yurttaşların vicdani sızılarının çok daha az olması beklenebilir.

Vicdani Tutumluluk

Vicdani sızı gibi şahsi ve soyut bir görüngüyü anlaşılır kılmak üzere bir akademik saha araştırması tahayyül edelim. Bu çalışmada iki ülke arasında karşılaştırmalı bir analiz yapılsın ve sözgelimi Finlandiya ve Türkiye’de yurttaşların vicdanlarının sızlama sıklığı ölçülüp değerlendirilsin. Hukuk sisteminin iyi işlediği bir yerde bu sızıların sıklığı muhtemelen daha az olur. İyi işleyen hukuk ve adalet yapısı, gelişmiş bir ekonomi, insan hakları, eğitim, yurttaşlık bilinci ile koşuttur. Böyle toplu bir refah içindeki yurttaşlar, kendi yardımlarına, sorumluluklarına muhtaç bir başkasını fark etmekte güçlük çekerler. Sosyal hukuk devleti kimseyi öteki, başkası kılmamak üzere daha belirgin bir irade ortaya koyar. Devlet araçları, kurumlar, yapılar her zaman ben ve başkası arasına girdiğinden, karşı karşıya gelen varlıklar arasındaki ilişkiler nadiren vicdani ilginin nesnesi olur. Örneğin adaletli bir bağlamda karşılaşan komşular çatışmalarını kendileri çözmeye çalışmazlar; bir üçüncüye başvururlar; sivil iradeye, yurttaşlık haklarına, çözemezlerse polise, mahkemelere giderler. Diğer yandan Türkiye’de olduğu gibi, fazladan bekçi örgütü asayiş dairesine eklense de, yurttaşlık şuurundan uzaklaşan bir memleketin sakinleri kendi vicdanlarına göre hareket etmeyi seçebilirler. Hâkime, vicdanının sesini dinle demekle, birbirine düşen iki insana sorunlarınızı kendi aranızda çözün demek aynı yapısızlığın işareti olabilir (veya eğitim için kendinize özel okullar bulun, asayiş için güvenli bir sitede güvenlik görevlileri tutun, sıhhatiniz için özel hastanelere gidin demek gibi).

Burada Avrupa-merkezli, Batı hayranı bir vurgudan da kaçınmak gerekebilir. Yurttaşların veya yargı dünyasının sakinlerinin vicdani seslere çok fazla kulak vermemesinin gelişmiş demokrasiler içerisinde yerleşik olumsuz sebepleri de olabilir. Böyle mutena memleketlerde, vicdani yargıları harekete geçirecek, bedbaht koşullar içerisindeki başkaları, madunlar, mağdurlar, yoksullar, marjinaller, iyi işleyen bir biyosiyaset kapsamında kendi alanları içerisine kapatılırlar; sistemin sahibi seçkin yurttaşlara nazar etmesinler diye. Gettolaşma sözgelimi, birbirlerine ekonomik, kültürel veya siyasal olarak benzemeyen ülke sakinlerini birbirlerinden uzak tutar. Yurttaş, biyosiyasal katmanlar içerisinde ötekine fazla rastlamadan yer değiştirebilir. Yardımına, ilgisine muhtaç başkalarından haberdar olmadan gününü geçirir. Böylece fazla bölünmeden, sadece kendi uzayında, habitusu içindekilere ihtimam gösterir; olur olmaz seslerle ilgisi dağılmaz; kendine daha fazla benzeyenlere karşı sorumluluk duyar, vicdani yetilerini tutumlu kullanır. Zamanında duyulmuş vicdani sızıları, iyi işleyen bir adalet yapısına tercüme ettiği yönünde bir güvenle, huzur içinde mesleğine, ailesine, yakın çevresine odaklanabilir; “memleketi kurtarmak” ortak bir sorumluluğa dönüşmez; Tanpınar’ın cümlesini yeniden düzenlersek, böyle ülkeler “evlatlarına memleketin sorunlarından başka bir şeylerle de meşgul olma imkânları yaratır”.


[1] Pozitif hukuk, vicdan ve adalet ilişkisine dair önemli değerlendirmeleri olan Ertuğrul Uzun’un bir söyleşisinden ilhamla bu cümleyi ekledim.

Exit mobile version