Site icon Terrabayt

Tutunamayanlar’da Manzaranın Keşfi – 1

Japon Edebiyat kuramcısı ve düşünür Kojin Karatani’nin kitabı Derinliğin Keşfi, Natsume Soseki ile başlar. Soseki 1901’de Londra’ya okumaya gitmiş ve Batı Avrupa içinde yaşayan bir yabancı olarak, Batı Edebiyatı’nı anlamaya çalışmıştır. O, on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’de ya da Fransa’da kalıplaşmış beğeni yargılarına kuşku ile yaklaşmış, Avrupa merkezciliğe, tarihi ilerlemeci ve kaçınılmaz gören fikre de aynı derin kuşkuyu beslemiştir.[i] Şöyle der,

“Birçokları Japon Edebiyatı’nı çocuksu buluyor. Utanarak ifade edeyim ki ben de aynı kanıdayım. Ancak insanın kendi ülkesinin edebiyatının çocuksu olduğunu itiraf etmesi, bugünkü Batı Edebiyatı’nın standart olduğu anlamına gelmez. Bugünkü çocuksu Japon Edebiyatı gelişirse illaki günümüz Rus Edebiyatı olur diyemeyiz. Ayrıca, Hugo’dan Balzac’a, Balzac’tan Zola’ya şeklinde ilerlemiş bugünkü Fransız Edebiyatı’yla benzer aşamalardan geçmesi de gerekmez.”[ii]

Hemen aklımıza Oğuz Atay’ın sözleri gelecektir. “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz.”[iii]Kuşkusuz Atay, edebiyat hakkında bunu söylemese de,  genellikle bu sözlerde “gecikmişlik” tınısı duyulmuştur. Burada, “çocukluk”, ya da “gelişmemişlik”, başkaları karşısında düşülmüş küçük durumu ifade eder. Fakat  bu onulmaz eksiklik duygusunun giderilmesi için, ideal/hedef olarak görülen, Batı Edebiyatı’nın da kurmacadan, kurgusallıktan ibaret olduğunu fark etmek gereklidir. Bu şüphenin mesafesidir. Atay gecikmenin panzehirini “onlar”da görmez. “Onlar” dediği başka gözler bizi anlatamaz, çünkü, “Onlar.. bizi çocuk yerine koyan yabancılardır! Onlar bizden yana görünerek aslında içimizdeki sesleri boğmaya çalışanlardır,”[iv]  demektedir. Kendisini anlatacak bir dile ihtiyacı vardır. Başka diller onun kendiliğini anlatamıyordur. “Onların mantığı ile bizi kavramak mümkün mü? Biz de onların mantığını kullandıkça kendimizi bütün derinliğiyle anlayamayacağız.”[v] Ne Soseki, ne de Atay tümüyle memnun değildir ideal olarak görünen Batı’dan. Atay da “onlar”dan farklı düzeyde bir şeyi anlatmak ister,  yani burada, “İnsanlarımız ve bizim onlarla ilişkimiz”[vi] söz konusudur; ama asıl zor olan, Batı dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı  bilmem nasıl becermeli?”[vii] fikridir. Bu çocuksuluğun çeşitli tezahürlerinden şikayet etse de, (geri kalmışlık, olayları halen mitlere bağlı yorumlamak, taklitçilik, çocuksu gurura yenik düşmek) “Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum”[viii] der Atay; oysa “gecikmişlik”, geri kalmışlık, çocuksuluk, olunması/ulaşılması gereken bir idealin peşinden gitmek yani edebiyatı tek yol üzerinde görmek gibi, tarihi de tek yol üzerinde görme eğilimlerini içinde taşır. Bu yüzden şüphelidir. Atay’ın tarih anlayışı, ya da edebiyat anlayışı, ulaşılması gerekenin, ideal olanın, Batı olduğunu savunmaz. Tanpınar, Türk tarihinin fatalitesinin (kaderinin) gecikme olduğunu söylemiştir.[ix] Fakat bu “fatalite” edebiyat alanında bir direnç alanı haline de gelebilir. “Biz geri kalmış bir ülke değiliz, fakir bir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak.”[x] Atay’daki bu direnç moderniteye ya da Batı’ya karşı Doğu’dan ışık getirmek olarak var olmaz, ya da romantik Doğu yüceltmesine de yeltenmez.[xi] “Zira Japon edebiyatının özgünlüğünü modernite-öncesi kökenlerde bulmaya çalışan milliyetçiliğin kendisi, kökenin unutulmasından başka bir şey değildir.”[xii] Bu tavır Türk Edebiyatı için de geçerlidir, kimileri Türk Edebiyatı’nı oldukça “batılı” olduğunu düşünüp, antik olana dönüş yaptığında, Batı’ya karşı Doğu’yu yüceltme tavrını benimser. Fakat bu tavır modernlikle kurulmuştur, bu kategorilerin kendileri de modernlik ile oluşmuştur. “Eğer birisi İngiliz Edebiyatına karşı Çin Edebiyatını övüp yüceltiyorsa, böylesi bir duruş  modern edebiyat’ın dışına çıkmak şöyle dursun, büyük olasılıkla modern edebiyatın en yaygın kalıplarından biri olmaktan öteye gidemez.”[xiii] Atay’ın tavrı Fredric Jameson’un sözünü ettiği, tüm Üçüncü Dünya metinlerinin zorunlu olarak alegoriktir,[xiv] tavrından farklılık gösterir. Çünkü Atay, Batı kanonunun otoritesine toptan teslim olan “Üçüncü Dünya yazarı” olma yoluna girmez ve Batı’nın gölgesinde, sıradan kopyalar da yaratmaz, tersine buna karşı direnir.[xv] Bu tavır, Oğuz Atay’ın “edebiyat”ı sorguladığını, dolayısıyla modernleşmeyi sorguladığı anlamına gelir. Manzaranın keşfini sağlayan da budur. Manzaranın keşfi, içsel bir altüst oluş sayesinde halihazırda var olan manzaradan şüphe duyulması sayesinde gerçekleşmiştir.

Tutunamayanlar 1971’de yayınlandığı vakit, pek fazla tartışma yaratmamış, üzerine yazılanlardan da -birkaç istisnai örnek dışında- ondaki farklılığı yakalayan pek olmamıştır. Romanın ilk eleştirmeni olan Mehmet Seyda, “insanın aklına her geleni yazmasından bir roman ortaya çıkabilir mi?” diye sormuştur, hatta ilerleyen kısımlarında sonuç mahiyetinde de, “gelgelelim insansızdır Tutunamayanlar” demiştir.[xvi] Seyda’ya cevap olarak Murat Belge, hem “insansız” yargısını eleştirir, hem de “aklına geleni yazmak” meselesinin içindeki düzeni, dağınık görünen ama “yapısal bir bütün meydana getirecek şekilde örülmüş” olduğunu söylemesi önemlidir.[xvii] Seyda’nın durduğu konumdan bakınca, Tutunamayanlar’ı “insansız” bulmak, aranılan karakterlerin, Balzac’ın, Dickens’ın kavranabilen, somut karakterleri gibi olduğunu gösterir. Belge bu konuda da ışık tutar ve Tutunamayanlar’ın alışık olduğumuz türden karakterleri değil, zihni süreçlerle kavranabilen tikel bir insanı anlattığını söylemiştir.[xviii] Bu yorum Adorno’nun Oğuz Atay’ın çok etkilendiği yazarlardan biri olan Dostoyevski hakkındaki yorumuna benzer, “yapıtlarındaki psikoloji, olduğu kadarıyla, ancak zihinle kavranabilir karakterlerin psikolojisidir, (…) Dostoyevski’nin asıl ileri olduğu yer de budur.”[xix] Atay’ın da asıl ileri olduğu bu noktayı, ampirik karakter arayışındaki Seyda, o günlerde görememiştir.

Tutunamayanlar romanının bir başka eleştirmeni Zühtü Bayar ise romanı yalnızca aydın eleştirisine sıkıştırıp, bu eleştirinin de “harekete geçirici”,  “dürtükleyici” bir eleştiri değil, “kesin bir pesimizmin yansıması olarak”[xx] görünen bir eleştiri olduğunu söylemiştir. Bu da başka bir konumu hatırlatır, özetle şöyle demektedir; “tezli roman değildir bu roman.” Bu anlayış, yani Bayar’ın durduğu konum, “yol gösterici baba” arayan eleştirmen gözleriyle bakan bir edebiyat çevresinin yansıması olarak görülebilir. Bu temel olarak toplumcu gerçekçi edebiyatın anlayışıdır. Abdullah Uçman ise, “Türk-İslam sentezinde yetişmiş bir aydının” romanında bu kadar çok İsa geçmesinden rahatsız görünür. Uçman, ilginç bir şekilde eleştirisinin başlığına (Seyda’da ki tavrın aksine) “İnsanımızın Romanı” dediği Tutunamayanlar’da bulduğu insanın, tutunamadığı meselenin, maneviyat boşluğu olduğunu, “yozluktan arınmış saf din ihtiyacı” gibi göründüğünü iddia eder.[xxi] Burhan Günel de, “yazar dil devrimimize pek önem vermiyor” demiştir.[xxii] Bu türden bir eleştiri de Atay’ın her türlü egemenlik söylemini iktidarından edip, dalga geçtiği, hakim olan her dili kendi konumundan alaşağı ettiği romanın yapısını görmekte zorlanır. O her türlü iktidar olan sesin, otorite olduğu andan itibaren çürümeye başlayacağını, elbet kendisini yok etmek zorunda olduğunun farkındadır. Bu yüzden Sibel Irzık “Tutunamayanlar’ın çok sesli, çok katmanlı, güldürüyü her türlü egemenlik söylemine karşı  güçlü bir silah olarak kullanan karnavalımsı yapısının” altını özellikle çizer.[xxiii] Oğuz Atay da bu tip eleştiriler karşısında bir arkadaşına yakınarak şöyle der, “Yaşayan dili kullandım.”[xxiv]

Çünkü yaşayan dili öldürmek isteyen her türden monist anlayışların karşısında olan Atay, hem “Öz Türkçe” ile, hem de “Osmanlı Türkçesi” ile dalga geçerek onların iktidarını sorgular. Bir anlamda hepsinin kurgu olduğunu, “hayali” olduğunu ima edercesine kendisi de kurmaca kelimeler üretir. Yıldız Ecevit’in tespit ettikleri gibi “Elipse yumurtasal, cebire zorbilim, baytara yaratıkotacılık, atletizme koşunuuğraş, berbere sakalsaçkeser[xxv] diyerek bir yandan gülümsetir, bir yandan var olanı altüst eder. Dil ile hesaplaşma, bir anlamda ulus-devlet ile de hesaplaşmak demektir.

Manzaranın keşfi, yalnızca içsel bir altüst oluş değil, dilsel bir altüst oluşu da içine alır.[xxvi] Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da bu kurgunun farkına varıp, onu parodileştirerek, içinden geçerek iktidarını yerle bir eder. Anlatılan hikayenin hikayelerden/anlatılardan sadece biri olduğunu göstermek için, Tutunamayanlar tıpkı Don Quijote gibi metinler arası bir şölendir.

Tutunamayanlar’ın ilk eleştirmeni Seyda, romanı “insansız” olarak nitelendirirken aslında kendi alıştığı “ampirik insanını” göremediğini anlatmıştır, Uçman “İnsanımızın Romanı” dediğinde ise kendi “maneviyat krizi” içindeki insanı bulduğu için böyle bir yorumlamada bulunmuştur. “Evrensel insan” arayışı nedeniyle  zeminlerin/konumların her daim değiştiği görülememiş; rahatsız olunan İsa karakterinin ise aslında nasıl da dünyevileştiği pek anlaşılmamıştır. Hatta meselenin tıpkı Bayar’ın aradığı türden yol gösterici bir kahramana/peygambere ya da ideale “tutunmak”  arayışı nedeniyle, bu romanı dar bir açıdan değerlendirmişler, onun içindeki çoklu yapıyı görememişlerdir. Bu eleştirmenler, “edebiyat”ın kendisini sorgulamamışlardır, çünkü onlar halen, Türkiye’deki edebiyatın bir yönlendirici aygıt olduğu bir paradigmanın içindedirler. Kendi anlayışlarındaki bir edebiyat devletinin koruyuculuğunu yaptıkları için, yabancı ve tekinsiz buldukları bu romanı kendi kurdukları “edebiyat devleti”nin dışına atmak istemişlerdir. Oğuz Atay, romanlara “köy romanları”, “işçi romanları” diye adlandırmaların yapıldığı bir dönemde yazdığı Tutunamayanlar’ın bu türden kalıpların hiçbirine uymadığını, önemli olanın da bu tanımsızlık/belirsizlik olduğunun farkında olmuştur. Bu konudaki düşüncesini bir röportajda çok özlü biçimde şöyle dile getirmiştir, “Romanı sıfatlandırmak garip.”[xxvii]

*

 “Tek parti devrinin kalıntısı, fazla askeri bir düzen. O günlerde tavana kadar yükselen kitaplıklar yoktu herhalde; yatay çizgi kaybolurdu kitapların arkasında böyle olsaydı.”[xxviii] Tutunamayanlar’ın henüz ilk sayfalarında gördüğümüz bu cümleler, monist bir iktidarın hala belirgin bir gölgesini, “tavana kadar yükselemeyen kitaplıklar”dan da eğitim-kültür alanında pek zayıf kalındığını belirtir. “Ben hayatımda güzel bir sınıf, zevkli bir okul binası, iç açıcı bir bahçe görmedim.”[xxix]

Eğitim sisteminin zayıflığı, fakirliği, milletin fakirliği, ikili bir yarılma, ilgi çekici biçimde verilir. “Okulda ilk öğrendiğim gerçeklerden biri de babamın –sonra peder oldu- beni yanlışlıkla mektep yerine okula gönderdiği oldu. Önümüze alfabe adında anlaşılmaz bir kitap koydular. Babam, ona da elifba dedi.”[xxx] Bu eski-yeni çatışmasını mizahi bir dille eleştirisini yapan Atay, belirli türden bir eğitim sisteminin savunuculuğunu yapmaz. Dilde olduğu gibi, o, konumlar arası geçiş yaparak eleştirisini yapmaktadır. Eğitimin yüzeyselliğini ima ederken, “Bu garip kitapta, bizim kılığımıza pek benzemeyen bir biçimde giydirilmiş çocuklar, birbirlerine boyuna top atıyorlardı.”[xxxi] Var olan eğitim sisteminin eleştirisi, eskiye dönüş arzusu değildir, modernlik ile muhafazakarlığın yarıklarının ifşasıdır. Bu açmazları açık etme, eğitimin tarih anlayışının, bürokrasinin, kendi köklerini gizleyen sistemler olduklarını “ürettikleri insan”dan de “kökenler”[xxxii]ini gizlemesini beklemelerinin betimlenmesidir. Onlar, “köken kendileridir” iddiasını taşırlar; fakat Atay’ın farkı ya da Tutunamayanlar’da Manzaranın Keşfi dediğimiz bu durum tam da “kökenler”in kurgusal/hayali olduklarının ifşasıdır.

“Fabrika “okul”sa, ordu “okul”sa, modern eğitim sistemi de bir “fabrika olarak görülebilir. Fabrikanın ya da Marx’ın söylediği sanayi proletaryasının hemen hemen hiç olmadığı toplumlarda devrim iktidarlarının yaptıkları ilk iş gerçek bir fabrika inşa etmek değil –ki bu imkansızdır-, neticede “okul eğitimi sistemi” ve “askerlik sistemi”ni tesis etmektir. Bu yolla toplumun tamamı ordu ve okul sayesinde de facto bir fabrika olarak yeniden örgütlenir. Bu noktada bu devletlerin ideolojisinin ne olduğunun önemi yok. Modern devlet, kendi başına “insan”ı üreten bir eğitim aygıtıdır.”[xxxiii]

Yol gösterici, ilerlemeci, “insanı üreten” ideolojik kalıpların gölgesinde, “Halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır sorunlardan biri.”[xxxiv] Hatta şarkılar bölümünde; “Ankara’nın güneşi sizin de/Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde/Gitmekten başka bir kavramı olmayan”[xxxv] der Atay, dönemin sol anlayışında gözlemlediği yüzeyselliğin bir eleştirisi vardır bu sözlerde, uyuşma olarak niteler bu durumu, Ankara’nın bürokratik çağrışımları olduğunu da unutmamak gerekir. “Ata’nın izinde gitmekten başka kavramı olmamak,” dünyayı tek bir metinle yorumlama isteğine bir göndermedir. Bu da bir mutlak arayışıdır. Adorno’nun dediği gibi, “dünyayı tek bir ilkeden çıkarsama isteği, iktidara direnmek yerine onu gasp etmek isteyen kişinin tutumudur.”[xxxvi]

Türkiye’de 1970’li yıllarda halen canlı olan cumhuriyet idealleri etkisini sürdürmektedir, fakat o günler için Doğu’nun geleneksel değerlerine dönmek isteği kaybolmuş gözükür. 1968’in rüzgarları, “muasır medeniyet” hayallerini yeniden biçimlendirmiş, bir cumhuriyet ülküsü olan ekonomik açıdan güçlü ve bağımsız olmak fikrini canlandırmıştır. Yani anti emperyalist ideallerdir söz konusu olan. İlginç olan nokta ise, “68 ruhu” denilebilecek sosyalist rüzgar ile Kemalist ideolojinin el ele yürümesidir. Türkiye’deki devrimciler, büyük bir  toplumsal dönüşüm fikri ile Kemalizm arasında, pek de bir çatışma görmemişlerdir. Karşı çıktıkları, “Devlet”in kendisi ve kuruluş dinamikleri değil, emperyalizmin ve kapitalizmin taşıyıcısı olarak düşündükleri hükümetlerdir.[xxxvii] Döneme hakim  düşünce olan “aydınlık geleceği” taşımak, halkı “ileriye götürmek” için verilen uğraş, yazar sorumluluğunun, aydının bu üst konumdan bakışıdır. (Milli Eğitim Bakanlığı’nın simgesinde de “meşale” olması ilginçtir.) Bu kavramlara şüphe ile bakan Atay’ın neden bir tür “Köy Romanı” yazmadığını anlarız. Çünkü dilin eleştirisi ulus-devlet eleştirisi ise, bu türden eğitimcilik, ister edebi anlamda, ister Türkiye’deki Kemalist ideoloji içinde erimiş sosyalistlere, hümanizma ruhu içindeki ilerlemeci eğitim anlayışlarına ve onların karşısına konumlanan, ister Doğu, ister gelenekselci anlayış olsun, tüm bu anlayışların dışındadır, özetle, dile yaklaşımı ne ise, siyasallığa yaklaşımı da aynıdır. Her türden iktidarını hüküm sürdürmeye çalışan fikirlere karşı konumlanan bir duruştur bu, “Ütopya tasarlayan diktatörlere” karşı bir duruştur.

“Meiji Dönemi’ndeki eğitim anlayışı eleştirilirken, okul eğitimi sisteminin kendisinin anlamı üzerinde hiç durulmuyor. Dolayısıyla “eğitim”in kendisi sorgulanmıyor. İyi niyetli ve hümanist eğitimciler ve çocuk edebiyatı yazarları, Meiji’den bugüne kadarki eğitimin içeriğini eleştiriyor, “hakiki çocuğa”, “hakiki insana” ulaşmayı hedefliyorlar; ama bunlar modern devlet sisteminin ürünleri olmaktan öte değillerdir. Hannah Arendt, ütopya tasarlayan kişinin o ütopyanın diktatörü olduğunu söylüyor. “Hakiki bir insan” ya da hakiki bir çocuk tasarlayan eğitimciler ve çocuk edebiyatı yazarları sadece böyle bir diktatördürler.”[xxxviii]

Şöyle söyleyebiliriz öyleyse, Oğuz Atay’ın bu duruşu, -konumlar arası duruşu- kendi içinde bulunduğu manzaranın reddidir. Manzaranın keşfedilmesi için, bakış açısını ya da konumun değişmesi gerekir. Karatani’nin dediği gibi, manzaranın keşfi onun aynı zamanda yadsınmasıdır.[xxxix]  “Manzara sadece dışarıda değildir. Manzaranın ortaya çıkması için, algılama tarzının değişmesi gerekliydi ve bunun için bir altüst oluşa ihtiyaç vardı.”[xl] Altüst oluş, Atay’ın şüphesine denk gelir, o her türlü konumdan şüphe eder, o herhangi bir konumu eleştirirken onun karşıtı bir konum almamıştır. Buna paralaks denilebilir.

“Paralaks’ın sözlük anlamı, iki farklı görüş açısından bakıldığında bir nesnenin konumunun değişiyormuş gibi görünmesidir.”[xli] Bu kavram Karatani’nin Transkritik kitabında, birleşik veya sabit bir konuma asla dönüşmeyen farklı konumlar arasındaki çatışkıya işaret eder. Bir çatışkıyla karşılaştığımızda, çatışkının bir veçhesini bir diğerine indirgemeye ya da diyalektik sentez yaratmaya yönelik girişimleri bırakmalı tam da tüm bunları indirgenemez kabul etmeli, eleştiri noktalarını konumlara karşıt belirli konumlar olarak kabul etmektense; bunları yapısal aralıklar olarak düşünmeliyiz.[xlii] Bu bağlamda Atay’ın Tutunamayanlar’ı da bu “yapısal boşluğu” ifşa etmeye yönelik bir bakıştır. Gürle’nin de belirttiği gibi, Tutunamayanlar herhangi bir diyalektik gelişme öngörmez.[xliii] Çünkü hem tez hem de antitez birer göz yanılgısıdır[xliv], kurulu ve hayalidir, kendi kökenlerini gizleyen her tür sistemin ifşasıdır, bu ifşanın yöntemi, onların ancak birer göz yanılgıları olduğunun ortaya çıkarılması olabilir.  “Öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır. Haksız olana karşı çıkanın da haksız olduğu bir ortamdır.”[xlv] Nurdan Gürbilek’in de dediği gibi, nesnel bir haklılık temeli kalmamıştır Atay’da.[xlvi] Referans noktası sürekli değişir, kendisini iktidar olarak konumlandıran her ses yerinden yurdundan edilir.[xlvii]Tutunamayanlar’ın düzlemler arası gezinen bu anlayışı önemlidir. Romanının karakteri Selim konumlar arası bir karakterdir, nihai anlamın bittiği, çatışmanın sona erdiği monolojik dünya mekanından gitmiş, intihar etmiştir. Turgut ise çatışmasızlığın mekanından, (burjuva) çatışmaya doğru yol almaya başlayacak bir yolculuğa çıkacaktır. Onu sarsan şey ölümdür, dönüşüme uğratacak soru ise Selim’in niçin kendini yok ettiğidir. Kendi paradigmasının içine hapsolduğu  için, dışına çıkması ancak bu altüst oluşla sağlanır.

Romanın farklılığı açısından bir başka altüst oluş, genel olarak diğer Türk romanlarında şüphe ile bakılmayan sistemlerin Tutunamayanlar’da alaşağı edilmesidir. Tüm güçler iktidarından tecrit edilir, kutsallar dünyevileştirilir, heykelleşmiş fikir putları batırılır. Ulus-devlet tarihine kuşkuyla yaklaşan Atay için, manzaranın keşfi tarihin de keşfidir diyebiliriz. [xlviii] Atay, Tutunamayanlar’ın tarihini yazdığına göre, onun şüphelendiği tarih, galip gelenler tarafından yorumlanmış manzaradır. Benjamin de şöyle der, “Historisist tarihçinin aslında kiminle duygudaş olduğu sorusu sorulduğunda, cevap bellidir. Galip gelenle!”[xlix]

Atay, tarihin, siyasi iktidar tarafından kurgulanmış yanılsamalar sistemi olduğunu keşfettiği için[l]Tutunamayanlar’da “Tarih tahriften ibarettir” der ve ekler “Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.”[li] Tarihin bu uzaklığı, yorumu da arttırır, bu yorum da hakim olandan/galip gelenden yanadır, her yorum kurallarını hükmedenlerin koyduğu bir tür kurgusal “köken” kurmaktır. Bu “kökenler”in, köken olmadıklarının ifşası, Tutunamayanlar romanının tarih anlayışıdır. “Türk tarihi bilimsel olmayan bir tasnife göre ikiye ayrılır: yakın tarihimiz, uzak tarihimiz. Aslında bu iki tarihimiz de bize uzak kalmaktadır.”[lii]

Tutunamayanlar, Türkiye’nin ulusal anlatılarıyla dalga geçerken, Batı’nın büyük anlatılarıyla ile de hesaplaşır.[liii] Rahatsızlık duyduğu “Batı aklı”nın tasnifçi, kategorize edici, özne ile nesneyi keskin sınırlar içinde ayıran, tek ve düz bir çizgi izleyen her türden çizgiselliği ve bürokrasinin metinselliğini yok etmek ister. “Bütün tarih, bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün lojiler, hayatın çıkarcılığa dayandığını göstermek için yırtınacaklardır.”[liv] Çıkarcı loji’ler, hayatı düzenleyen, kurumsallaştıran sistemler, hayattan çıkarı olmayanları bir tür deli, başkası, tutunamayan kılıp, onu kendi organizmasından atmaya ya da kendine benzetmeye uğraşır. Nihayetinde modernliğin meselesi de, bütün farklı seslerin susturulmuş, tek düze bir hal ile örülü düzen kurma amacıdır. Çünkü farklı sesler, onun kendi meşruiyetinin altını oyar.[lv] Farklı seslerden örülü Selim’in kişisel tarihi ile Türkiye’nin modernleşme projesi bu yüzden çatışır.”[lvi] Turgut’un roman boyunca keşfettiği şey, tarihini, dilini ve kendisini kuran iktidar ilişkilerinin keşfidir.

Tutunamayanlar, hakim paradigmaların gölgelerini, tek bir ideolojinin kalıbına sıkışmış düşün insanlarını, kendiyle hesaplaşmamış aydını, ilerlemeci görüşleri, rasyonel Batı düşüncesini, romantik Doğu imgesini, yazarın kendisini, kendiliği, dili, gerçekliği, kutsalı, heykelleşmiş kahramanları, büyük anlatıları, romanı, felsefeyi, sosyolojiyi, tüm lojileri iktidarından edip, parodileştiren, yersiz yurtsuz bırakan, dünyevileştiren, herhangi bir zemin kurulduğu andan itibaren bir altüst oluşla onu meşruiyetsiz kılan, çoklu seslerin, ötekinin, dışarlıklı olanın, merkez-dışı olanın,tutunamayanın, meczup oluşun romanıdır. Tutunmak bir “köken” edinmektir. Oysa “köken” yoktur.


Bu metin, 08/05/2017 tarihinde postdergi’de yayınlanmıştır:


Notlar:

[i]  Kojin Karatani, Derinliğin Keşfiİstanbul: Metis Yayınları, 2011, s.25.

[ii]  a.g.y. s.27.

[iii] Oğuz Atay,  Günlük, 15. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s.24.

[iv] Oğuz Atay,  Oyunlarla Yaşayanlar, 21. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013 s.48.

[v]  Atay, Günlük, s.186.

[vi]  a.g.y, s.36.

[vii] a.g.y, s.24.

[viii]a.g.y, s.26.

[ix] Aktaran Azade Seyhan, Dünya Edebiyatı Bağlamında Modern Türk Romanıİstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s.50

[x]   Atay, Günlük, s.130

[xi]  Nurdan Gürbilek, Kör Ayna Kayıp Şark, 4. Basım. İstanbul: Metis Yayınları, 2010, ss.186-187.

[xii]  Karatani, Derinliğin Keşfi, s.215.

[xiii] a.g.y, s.215.

[xiv] Fredric Jameson, Modernizm İdeolojisi, İstanbul: Metis Yayınları, 2008, s.372.

[xv]  Meltem Gürle, Ölülerle Konuşmak, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s.93.

[xvi] Handan İnci, (hzl.) Oğuz Atay’a Armağan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s.142.

[xvii] Murat Belge, Edebiyat Üzerine Yazılar, 4. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 203.

[xviii]A.g.y, s.204.

[xix] Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları, 3.Basım. İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.42.

[xx]  İnci, (hzl.) Oğuz Atay’a Armağan, s.143.

[xxi]  a.g.y, ss.167-171.

[xxii]  a.g.y, s.175.

[xxiii] a.g.y, s.258

[xxiv] Yıldız Ecevit, “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası. 5. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s.262.

[xxv] a.g.y, s.262.

[xxvi] Karatani, Derinliğin Keşfi, s.71.

[xxvii]İnci, (hzl.) s.394.

[xxviii] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 46. Basım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s.26.

[xxix]  a.g.y, s.79.

[xxx] a.g.y, s.74.

[xxxi] a.g.y, s.74.

[xxxii] Nietzsche için “köken” yoktur, çünkü bir şeyin “köken”i olduğunu kabul etmek, onun önceden verili olduğunu yani tarih dışı olduğunu kabul etmek demektir. “Böyle bir köken aramak, “önceden olmuş olanı” kendine tamamen uygun bir imgenin “aynı”sını bulmaya çalışmaktır.” (…) Soybilimsel tarihin amacı, kimliğimizin köklerini bulmak değildir, aksine onu parçalamaya yönelik bir çabadır. Metafizikçilerin geri döneceğimizi vaat ettikleri o geldiğimiz biricik odağı/ilk bölümü saptamaya girişmez; bizi kateden süreksizlikleri tespit etmeye çalışır. (Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004, ss.233-255.) Oysa, tarih böyle yapılmaz, şeylerin kökeni yoktur, icadı vardır. (Michel Foucault, Büyük Kapatılma, 3.Basım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011, ss.169-168.) Bu çalışma boyunca “köken” kavramı Nietzsche’nin bakış açısı ile kullanılmıştır. Edward Said de “köken”e karşıt olarak “başlangıç” kavramını önermiştir, “başlangıç”  kavramı da bizim için kullanışlı bir kavramdır. Edward W. Said, Başlangıçlar: Niyet ve Yöntem, İstanbul, Metis Yayınları, s. 12.

[xxxiii] Karatani, Derinliğin Keşfi, s.156.

[xxxiv] Atay, Günlük, s.224.

[xxxv] Atay, Tutunamayanlar, s.124.

[xxxvi] Theodor W. Adorno,  Minima Moralia, 6. Basım. İstanbul: Metis Yayınları, 2009, s.93.

[xxxvii] Gürle, Ölülerle Konuşmak, ss.114-115.

[xxxviii] Karatani, Derinliğin Keşfi, s.156.

[xxxix] a.g.y, s.42.

[xl] a.g.y, s.40.

[xli] Karatani, Tarih ve Tekerrür, s.11

[xlii] Karatani, Tarih ve Tekerrür, s.11.

[xliii] Gürle, s.72.

[xliv] Karatani, Transkritik, s.79.

[xlv] Atay, Günlük, s.224.

[xlvi] Gürbilek, Ev Ödevi, s.27.

[xlvii]   Gürle, s.93.

[xlviii]   Karatani, Derinliğin Keşfi, s.71.

[xlix]  Benjamin, Son Bakışta Aşk, s.42.

[l] Gürle, s.63.

[li] Atay, Tutunamayanlar, s.231.

[lii] Atay, Tutunamayanlar, s.203.

[liii] Gürle, s.67.

[liv] Atay, Tutunamayanlar, ss.202-203.

[lv] Gürle, s.151.

[lvi] Gürle, ss.62-63.

Exit mobile version