Site icon Terrabayt

Tutunamayanlar’da Ölümün Keşfi – 3

“O halde benliğimin yok olacak olması karşısında soğukkanlı mıyım? Tam olarak değil. Bu benlik denen şey var oldukça, onun ne olduğu üzerine adamakıllı düşünmeden, onu anlayamadan yitirmek çok hayıflanılası bir şey. Çok yazık. Çin tarzı edebiyatçıların “bir düşteymiş gibi, sarhoşmuş gibi geçip giden hayat” dedikleri gibi bir ömür geçirmek çok yazık. Bunu hayıflanılası ya da üzücü bir şey olarak düşündüğüm zaman acıyla yüreğimin boşluğunu hissederim. Kelimelerle ifade edilemeyecek bir yalnızlık hissine kapılırım. Bu his beni endişeye sürükler. Acı verir bana.”[i]

Biliyorum çok şey öğrendim Olric: fakat ölümü?[ii]


Modernite, ölümü dışlamıştır. O, hayatın bir karşıtına dönüşmüş, hayatla olan bağını ve sürekliliğini (yani doğallığını) yitirmiştir. Kentte sterilize edilmiş hayatlar yaşayanlar için onun keşfedilmesi ancak zorla olur. Doğal değildir, bu yüzden bir tür şok etkisi yaratır. Kötü bir talihtir o. İşte modernitenin yarattığı bu algılayışı altüst eden keşif, Tutunamayanlar romanının gövdesidir: Yaşama karşı yeniden bakış ve hesaplaşmalar süreci. Anlam ya da varoluş, ancak bu altüst oluş ile, Ölümün Keşfi sayesinde ortaya çıkar. Turgut’un içinde bulunduğu düzeneklerin ifşası, modernitenin yerleştirdiği aygıtların keşfidir aynı zamanda. Onun tarihten, dilden, kendilikten şüphe etmesi,Manzaranın Keşfi ve İçselliğin Keşfi’yle olduğu kadar, Ölümün Keşfi sayesinde de gerçekleşmiştir.

 Bu altüst oluşun, Turgut Özben’in Selim’in intiharını öğrenmesiyle birlikte gerçekleştiğini biliyoruz. Buna “Ölümün Keşfi” adını veriyoruz. Bu farkına varış yani Turgut’un kendisinin de öleceğine dair olan keşif, aslında bir anonim olmama arzusudur. Bugüne dek kendisini “Turgutgiller, “yumuşakçalar” olarak türselleştirmiş olan Turgut, Selim’in ölümünün ardından kendi burjuva yaşantısının anlamsızlığına dair bir şüphe edinmesi ve giderek Selimleşmeye doğru yol almasıyla ilgilidir. Löwenthal’in Dostoyevski için söylediğini, Atay için söylersek, burjuva kültürünün vaat ettiği sahte uzlaşımın, sahte mutluluğun ardındaki solgun ve hastalıklı gerçekliği ifade edebilmiş bir yazar![iii] Oğuz Atay’dır.

Turgut’un sıkıştığı düzenin dişlileri için, biricikliğin bir önemi yoktur. Karatani, bir şeyin var olup olmadığını fark edebilmemiz için, onu bir tür fark olarak kavramamız gerektiğini söyleyerek şöyle bir örnek verir: kurbağalar, böcekleri böcek olarak tanımaz, onları yalnızca hareket eden fark olarak alımlar.[iv] Bu örneği Tutunamayanlar’a uygulayabiliriz, çünkü Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ı (disconectus erectus) Garip Yaratıklar Ansiklopedisi’nde nesli tükenen, zayıf, kaybetmiş bir tür olarak alaycı bir dille anlatır;[v] fakat onlar birbirine tıpatıp benzeyen, yalnız “fark”tan oluşan bir tür değildir. Tutunamayanlar’ın potansiyel farkı, biricik olma arzusudur. Selim Işık’ın özelliği buradan gelir. Oysa Turgutgiller, yumuşakçalar gibi yakıştırmalarla kendisini anonimleştiren Turgut, kendiliğini biricik olarak göremez, herkes tarafından doldurulabilecek bir hayatı vardır, Selim’in intiharından sonra kendisinin “fark”ına varır. Yani onu farka indirgeyen aygıtları, sistemleri sorgulamaya başlar. Dolayısıyla, Ölümün Keşfi hiç şüphesiz, Turgut’un, türselleştirilmiş/farka indirgenmiş hayatında bir altüst oluş imkanıdır, bu hayatı değiştirme isteğidir, kendi geçiciliğine dair bir aydınlanmadır, Işık’tır.

Meltem Gürle’nin Tutunamayanlar ve Gılgamış Destanı arasında kurduğu ilişki ufuk açıcıdır. Gılgamış, dünyanın en eski metinlerinden biridir, temelde bir kaybın hikayesidir. Mezopotamya’nın güçlü bir kahramanı olan Gılgamış, üçte iki tanrı üçte bir insan, iktidarını kötüye kullanan bir tirandır. Onun zulmünden bunalan halk cennetten yardım talebinde bulunur ve Tanrılar halka kulak verip, Gılgamış’ın gücüne denk vahşi bir adam olan Enkidu’yu yaratırlar. Enkidu, Gılgamış’ın ayna imgesidir bir bakıma, kendi insanlığına dair farkındalığı yoktur, fakat bir fahişe tarafından ehlîleştirilir. Enkidu artık vahşiliğini yitirmiştir, bu yüzden hayvanlar ondan kaçar. Enkidu’nun saçları kesilip bedeni yıkandıktan sonra Gılgamış’ın karşısına çıkarılır. Bu sırada Gılgamış bir rüya görür. Rüyasında Gılgamış gökten düşen bir kayayı kaldırmayı dener fakat başaramaz ama onu kucaklayıp okşar. (Sözü uzatmadan) Nihayetinde bu rüya gerçek olur, Enkidu ile Gılgamış dövüşürler, Enkidu’yu devirmeyi başarsa da Gılgamış onu kucaklar, böylece iki kardeş, iki dost olurlar ve maceraları başlar. Ama bu maceraların birinde Gılgamış ve Enkidu Tanrıları  kızdırır ve aralarından birinin ölmesine karar verilir, Enkidu kurban olarak seçilir.[vi]

Destanın en meşhur ve anlamlı bölümü de bu noktada başlar: Enkidu ve Cehennem. Gılgamış’ın Enkidu’nun ölümü üzerine büyük bir kedere kapıldığı anlatılır. Bu keder, yalnız dost kaybının üzüntüsü değil, bir gün yok olup gidilecek olmanın gerçeğiyle yüzleşmedir. [vii] Gılgamış Destanı’nın parçalarını bir araya getiren ünlü Asurbilimci Jean Bottero, Gılgamış’ın bu yönünü  özellikle dile getirir. Bu destan der, kaçınılmaz yazgımızın (yani ölümün) çok da farkında olmayan bizlere, üstümüze sonsuzca çökecek karanlıklar içinde kapladığımız ufacık bir an olduğunu gösterir.[viii] Hatta Bottero’nun Gılgamış Destanı kitabına verdiği alt başlık bu bakımdan çok anlamlıdır. “Ölmek İstemeyen Büyük İnsan”[ix]  Ninova Versiyonunun dokuzuncu tabletinde gözyaşı döken Gılgamış:

“Ölmem mi gerek benim (de)?

Enkidu’ya benzemeyecek miyim ben de?

Bir kaygı

Kemiriyor içimi!

Ölüm korkusudur

Beni Bozkırda koşturan!”[x]

Tutunamayanlar’ın Turgut’unun da romanın sonuna doğru bozkıra yolculuğunu hatırlamak gerekir. Alberto Manguel’e göre ölüm, yalnızca kaçınılmaz kader değildir, daha da önemlisi Gılgamış, ölümün anlamına dair derin bir kavrayış kazanır bu sayede: yaşamımız asla bireysel değildir, öteki’nin varlığıyla zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. Gılgamış kendi kimliğinin büyük bir kısmının ne kadar da çok Enkidu ile dolu olduğunu anlar böylece.[xi]Ölümün keşfiyle birlikte hem Gılgamış’ta hem Turgut’ta bir tür “altüst oluş” görülür. Bottero’ya göre destan, kaçınılmaz insanlık yazgımızda, ulaştığımız tüm başarıların aslında sonun başlangıcı olduğunu çok iyi bir biçimde hissettirir.[xii] Tutunamayanlar’da karşılaştığımız ön notun ismidir bu, “Sonun Başlangıcı.” Ülkesinin krallığında hüküm süren Gılgamış ile burjuva konformizminin krallığında yumuşakçaya dönüşmüş Turgut’un kendi varlık koşullarından vazgeçmeye doğru gidecek yolculuktur: Sonun Başlangıcı. Gılgamış da, Turgut da oldukları kişi olmayı bırakmaya başlarlar. “Gılgamış Destanı’nın bir öğretisi varsa, o da öteki’nin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır.”[xiii]Belki de bu görüş Turgut’un Selimleşme sürecini bir ölçüde açıklar. İşte bu oluşum/dönüşüm süreci, kaybolanın aranmasıyla, yani ölümün ardından başlar. Fakat ne Enkidu’yu ne de Selim’i geri getirmek mümkün değildir; yine de bir şekilde o ölmüş olanın peşinden gidilir, yolculukları da burada başlar. “Her sanat eserinin başında bir Orfeus hikayesi vardır. Ölüm diyarından sarışın Eurydice’yi geri almak.”[xiv] Hayat da, bir kaybın peşinde gidilerek, farkına varmaksızın oluşturulan sanat eseri değil midir?

Ölüm diyarından geri alınmak istenen karakter isimleri değişse de Tanpınar haklıdır, geri getirilemeyen, kategorize edilemeyen, temsile gelmeyen, bir şekilde dile gelmek ister. Meltem Gürle, Tutunamayanlar’a benzerliğiyle ilişki kurduğu Gılgamış’ı betimlerken şöyle der, o her şeyini bırakır, sonunu bilemediği bir yolculuğa çıkar, çok önemli varoluşsal bir soru denilebilecek bir soruyla, “öte”ye dair bir soruyla yola çıkar.[xv] Tutunamayanlar’ın Turgut’u için “sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim?”dir bu. Gılgamış için, Enkidu’nun öte taraftan geri dönmesidir. Fakat Enkidu dönmez, dönemez. O ölümün diyarındadır, yani bilinemeyecek, kategorize edilemeyecek, tanınamayacak, incelenemeyecek, araştırılamayacak, ne sevilebilecek, ne de nefret duyulacak bir nesnedir, ona dair bilgilerimiz deneyim dışı olduğu için, bilgi nesnesi olamaz. Albert Camus, gerçekte bir ölüm deneyimi yoktur, der. Ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir, bu nedenle ancak ve ancak, başkalarının ölüm deneyiminden söz edilebilir. [xvi]Bu yüzden ölüm, tarih boyunca merak nesnesidir. Fakat, der Gürle, dünyadaki tüm bilgileri bir araya getirsek dahi, ölümün bilgisine erişilemeyecektir.[xvii]  Bu yüzden ölüm, tanımları, kategorileri, sınırları aşan bir sınır noktasıdır. Bilinemez, kategorize edilemez bir deneyim dışı olduğu için, “Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan.”[xviii]Bu özgürlük alanı, ölümün güzellenmesi olarak anlaşılmamalıdır, o daha çok mantık dışı olana, saçmaya, sınırsızlığa hizmet ettiği için, Selim, Albert Camus’ya karşı  çıkarak, birileri ontolojik sebeple intihar etmeli diye bağırır.[xix]Selimlik, tanımlanmış dünyaya karşı bir varoluşsal isyandır.

“Ölümü bilerek yaşamak istiyorum Olric. Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.”[xx] Bir açmaz ile karşılaşırız hemen, hem ölümün bilgisi isteniyordur, hem de tanımlamanın kendisi mahkum ediliyordur roman boyunca. Turgut öldürmeyecektir kendisini, o yaşayacaktır, ama bir manada ölecektir de. Ulaşamadığı bir bilginin peşinden gittiği sürece, önceleri manasız olan yaşamı anlam kazanacaktır. Ölümün bilgisi ise karanlık kalacaktır.

Ölümün kendisi mutlak olabilir, fakat kişi için muğlaktır ve deneyim dışıdır, bu yüzden kendisini iktidar olarak ilan edecek gücü yoktur, çünkü iktidar olduğu her an kendisini yok edecektir. “Tüm amblemleri tanıdığım gün” diye sordu Marco’ya “imparatorluğuma sahip olabilecek miyim nihayet” Venedikli: “Hiç heveslenme Hünkarım: o gün sen kendin amblemler arasında amblem olacaksın.”[xxi] Mutlak olma iddiasında olanın, muktedir olduğu andan itibaren tahtından olacak, hükmedilecek başka bir nesneye dönüşmesidir bu, amblemler arasında bir amblem olmaktır. Jean Bottero, bu iktidar arzusuna karşı bir hatırlatmada bulunur. Teknik gelişmelerin insana verdiği her şeye hakim olabileceği düşüncesinin yanı sıra, bize yaşamak üzerine düşünmeyi hatırlatan sese, Gılgamış Destanı’na kulak vermemiz gerektiğini söyler.[xxii] Bu acı gerçeğin farkına “tutunamayanlar”ın bir kısmı varabiliyordur ancak, yani bu hayattan istifa ederek hayatı başka türlü yaşamak.[xxiii] O halde ölüm, bu Turgutgil hayattan istifa etmektir. Ancak ezilenlerin, dışarlıklı olanların taşıdığı potansiyel güçtür bu: “Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum.”[xxiv]

*

Theophile Gautier, on dokuzuncu yüzyılda yaptığı İstanbul seyahatinde, mezarlıklardan bahsederken önemli bir ayrım yapar: Katolik dininde, ölümün korkutucu, karanlık imgesinin yarattığı ve kendisinin ürkütücü bulduğu mezarlıkların karşısına, üzerlerinde kahvelerin içilip, çubukların tüttürüldüğü Doğu mezarlıklarını koyar, “oysa Doğu’da ölüm hayata öyle yakından karışır ki, hiçbir şekilde ölüm korkusu duymaz insan.”[xxv] Elbette Gautier’in bakışının romantik olduğundan ya da Şarkiyatçılığından söz edilebilir; ama bizim için önemli olan on dokuzuncu yüzyılda (İstanbul’da) ölümün henüz yabancılaşmadığını kaydetmesidir. Oysa ölüm, hayattan dışlanmıştır modern hayatta, yaşamın bir parçasından, tam karşıtına dönüşmüştür. Atay, Mustafa İnan’ın hayatını anlattığı biyografik-romanda bu ölüm fikrinin “ehlilleştirilmesi” ironik bir dille eleştirir. İnan’ın ülkesinden uzakta Freiburg’ta ölümünü anlatırken, “Bu ülkelerde ölen hastaların faturaları, ‘ölüm ilmühaberi’nden önce çıkarılıyordu”[xxvi] demektedir.

Eskiden ölümün karşılanması sessizcedir, hesaplaşma geciktirilmez; aksine ona hazırlanılır; oysa ölümün günümüzdeki karşılanma biçimi oldukça farklıdır, ölüm eskiden bildik, alışılmış, hayatla iç içe iken, günümüzde adını bile anmaya cesaret edemediğimiz bir tavır nesnesi haline gelmiş durumdadır. Buna “ehlilleştirilmiş ölüm” der Philippe Aries, bu kavramla, ölümün eskiden vahşi olduğunu ima etmez, ölüm eskiden vahşi değilken bugün vahşi hale getirilmiştir.[xxvii] Bu “ölümü bilerek yaşamak” isteyen Turgut’a uygun bir düşüncedir, çünkü hayattan dışlanan ölüm, Atay’ın beslendiği fakat eleştirmekten geri durmadığı rasyonel düşüncenin içinde eritilmiştir. Aries, ölümün dışlanmasını incelediğinde, eskiden gündelik yaşamın içinde çok bahsedilen, tasvir edilen ölümün,  artık tüm olumluluğunu yitirip hayatın karşıtına dönüştüğünü, tanıdık bir dost olmaktan çıktığını söyler.[xxviii]

Hasta yatağında ölmek üzere olan birine gerçeği söylememek, ölmek üzere olan hasta için değil, çevresindekiler için, toplum için, mutluluk dolu bir hayatın sürekliliğini bozmamak gerektiği içindir. Can çekişmek gibi ya da ölüm gibi bir çirkinlikten, huzursuzluktan kaçmak söz konusudur burada, artık törenler yalnız görünüşte, usulde kalmıştır, kökenlerindeki dramatik içeriği boşaltılmış, görmezden gelinmek istenmiştir. Buna “yasaklanmış ölüm” der Aries.[xxix] Selim’in şu sözlerine dikkat etmeli: “Ne kadar zayıf bağlarla bir arada tutuyormuşuz toplumu. Benim ayrılmama seyirci kalmanız dehşet verici.”[xxx] Seyircidir toplum, çünkü Selim’in “Işık” tuttuğu meselelere kafa yormak istemez, ölümü/intiharı, yadsındığı andan itibaren unutulmak istenir. Bu da oldukça modern bir tavırdır. Tanpınar, Aries’in düşüncesine benzer biçimde şöyle der,

“Garibtir, XIX’uncu asırda ölüm istisnai ve ferdi kılıkla aramızda gezinirdi. Herkes kendisine göre ölürdü ve ölümünün şekline göre kahraman olurdu. Şimdi insanlık kitle halinde ölüyor! Ölüm ona hususi bir çehre vermiyor. O asrımızın seri imalatındandır. Milyonları giydiren büyük bir terzi gibi herkesi aynı kılığa sokuyor.” [xxxi]

Seri imalat olan ölüm, kimseye özel bir çehre vermiyordur artık. Walter Benjamin’in sanat eseri için söylediklerini sanki Tanpınar insan için söylüyordur, çağımızda insanın ölümü aurasını/halesini kaybetmiştir! Aries de, günümüzdeki toplumsal patolojinin en azından büyük kısmının, ölümün, yasın, ölülere ağlamanın gündelik yaşamdan dışlanması olduğunu söyler.[xxxii] Oysa Selim’in ölümünü tek ciddiye alan belki de Turgut’tur, Selim’in intihar mektubunun anlamını düşünen tek kişinin kendisi olduğunu söyler.[xxxiii]Böylece o bir Turgut-gil değil, Turgut Özben’e dönüşür.

Belki de bu yüzden suçluyuzdur, biz yumuşakçalar, Turgutgiller, suskunlar. Ölüm sanki yokmuş gibi, konuşulur, yalnızca ortadan kaybolan insanlar vardır, görgü kuralları ölüme dair her türlü imayı yasaklıyordur.[xxxiv]İnsan, kendi sonluluğunu, küçük hesapları uğruna kurban eder. Dönüştürmemiz gereken bir acıdır bu, keşfetmemiz gereken bir yara. “Hepimiz suçluyuz Selim.” [xxxv] Bir şansımız var hala ama; yeni yaşama doğru gitmek imkanını barındıran, demek bu zamana kadar ölüyormuşuz biz. Selim yaşayamadı ama; “Belki de bu görev size verildi, efendimiz.” [xxxvi]Belki de.


Bu metin 17/10/2017 tarihinde postdergi’de yayınlamıştır:


Notlar:

[i] Kojin Karatani, Derinliğin Keşfiİstanbul: Metis Yayınları, s.76.

[ii] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 46. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s.348.

[iii] Martin Jay, Diyalektik İmgelem, 2. Basım, İstanbul: Belge Yayınları, 2005, s.206

[iv] Karatani, Tarih ve Tekerrür, s.152.

[v] Atay, Tutunamayanlar, ss.149-151.

[vi] Alberto Manguel, Kelimeler Şehri, 3. Basım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013, ss.35-37.

[vii] Meltem Gürle, Ölülerle Konuşmak, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, ss.307-321.

[viii] Jean Bottero, “Gılgamış Destanı”, Eski Yakındoğu, Jean Bottero (drl.), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2005, s.226.

[ix] Jean Bottero, Gılgamış Destanı Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, 3.Basım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.

[x] Bottero, Gılgamış Destanı Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, s.161.

[xi] Manguel, s.37.

[xii] Bottero, Eski Yakındoğu, s.234.

[xiii] Manguel, s.38.

[xiv] Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, 6. Basım, İstanbul: Dergah Yayınları, 2000, s.36.

[xv] Gürle, ss.308-309.

[xvi] Albert Camus, Sisifos Söyleni, 26. Basım, İstanbul: Can Yayınları, 2014, s.33.

[xvii] Gürle, s.311.

[xviii] Atay, Tutunamayanlar, s.662.

[xix]  a.g.y, s.359.

[xx]  Atay, Tutunamayanlar, s.349.

[xxi] Italo Calvino, Görünmez Kentler, 11.Basım, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011, s.72.

[xxii] Bottero, Eski Yakındoğu, s.240.

[xxiii] Atay, Tutunamayanlar, s.497.

[xxiv] a.g.y, s.541.

[xxv]  Theophile Gautier, İstanbul, İstanbul: Profil Yayıncılık, 2007, ss.147-148.

[xxvi] Oğuz Atay, Bir Bilim Adamının Romanı. 22. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.249.

[xxvii] Philippe Aries, Batı’da Ölümün Tarihi, İstanbul: Everest Yayınları, 2015, ss.37-38.

[xxviii] Aries, ss.232-233.

[xxix] Aries, s.80.

[xxx] Atay, Tutunamayanlar, s.403.

[xxxi] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, 3. Basım, İstanbul: Dergah Yayınları, 2000, s.417.

[xxxii] Aries, s.224.

[xxxiii] Atay, Tutunamayanlar, s.28.

[xxxiv] Aries, s.193.

[xxxv] Atay, Tutunamayanlar, s.90.

[xxxvi]  a.g.y , s.348.

Exit mobile version