Site icon Terrabayt

Tekinsiz Bilimkurgular

Uzak diyarlardan, başka galaksilerden gelen bir tür ile karşılaşmak kolay şey değildir. Akla hemen pek çok soru gelir: ne için gelmişlerdir? Gelebildiklerine göre üstün olmaları gerekir, bu da can sıkıcı bir durumdur. Şans bizden yanaysa dostturlar, eğer değilse bir işgal ile karşı karşıya kalırız ve buna hazırlanmamız gerekir.

Akla ilk gelen tüm bu düşüncelerin mahiyeti tarihe bağımlıdır, bilhassa da antropomorfik olduğundan söz etmeye gerek bile yoktur. Uzaylı istilası fikri bugün kulağa oldukça klişe gelecektir. H.G. Wells’in Marslıların dünyayı istila edişini konu edinen romanı Dünyalar Savaşı (1898) bugün bize pek bir etkide bulunmaz, hiç korkutmaz. Oysa söylenenlere göre, Orson Welles’in 1938’de radyo tiyatrosunda bu romanı seslendirişi Amerikalılar arasında büyük paniğe yol açmıştır. Genelde bu hikâye kitle iletişim araçlarının gücünü vurgulamak için tekrarlanır. Birkaç yıl sonra Aleksandr Bogdanov tarafından yazılan Kızıl Yıldız (1908) romanı ise Marslıları bir istilacıdan ziyade Dünyadan gelişkin, barışçıl, komünist, eşitlikçi ve bilimin egemenliğinde bir toplum olarak anlatır. Birkaç yıl arayla iki farklı dünyanın iki farklı Mars tahayyülüdür bu.



Soğuk Savaş dönemindeki ABD tahayyülünün uzaylıları ise genelde işgalcidir, varlıkları bile ABD değerlerini tehdit eder, tabii ahlaki mesaj açıktır, onlara karşı birlik olunmalıdır. Bu dönemdeki uzaylılar, komünistlerin bir ikamesidir yalnızca. Fakat hem ABD içinden hem de dışından gelen yabancı bedenini dost/düşman olarak kodlamaları aşan tahayyüller de vardır. Bilimkurgunun tekinsiz örnekleri diyebileceğimiz yapıtlardır bunlar. Tekinsiz kavramını burada Mark Fisher’ın kullandığı şekliyle kullanıyorum. Fisher’a göre tekinsiz, soyut ve aşkın bir histir, insanın varlık ve yokluk ile soracağı temel metafizik soruları dert edinir, belirsizliğe işaret eder: “burada hiçbir şey olmaması gerekirken bir şeylerin olmasının sebebi nedir?” ya da bir fail söz konusu olduğunda, “bu duruma nasıl bir varlık müdahil olmuştur?” (Fisher, 2020, s.13) gibi soruların alanıdır tekinsiz. Sanıyorum bu tip sorgulamaları yapan eserlerden en ünlüsü ve en amblematik örneği Polonyalı bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem’in Solaris (1961) adlı romanıdır. Bu eser bir on yıl kadar sonra da Andrei Tarkovsky tarafından da sinemaya uyarlanacaktır. Solaris, sezgili okyanusa sahip yabancı bir gezegendir ve yıllardan beri onun yörüngesinde gezegeni inceleyen biliminsanlarını konu edinir. Peki Solaris ne ister? Dost mudur, düşman mı? Yahut bunların anlamı nedir? İşte can sıkıcı cevap hiç de tatmin edici olmayandır, o, insanların hiçbir şekilde anlayamadığı bir şeydir sadece. Lem’in romandaki önermelerinden biri, insanın radikal öteki ile olan iletişiminin imkansızlığıdır, insan, tanıyamayacağı, anlamlandıramayacağı yabancı varlık ile iletişim bile kuramaz -hayal gücünde dahi olağanüstü tuhaf yaratıklar da bildiğimiz, alışageldiğimiz diğer türlerden oluşur- söz konusu dünya dışı bir varlıkla iletişime geçmemizin sonucunda ancak kendimizin bir yansımasını buluruz:

“Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Tek bir dünya, kendi dünyamız yetiyor bize; ama olduğu gibi de kabul edemiyoruz onu. Kendi dünyamızın ülküsel bir imgesi peşinde koşup duruyoruz hep.” (Lem, 2002, s.86)

Tarkovsky’nin Solaris yorumu kefarete dair yorumları içerse de (Lem bu yorumundan hoşlanmadığını söyler, ona göre Tarkovsky, Solaris’i değil Suç ve Ceza’yı çekmiştir) ötekinin tekinsizliğine dair düşündürdükleri büyüleyicidir. Diğer başyapıtı Stalker’da da (1979) aynı tekinsizlik, gizem mevcuttur. Fakat burada gizemli olan uzaylı varlıkların kendisinden ziyade onların ardında bıraktığı Bölge’nin kavranamazlığıdır. Film, Ştrugatski Kardeşler’in 1971’de yazdıkları Uzayda Piknik romanından uyarlamadır. Elbette Tarkovsky’nin kendine özel yorumuyla. Fisher haklı olarak, Ştrugatskilerdeki Bölge uzaylıların “piknik” sonrasının bir ürünüyken, Tarkovsky’deki Bölge’nin takdir-i ilahinin tecelli ettiği bir yere benzediğini söyler, romanın absürt şakası Tarkovsky’de tekinsiz olana dönüşmüştür. Jeff Vendermeer’in romanından uyarlanan sinema filmi Annihilation (2018), Tarvkovskyvari gizemli Bölge’ye dair yakın tarihli bir yapımdır. Annihilation yeryüzüne çarpan bir meteorun taşıdığı bir şeyin yarattığı tekinsiz bir Bölge’ye yapılan keşfin öyküsüdür. Bu Bölge’ye giden kimse geri dönmemiştir ama bu, filmi etiketlendirildiği gibi korku ya da gerilim filmi yapmaz. Bölge’yi tekinsiz yapan dünya dışı şeyin belirli bir formu yoktur, o kanser gibi bir şeydir daha çok. Bölgedekilerin ürkütücü ucubelere dönüşüp insanlara delicesine saldırmalarını konu edinen basit bir hikâye yoktur Annihilation’da. Kayıtsızlık vardır: Yaşam büyür ve mutasyona uğrar, kimi zaman beyaz bir geyik kadar güzeldir kimi zaman da saldırgan bir ayı kadar yırtıcı. Bunların özel bir anlamı da yoktur. Mutasyona uğramış hayvanların saldırıları korkutmaz bizi, çünkü onlar Bölge’nin sıra dışı şekilde işleyen yasalarının sonucudur. Bölge tekinsizdir evet, ama o, Bölge’ye ve yasasına ilişkindir. Bu Bölge’nin yarattığı yıkım, yok oluş olarak algıladığımız şeyin belli bir amacı, anlamı ya da atfettiğimiz kötü bir niyeti yoktur, o sadece işlemektedir, hatta kendine karşı bile.

***

Son zamanlardaki sinema örneklerinde tipik istilacı uzaylıdan daha çok tekinsiz ötekiye doğru bir eğilim yakalanabilir. Bazen bu uzaylıların tekinsiz olmadığı aksine doğrudan güncel politik göndermeleri taşırlar. Örneğin District 9 (2009) uzaylıları, öteki yaşam formlarıyla teması anlatan bir filmden ziyade apartheid rejimini, dünyanın ötekilerini, göçmenlerin toplum dışına itilip yaşamak zorunda bırakılmalarını anlatır. Dış dünyalardan gelen yabancı varlıkların tekinsizliğiyle ilgili bir film olan Arrival (2016) Çin asıllı Amerikalı yazar Ted Chiang’ın bir öyküsünden uyarlamadır. Öykü temelde dünyanın çeşitli yerlerine inmiş dünya dışı varlıklarla iletişim kurma çabasını anlatır:

Heptapotlar bizim anladığımz açıdan ne o konseptlere bağlılar ne de onlardan bağımsızlar; ne iradeleriyle hareket ediyorlar ne de çaresiz birer robotlar. Heptapotların farkındalık yöntemini ayrı kılan şey sadece eylemlerinin tarihi olaylarla kesişmesi değil; aynı zamanda gerekçeleri de tarihin amaçlarıyla kesişiyor. Geleceği yaratacak, bir kronolojiyi canlandıracak şekilde hareket ediyorlar.” (Chiang, 2017, s.147)

Ted Chiang, Geliş, çev. M. İhsan Tatari, İstanbul: MonoKL yayınları, 2017.

Bu varlıkların yazı dillerindeki zaman anlayış insanın ardışık zaman anlayışının dışında, eşzamanlı bir farkındalık anlayışından oluşuyor. Öyküdeki tartışmalardan biri de geleceği bilmek, bilindiği halde onun içinde olabilmek ve özgür iradenin varlığıyla ilgili. “Madem heptapotlar söyleyecekleri ve duyacakları her şeyi biliyor, o zaman neden bu lisanları kullanmakla uğraşıyorlar ki?” sorusu öykünün içinde de soruluyor, cevabı söz edimleri kuramıyla açıklanıyor:

Bir nikaha katılan herkes, ‘Ben de sizi karı koca ilan ediyorum,’ sözcüklerini duymayı bekler, ama evlendirme memuru o kelimeleri telaffuz edene dek tören geçersiz sayılır. Edimsel lisanda söylemek yapmaya eşittir. Heptapotlar için bütün diller edimseldi. Bir dili bilgilendirmek için değil, gerçekleştirmek için kullanıyorlardı. Evet, her sohbette söylenecekleri önceden biliyorlardı, fakat bildiklerinin gerçek olması için o sohbetin yapılması gerekiyordu.” (Chiang, 2017, 148)

Fakat Arrival filmi öyküye çok sadık kalmaz, askeri müdahaleler, Çin başkanın ikna edilmesi gibi ayrıntılar (ideolojik müdahaleler), ya da ana karakterin heptapodları anlama seviyesine çıkışı öyküde böylesi açıklıkla yer almaz. Her şeye rağmen bu filmler (ve dayandıkları metinler), yabancı bedenine, ötekiye, dünya dışı varlıklara dair kavrayışımızdaki değişimleri çarpıcı şekilde yansıtırlar, zamanımızın tekinsiz bilimkurgularıdırlar.


Bu yazı ilk olarak AdHoc Dergi’nin 2021 Ocak sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version