Site icon Terrabayt

Vampirler Şatosundan Çıkmak


Bu yaz her türden politik uğraşıdan ciddi ciddi çekilmeyi düşündüm. Aşırı çalışmaktan tükenmiş, bir şeyler üretemez bir halde kendimi sosyal ağlarda sürüklenir bulmuştum, üstelik depresyonum ve bitkinlik hissim daha da kötüleşiyordu.

“Solcu” twitter sık sık acınası ve iç karartıcı bir mecra olabiliyor. Bu yılın başında gündeme damgasını vuran twitter fırtınaları gerçekleşmişti, özellikle kendini solda konumlandıran belli şahıslar “ifşa” edildi ve kınandı. Bu insanların söyledikleri zaman zaman karşı çıkılabilir şeylerdi ama şahsi olarak karalanmaları ve peşlerine düşülmesi ardında korkunç bir iz bıraktı: leş gibi bir içselleştirilmiş suçluluk duygusu[1] ve cadı avı ahlakçılığıydı bu. Bu olayların hiçbirinde sesimi çıkarmamış olmamın sebebi, utanarak söylüyorum, korkmuş olmamdı. Zorbalar bu oyun alanında başka bir yerdeydi. Onların dikkatini çekmek istememiştim.

Brand Vakası

Komedyen Russel Brand’ın uzun zamandır hayranıyım – günümüzde işçi sınıfından gelerek isim yapmış az sayıda komedyenden biridir. Geçtiğimiz yıllarda, kademeli olarak, amansız bir şekilde televizyonda komedi sektörü burjuvalaşmıştı, bilhassa Michael McIntyre gibi zengin, ultra-sosyetik bir kuş beyinlinin ve hazin bir biçimde üzerimize yağan şahsiyetsiz yeni yetme fırsatçıların sahneleri ele geçirmesine tanık olmuştuk.

Brand’ın Jeremy Paxman ile şimdilerde meşhur olan röportajının Newsnight’ta yayınlanmasından bir gün önce, Brand’in “Mesih Kompleksi” adlı stand-up gösterisini Ipswich’te izlemiştim. Bu, cüretkâr bir biçimde göçmenleri ve komünistleri destekleyen, homofobi karşıtı bir gösteriydi, işçi sınıfından gelen bilgiyle doluydu ve popüler kültürün bir zamanlar olduğu üzere kuir bir gösteriydi, (post-yapısalcı ahlakçı “sol”cular tarafından bize kakalanan o suratsız, kimlikçi dindarlıkla alakası yoktu). Malcolm X, Che, var olan gerçekliği psikedelik parçalarına ayırma olarak politika: bunlar, parmak sallayan vaazlar yerine, seksi, havalı, proleter bir komünizmdi.



Sonraki akşam Brand’ın programa çıkışının bir bölünme yarattığı barizdi. Bazılarımız için Brand’in Paxman’ı münazarada alaşağı edişi, son derece etkileyici ve mucizeviydi. İşçi sınıfına mensup birine, sınıfsal açıdan “üstün” birini, bilgi ve mantıkla sonuna kadar yok etmesi için en son ne zaman böyle bir olanak sağlandı hatırlamıyorum. Bu Johnny Rotten’ın Bill Grundy’de küfür etmesi gibi değildi – bu eylem, sınıf stereotiplerine meydan okumak şöyle dursun bu antagonizmanın onaylanmasıydı. Brand, zekasıyla Paxman’ı alt etmişti ve kullandığı mizah “solculuk”ta bol bulunan aksilikten ayrılıyordu. Ahlakçı sol, insanlara kendilerini kötü hissettirmede uzmanken ve birilerinin başlarını suçluluk ve kendinden nefret etme hissiyle eğmeden mutlu olmazken, Brand insanlara kendilerini iyi hissettiriyordu.

Sınıf bilinci kırılgan ve uçucu bir şeydir. Akademiye ve kültür endüstrisine hükmeden küçük burjuvazi, bu konunun gündeme gelmesine mâni olmak için her türden incelikli hedef saptırmaları ve önleyici saldırıları kullanır, şayet bir şekilde bu mevzu gündeme gelirse de bu sorunu ortaya atmanın korkunç bir münasebetsizlik, görgüsüzlük olarak görülmesi sağlanır.

Ahlakçı sol, Brand hakkında konuşulması gerekenin üzerini örttü, ne ana akım medyanın sıkıcı “tartışma” geleneğinde açtığı gedik ne de Brand’in devrimin gerçekleşecek olduğunu öne sürmesiydi tartışılan. (Bu son iddia sağır, narsist, küçük-burjuva “sol”u tarafından Brand’in devrime liderlik etme isteği olarak anlaşıldı, buna da tipik bir hınçla yanıt verdiler: “Cahil bir ünlünün bana liderlik etmesine ihtiyacım yok.”) Ahlakçılar için hâkim hikâye Brand’in kişisel tutumu, özellikle cinsiyetçiliğiydi. Ahlakçı sol tarafından mayalanmış bu ateşli McCarthyci[2] atmosferde, cinsiyetçilik olarak yorumlanabilecek açıklamalar, Brand’in cinsiyetçi olduğu anlamına geliyordu, bu da şu demekti: bu Brand aynı zamanda bir kadın düşmanıydı. İşte bu kadar basit, bitti, mahkûm edildi.

Brand’in herkes gibi davranışı ve dili hakkında açıklama yapması gerektiği doğru. Ama bu tarz bir sorgulama yoldaşlık ve dayanışma atmosferi içinde gerçekleşmeli ve muhtemelen daha en başından kamusal alanda yapılmamalı. Buna rağmen Mehdi Hasan, Brand’e cinsiyetçiliğini sorduğunda, Brand onu yargılayanların taştan suratlarında görülmemiş tarzda iyi niyetli bir alçakgönüllülük göstermişti. “Cinsiyetçi olduğumu düşünmüyorum, ama aklıma bugüne kadar tanıdığım en tatlı insan olan anneannem geldi, o ırkçıydı ama öyle olduğunun farkında olduğunu sanmıyorum. Bilemiyorum bende biraz kültürel kalıntı mı kaldı, proleter dile karşı büyük bir sevgi beslediğimi biliyorum, mesela “güzelim” ve “çıtır” gibi ifadeler kullanıyorum, eğer kadınlar cinsiyetçi olduğumu düşünüyorlarsa onlar bunu daha iyi değerlendirecek durumdalar, bunun üzerine çalışacağım.”

Brand’in müdahalesi lider olma girişimi değildi, insanları harekete geçirmek için bir ilhamdı. Ben de bundan ilham almıştım. Birkaç ay önce, Şatafatlı-Sol ahlakçıların – çokça bu durumlarda daima yardıma koşan sağcı medyadan topladıkları “kanıtlar” ile- Brand’i düzmece mahkemelerine, karakter suikastlarına mahkûm ettikleri sırada sessiz kalabilirdim ama bu sefer onları indirmeye hazırdım. Brand’e verilen cevap, Paxman ile olan atışmaları kadar önemli hale geldi. Laura Oldfield Ford’un söylediği gibi, bu aydınlatıcı bir andı. Ben ise, son yıllarda kendine sol diyen “sol”un sınıf sorununu ne şekilde bastırdığını fark ettim.

Sınıf bilinci kırılgan ve uçucu bir şeydir. Akademiye ve kültür endüstrisine hükmeden küçük burjuvazi, bu konunun gündeme gelmesine mâni olmak için her türden incelikli hedef saptırmaları ve önleyici saldırıları kullanır, şayet bir şekilde bu mevzu gündeme gelirse de bu sorunu ortaya atmanın korkunç bir münasebetsizlik, görgüsüzlük olarak görülmesi sağlanır. Solcu, anti-kapitalist toplantılarda yıllardır konuşuyorum, ama nadiren sınıf hakkında konuşmuşluğum var, bu pek teklif de edilmiyor.

Ama sınıf yeniden ortaya çıktığında, Brand meselesinin her köşesinde sınıfı görmemek imkansızlaşıyor. Brand, hepsi özel okul mezunu üç solcu tarafından hızla yargılandı veya sorgulandı. Başkaları çıkıp Brand’in milyoner olduğundan işçi sınıfına mensup olamayacağını söyledi. Bunca “solcu”nun esasında Paxman’ın şu sorusunda ifade edilen şeyi aslında kabul ettiğini görmek ürkütücüydü: “İşçi sınıfından gelen birine konuşma yetkisini veren nedir?” Daha da ürkütücü ve aslında acıklı olan şey ise bu insanların işçi sınıfına mensup birinin fakir, tanınmamış ve güçsüz kalması gerektiğini düşünüyor olmalarıydı, çünkü aksi halde “sahicilik”lerini kaybedeceklerdi.

Buradan ne çıkarmalı? Öncelikle, sınıfın yok olduğu ama ahlakçılığın her yere sirayet ettiği, dayanışmanın imkansızlaştığı ama suçluluğun ve korkunun her yerde hazır ve nazır bulunduğu bu gaddar ve moral bozucu ortama bizleri iten söylem ve arzuların niteliklerini belirlemek zorundayız. Üstelik bunun nedeni sağın bizi terörize etmesi de değil, burjuva öznellik biçimlerinin hareketimizi zehirlemesine izin vermemiz. Bence bizi bu noktaya getiren iki libidinal-söylemsel oluşum var. Kendilerine solcu diyorlar. Ama bu – Brand meselesinin bize gösterdiği gibi – pek çok açıdan solun – sınıf mücadelesinin faili olarak tanımlanan solun – tamamen yok olduğunun göstergeleri.

Vampirler Şatosunun İçinde

Bu ilk oluşuma Vampirler Şatosu adını veriyorum. Vampirler Şatosu, suç yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Vampirler Şatosu, bir rahibin aforoz etme ve suçlama, bilgiç bir akademisyenin hatayı ilk yakalayan kişi olma ve bir hipsterın popüler bir hizbin parçası olma arzusundan güç alır. Vampirler Şatosu’na saldırmanın tehlikesi, sizi aynı zamanda ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, heteroseksizme karşı verilen mücadelelere de saldıran biri gibi göstermesidir, Vampirler Şatosu bu düşünceyi beslemek için her şeyi yapacaktır. Ancak bu mücadelelerin tek meşru ifadesi olmak şöyle dursun, Vampirler Şatosu burjuva-liberal bir saptırma ve bu hareketlerin enerjisini temellük etme hareketi olarak anlaşılmalıdır. Vampirler Şatosu, tam da kimlikçi kategorilerle tanımlanmama mücadelesinin Burjuva büyük Öteki tarafından tanınmış “kimliklere” sahip olma mücadelesi haline geldiği anda ortaya çıkmıştır.

Vampirler Şatosu, suç yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Vampirler Şatosu, bir rahibin aforoz etme ve suçlama, bilgiç bir akademisyenin hatayı ilk yakalayan kişi olma ve bir hipsterın popüler bir hizbin parçası olma arzusundan güç alır.

Beyaz bir erkek olarak şüphesiz keyfini sürdüğüm ayrıcalıkların arasında kısmen etnik kimliğimin ve cinsiyetimin farkında olmamak da var, zaman zaman bu kör noktaların ayırdına varmamın sağlanması insanı uyandıran ve aydınlatıcı bir deneyim. Ancak, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan özgürleştiği bir dünyayı talep etmek yerine Vampirler Şatosu, insanları kimlikçi kamplara geri iterek kuşatmayı hedefliyor. Vampirler Şatosu, insanların sonsuza dek egemen gücün terimleriyle tanımlandığı, sürekli davranışlarının başkaları tarafından nasıl değerlendirileceğini sorgulamaktan sakatlanmış ve aynı kimlik grubuna ait olmadıkları sürece kimsenin birbirini anlayamayacağını söyleyen solipsist mantık tarafından yalıtılmış insanlar olmamızı talep ediyor.

Burada hayranlık uyandıran büyülü bir tersine çevirme, yansıtma-inkâr mekanizmasının işlediğini fark ettim, sınıfa en ufak bir atıf yaptığınızda otomatik olarak ırkın ve cinsiyetin değerini düşürüyormuşsunuz gibi davranılıyor. Aslında durum tam tersi: Vampirler Şatosu sınıfın üzerini örtmek için nihayetinde oldukça liberal bir ırk ve cinsiyet anlayışına sahip. Bu yılın başlarında ayrıcalık üzerine dönen absürt ve travmatik twitter fırtınalarında, sınıf ayrıcalığının hiç tartışılmadığı görüldü. Görevimiz, her zamanki gibi, sınıfı, cinsiyeti ve ırkı bir arada telaffuz etmek ama Vampirler Şatosu’nun kurucu hamlesi, sınıfı diğer kategorilerden ayırmak ve onu telaffuz etmemek.

Vampirler Şatosu, tam da kimlikçi kategorilerle tanımlanmama mücadelesinin Burjuva büyük Öteki tarafından tanınmış “kimliklere” sahip olma mücadelesi haline geldiği anda ortaya çıkmıştır.

Vampirler Şatosu’nun çözmeye kalkıştığı sorun şudur: bir yandan muazzam bir zenginliği ve gücü elinde bulundurup aynı zamanda mağdur, marjinal ve muhalif nasıl olunur? Çözüm ise zaten ortadadır: Hıristiyan Kilisesi’nde. Bu yüzden Vampirler Şatosu, Hıristiyanlığın icat ettiği, Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde tasvir ettiği tüm şeytani stratejilere, karanlık patolojilere ve psikolojik işkence araçlarına başvurur. Bu içselleştirilmiş suçluluk rahipliği, bu dindar suçluluk-tacirliği yuvası tam da Nietzsche’nin Hıristiyanlık’tan daha bile kötüsü bizleri bekliyor derken öngördüğü şeydi. İşte geldi bile.

Vampirler Şatosu, genç öğrencilerin enerjisinden, kaygılarından ve kırılganlıklarından beslenmektedir ama hepsinden öte belli grupların acısını – ne kadar marjinalse o kadar iyi – akademik sermayeye dönüştürerek yaşamını sürdürür. Vampirler Şatosu’nun en çok sesi çıkan figürleri yeni bir ezilme piyasası bulanlardır, daha önce sömürülmüş olan gruplardan daha fazla baskı altında kalmış ve ezilmiş bir grup bulan her kimse kısa sürede yükselecektir.

Vampirler Şatosu’nun ilk yasası: her şeyi şahsileştirin ve özelleştirin. Teoride yapısal eleştiriyi desteklediğini iddia etse de pratikte, şahsi davranıştan başka hiçbir şeye odaklanmaz. İşçi sınıfına mensup bazıları çok iyi eğitim görmemiştir ve bazen çok kaba olabilirler.  Unutmayın, bireyleri suçlamak her zaman kişisel olmayan yapılara dikkat etmekten daha önemlidir. Mevcut egemen sınıf, bireycilik ideolojisinin borazanlığını yaparken bir sınıf gibi davranır. (“Komplo” adını verdiğimiz pek çok şey egemen sınıfın, sınıf dayanışmasının örnekleridir.) Egemen sınıfın kullanışlı kulları olan Vampirler Şatosu tam tersini yapar: “dayanışma” ve “kolektivite”ye sahte bir bağlılık sunarken, iktidarın dayattığı bireyci kategoriler gerçekten geçerliymiş gibi davranırlar hep. Baştan ayağa küçük burjuva olduklarından, Vampirler Şatosu üyeleri inanılmaz rekabetçidirler ama bu burjuvaziye özgü pasif agresif tavırla bastırılmıştır. Onları bir arada tutan dayanışma değil, karşılıklı korkudur: şimdi de ben dışlanırım, ifşalanırım, yargılanırım korkusu.

Vampirler Şatosu’nun ikinci yasası: düşünmenin ve eylemin çok, çok zor görünmesini sağlayın. Hafifliğe hiç alan tanınmamalıdır, mizaha ise kesinlikle yer yoktur. Mizah tanımı gereği ciddi değildir, değil mi? Düşünme, gösterişli konuşan asık suratlılar için zor iştir. Güvenin olduğu yere, kuşku sok.  Şöyle de: aceleci olmayın, bunun üzerine daha derin düşünmeliyiz. Unutmayın: kanaatlere sahip olmak baskıcıdır ve işin sonu gulaglara varabilir.

Vampirler Şatosu’nun üçüncü yasası: üretebildiğiniz kadar suçluluk üretin. Ne kadar suçluluk o kadar iyi. İnsanların kendini kötü hissetmesi gerekir: mevzuların ağırlığını anladıklarını gösterir bu. Sınıf ayrıcalığına sahip olmakta sorun yoktur, yeter ki bundan ötürü suçluluk duyun ve sizden alt sınıflara mensup olanların da suçluluk duymasını sağlayın. Siz de fakirler için bir iki hayır işi yapıyorsunuz, değil mi?

Vampirler Şatosu’nun dördüncü yasası: özselleştirin. Vampirler Şatosu mensupları namına her daim kimliğin akışkanlığı, çoğulculuk ve çokluk iddiasında bulunulsa da -ki bunun nedeni kısmen kendi zenginliklerini, ayrıcalıklarını ya da burjuva-asimilasyoncu geçmişlerini örtmektir– düşman her zaman özselleştirilmelidir. Vampirler Şatosu’nu harekete geçiren şey büyük ölçüde rahiplerin aforoz etme ve mahkûm etme arzuları olsa da İyi ve Kötü arasında güçlü bir ayrım olmalıdır ve ikincisi -yani Kötü- özselleştirilmelidir. Taktiklerin farkına varın. X bir açıklamada bulunuyor/ belirli bir biçimde davranıyor – bu açıklamalar/bu davranışlar transfobik/cinsiyetçi vb. olarak yorumlanabilir. Buraya kadar tamam. Ama esas mesele bir sonraki hamle. X böylelikle artık transfobik/cinsiyetçi vb. olarak tanımlanıyor. Bu insanların bütün kimliği tek bir düşüncesiz açıklama veya tek bir hatayla tanımlanmaya başlanır. Vampirler Şatosu bir kere cadı avı için toplandı mı, kurbanın (genellikle işçi sınıfı kökenlidir ve burjuvazinin pasif agresif adabından habersizdir) illa öfkelenip kendini kaybetmesi sağlanır, bu sayede parya -dışlanmış- /çılgınlığı beslemek için tüketilmesi gereken son kişi olarak konumu iyice garanti altına alınır.

Vampirler Şatosu’nun beşinci yasası: liberal gibi düşünün (çünkü öylesiniz). Vampirler Şatosu’nun sürekli tepkisel öfkeyi körükleme işi, bitimsizce malum olanın ilamını yapmaktır: sermaye sermaye gibi davranır (bu çok hoş değildir!), baskıcı devlet aygıtları baskıcıdırlar. Protesto etmeliyiz!

Birleşik Krallık’ta Neo-Anarşi

İkinci libidinal oluşum ise neo-anarşizmdir. Neo-anarşistler derken kesinlikle anarşistleri ya da iş yerlerinde fiili örgütlenmelere dahil olmuş sendikacıları (söz gelimi Dayanışma Federasyonu gibi) kast etmiyorum. Kast ettiğim daha çok kendilerini anarşist olarak tanımlayıp siyasi edimleri öğrenci protestolarından, işgal hareketlerinden ve Twitter’da yorum yapmaktan öteye gitmeyenler. Vampirler Şatosu sakinleri gibi, neo-anarşistler de genelde küçük burjuva bir geçmişe, hatta daha bile sınıf ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.

Ayrıca ciddi bir çoğunluğu gençlerden oluşur: yirmisinde veya olsa olsa otuzlarının başındadırlar, neo-anarşist konumu oluşturan şey ise dar bir tarihsel ufuktur. Neo-anarşistler kapitalist gerçekçilikten başka bir şeyi görmemişlerdir. Neo-anarşistlerin siyasal bilinç kazandığı zamanda, – çoğu da kimi zaman sergiledikleri zorba kasıntılığa bakılırsa oldukça kısa bir süre önce siyasal bilinç kazanmıştır- İşçi Partisi çoktan Blaircilerin merkezi haline gelmişti, ufak bir toplumsal adalet dozuyla neo-liberalizmin uygulayıcısı olmuştu. Ancak neo-anarşizmin sorunu, bu tarihsel momentten kaçmak için bir öneri sunmak yerine düşüncesizce onu yansıtmasıdır. İşçi Partisi’nin büyük endüstrileri ve kamu hizmetlerini ulusallaştırmada oynadığı rolü ya da Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni kurmuş olduğunu ya unuturlar ya da belki gerçekten de bilmezler. Neo-anarşistler, “parlamenter siyaset hiçbir şeyi değiştirmedi” ya da “İşçi Partisi her zaman işe yaramazdı” diye karşılık verirken bir yandan da Ulusal Sağlık Hizmetleri ile ilgili bir protestoya katılır ya da refah devletinden arta kalan ne varsa dağıtılmasına dair şikayetleri retweet eder. Tuhaf bir örtük kural vardır burada: Parlamentonun yaptığını protesto etmek tamam, ama içeriden değişim sağlamak için parlamentoya veya kitlesel medya kurumlarına girmek değil. Ana akım medya küçümsenmelidir ama BBC’nin Soru Vakti programı izlenmeli ve Twitter’da onun hakkında sızlanmalıdır. Pürizm yavaş yavaş kaderciliğe kayar: ana akım medyanın yozlaşmasına hiç bulaşmamalı, elini kirletme riskini göze almaktansa faydasızca “direnmek” yeğdir.

O halde neo-anarşistlerin pek çoğunun depresyonda olması hiç şaşırtıcı değil. Bu depresyon kuşkusuz üniversite sonrası kaygılarca desteklenir, tıpkı Vampirler Şatosu gibi neo-anarşizmin de doğal evi üniversitelerdir ve genellikle lisansüstü programlara girmek için çabalayanlar ya da yeni mezunlarca yayılır.

Ne Yapmalı?

Neden bu iki oluşum öne çıktı? Bunun ilk sebebi sermaye tarafından gelişmelerine izin verilmesi, çünkü sermayenin çıkarlarına hizmet ederler. Sermaye, sınıf bilincini dağıtarak, “sıkı çalışan aileler”i daha geniş anlamda sınıfın çıkarlarıyla değil kendi dar tanımlanmış çıkarlarıyla özdeşleşmek üzere ayartırken bir yandan da habis bir biçimde sendikaları bastırarak örgütlü işçi sınıfını hizaya soktu. Sermaye neden sınıf siyasetini ahlakçı bir bireycilikle ikame eden, dayanışma inşa etmek yerine korku ve güvensizlik yayan bir “sol”dan rahatsız olsun ki?

İkinci sebep Jodi Dean’in iletişimsel kapitalizm adını verdiği şeydir. Kapitalist siberuzam olmasaydı, Vampirler Şatosu’nu ve neo-anarşistleri görmezden gelmek mümkün olurdu.  Vampirler Şatosu’nun dindar ahlakçılığı, belli bir “sol”un yıllardır bariz bir özelliği haline geldi, önceden kişi belirli bir kilisenin üyesi değilse, vaazlarına katılmak zorunda kalmazdı. Sosyal medya yüzünden durum artık böyle değil, bu söylemlerin ürettiği psişik patolojilere karşı çok az koruma var.

Peki şimdi ne yapmalıyız? Öncelikle, kimlikçiliği reddetmek ve kimliklerin var olmadığının, yalnız arzuların, çıkarların, özdeşleşmelerin olduğunun ayırdına varmak zorundayız. İngiliz Kültürel Çalışmalar projesinin önemli olmasının nedenlerinden biri kimlikçi özcülüğe direnmiş olmasıydı (John Akomfrah’ın Bitmemiş Sohbet enstalasyonu -şu an Tate Britanya’da sergileniyor- ve filmi Stuart Hall Projesi bunu oldukça etkili ve heyecan verici bir biçimde gösteriyor). Bu örneklerde amaç insanları mevcut denklik zincirleri içinde sabitlemek yerine her türlü eklemlenmeyi geçici ve yapay olarak ele almaktır. Bu şekilde her zaman yeni eklemlenmeler yaratılabilir. Kimse özsel olarak hiçbir şey değildir. Üzücü şekilde sağ bu iç görüyü soldan daha etkili şekilde kullanıyor. Burjuva-kimlikçi sol, suçluluk üretip cadı avına çıkmayı biliyor ama dönüştürmeyi bilmiyor. Ama zaten mesele bu değil. Amaç solcu bir konumu popülerleştirmek ya da insanları kazanmak değil, seçkin bir üstün pozisyonu korumak, üstüne bir de şimdi sınıf üstünlüğü ahlaki üstünlükle katlanmış durumda. “Sen ne cüretle konuşursun – ezilenler adına sadece biz konuşuruz!”

Fakat kimlikçiliğin reddedilmesi ancak sınıfa yeniden sahip çıkarak mümkündür. Merkezinde sınıf olmayan bir sol sadece liberal bir baskı grubu olacaktır. Sınıf bilinci her zaman çiftedir: aynı anda hem sınıfın tüm deneyimi nasıl çerçevelediğini ve şekillendirdiğini hem de sınıf yapısında işgal ettiğimiz belli konumları bilmeyi gerektirir. Mücadelemizin amacının burjuvazi tarafından tanınmak, hatta bizzat burjuvaziyi yok etmek olmadığını anımsamamız gerekiyor. Mesele sınıf yapısıdır: herkesi, hatta ondan maddi kazanç sağlayanları bile yaralayan bu sınıf yapısı. İşte yok edilmesi gereken de budur. İşçi sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır, burjuvazinin çıkarları sermayenin, yani hiç kimsenin çıkarlarıdır. Mücadelemiz yeni ve şaşırtıcı bir dünyanın inşasını amaçlamalıdır, sermaye tarafından şekillenmiş ve bozulmuş kimlikleri korumak değil.

Bu görev tehlikeli ve korkutucu mu görünüyor, öyle çünkü. Ama hemen şimdi yapabileceğimiz pek çok prefigüratif faaliyet mevcut. Aslında bu faaliyetler, prefigürasyon olmaktan öteye gidecektir. Bunlar verimli bir döngü, burjuva öznellik biçimini dağıtan, kendini gerçekleştiren bir kehanet başlatabilir ve yeni bir evrensellik kendini inşa edebilir. Sermayenin işini yapıp birbirimizi yargılamak ve birbirimize zorbalık etmek yerine yoldaşlığın ve dayanışmanın nasıl inşa edileceğini öğrenmeli ya da yeniden-öğrenmeliyiz. Bu elbette her zaman aynı görüşte olacağımız anlamına gelmiyor – aksine, anlaşmazlıkların dışlanma ve aforoz edilme korkusu olmadan yaşanabileceği koşulları yaratmamız gerekiyor.

Sosyal medyayı nasıl kullanmamız gerektiğine dair çok stratejik düşünmeliyiz. Sermaye’nin libidinal mühendisleri sosyal medyanın eşitlikçi olduğunu iddia ededursun, buranın şu anda sermayenin yeniden üretimine adanmış düşman topraklar olduğunu asla unutmamalıyız. Ancak böyle olması bu mekânı işgal edemeyeceğimiz ve sınıf bilinci yaratmak adına kullanamayacağımız anlamına gelmiyor. Sermayenin bizi bitimsizce dahil etmeye çalıştığı iletişimsel kapitalizm tarafından hazırlanmış “tartışma”dan kopmalı, bir sınıf savaşında olduğumuzu unutmamalıyız. Amaç aktivist “olmak” değil, işçi sınıfının kendini etkin kılmasına -ve dönüştürmesine- yardımcı olmaktır. Vampirler Şatosu’nun dışında her şey mümkün.


Open Democracy’de yayınlanan bu yazıyı Koray Kırmızısakal Türkçe’ye çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti. (Fisher’ın bu metni ilk olarak 2013’te North Star adlı dergide yayımlandı.)

Metnin tam çevirisi için Patreon hesabımıza destek olabilirsiniz.


[1] Mark Fisher burada “bad conscience” kavramını kullanıyor. Birebir çevirisi “kötü vicdan” olsa da Fisher bu terimi Nietzsche’ye ve onun Hıristiyanlık anlayışına atıfla kullanmaktadır. Fisher, Vampirler Şatosu’nun suçluluk duygusu üreten Hıristiyan ahlakına, adeta bir rahip gibi özselleştirici niteliklere sahip olduğundan sıkça söz ettiği için bu kavramı ”içselleştirilmiş suçluluk duygusu” olarak çevirmeyi uygun gördük.  (ç.n)

[2] McCarthycilik, Amerika’da İkinci Kızıl Korku adı verilen 1940 ile 1950 yıllarının ortasına kadar sürmüş olan dönemdir. Bu döneme, sağlam bir kanıta dayanmadan suçlamalar ve kovuşturmalar yoluyla antikomünist korku hâkim olmuştur. Genelde “cadı avı” manasında kullanılmaktadır. (ç.n)

 

Exit mobile version