Site icon Terrabayt

Tarihsel Zamanın Askıya Alınması

Andrea Cavaletti: Sunuş

Burada sunduğumuz “Tarihsel Zamanın Askıya Alınması” metni, Furio Jesi’nin 1968 ile 1969 yılları arasında yazdığı Spartakus: Simbologia della rivolta kitabından alınmıştır. Jesi, 1941’de Torino’da kısmen Yahudi bir ailede doğdu ve 1980 yılında Cenova’da hayatını yitirdi. Bu erken ölüme rağmen, yirminci yüzyıl İtalya’sının en önemli ve özgün düşünürlerinden, denemecilerinden biriydi. Gerçek bir çocuk dahi olarak henüz on beş yaşında Mısırbilimci olarak çalışmalarına başlamıştı. 1960’ların başında, mitoloji ve mit bilimine ya da daha doğrusu antik mitlerin modern çağda, zaman zaman çarpık ve haince nasıl yeniden ortaya çıktığını çalışmaya yöneldi.

1964’te Jesi, her zaman hayran olduğu ve model aldığı bir bilgin olan Karl Kerényi ile yazışmaya başladı. Kerényi, tam da o dönemde, Roma’da sahici mit ve onun “teknikleşmesi” hakkında bir konferans vermiş; burada gerçek mitsel deneyimin, yani echter Mythos‘la (Kerényi bunu Goethe’den ödünç aldığı bir ifade olan Urphänomen diye de adlandırır) ilhama dayalı temasın çağımızda sadece şairler tarafından gerçekleştirilebileceğini öne sürmüştü. Her şeyden önce “sahici mit” ile eski mitlerin siyasi amaçlarla sömürülmesini ve çarpık bir şekilde benimsenmesini birbirinden ayırdı. Bunun hem totaliter propagandada hem de Georges Sorel’in fikirlerinde görüldüğü üzere [mitlerin] tehlikeli bir biçimde kullanılması veya teknikleşmesi olduğunu öne sürdü.

Bu noktadan itibaren, Jesi’nin tüm dikkatini Kerényi’nin bu ayrımını eleştirel olarak yeniden incelemeye ve onu hem derin hem de ironik uç noktalarına götürmeye odakladığı söylenebilir. Radikal İtalyan Solu ile özdeşleşen genç öğrenci ile Thomas Mann’ın arkadaşı olan burjuva hümanist akıl hocası arasındaki teorik ve politika farklılıklar dört yıl sonra iyice belirginleşti ve iki düşünür arasındaki diyalog kaba bir şekilde sona erdi. 1968 Mayısıydı. Jesi, bu sürecin ardından meclislerin ve barikatların doldurduğu Paris’i ziyaret etti. İtalya’ya döndükten sonra isyan üzerine yeni kitabına başladı.

11 Aralık 1969’u 12 Aralık 1969’a bağlayan gece bir arkadaşına şunları yazdı:

Bir saat önce Spartakus: Simbologia della rivolta isimli çalışmamın tam metnini yeniden okumayı bitirdiğimi ilan etmekten onur duyuyorum. Bitti. . . . Kitap Rosa Luxemburg hakkında ama içinde aynı zamanda Dostoyevsky, Storm, Fromentin, Brecht ve tabii ki Thomas Mann hakkında da epeyce şey var! Germania segreta’dan çok daha “parçalı” bir yapısı var: “bağlantılar” en aza indirgenmiş halde Sermaye Birikimi’nden [Luxemburg] çok Finnegan Uyanması’na [Joyce] benzeyen – ikisine de hakkını teslim edelim- bir monolog oldu.

Her ne kadar 1919’da Berlin’i sarsan olayları, edebi dilinin yoğun ritmiyle neredeyse taklit ederek uzun uzadıya ele alsa da Spartakus o hareketin veya ayaklanmanın bir tarihi değil daha ziyade gerçek bir isyan fenomenolojisi incelemesiydi. Jesi, mit ve siyaset arasındaki ilişkiyi hem bilişsel hem de varoluşsal bir soru olarak görüyor, bunu zamana ilişkin bir problem olarak analiz ediyordu.

Burada devrim doğası gereği uzun vadeli olabilen ve tarihsel sürecin içinde değişim koşullarını yaratmaya odaklanan bir strateji olarak sunulurken isyan zamanın askıya alınması olarak tanımlanıyordu. Yıkımın, bilginin ve kolektif sahiplenmenin gerçekleştiği, “şehrin gerçekten isyan edenin kendi şehri gibi hissedildiği” bu askıya alınmada, her eylem sonuçları açısından değil bizatihi kendi içinde önemli sayılıyordu, bugün yarın için bir hazırlık değil daha ziyade (Nietzscheci anlamda) “zamansız” bir an, alternatif ve tamamen yeni bir zamanın anlık tezahürü olarak tanımlanıyordu. [Jesi’ye göre] isyan, “zamanın burjuva manipülasyonunun” sonucu olan ve gündelik yaşamı çalışma temposu üzerinden belirleyen “normal zaman”ın seyrini kırarken isyancıların sözleri ve eylemleri vasıtasıyla “hakiki propagandanın” dilini benimsiyor ve yayıyordu.

Bu iki tanımda Kerényi’nin terminolojisinin yeni bir kullanımı göze çarpar: Kerenyi’deki “teknikleştirme” Jesi’de “zamanın manipülasyonu” halini alır; “sahici” olarak kabul edilen şey ise Kerényi’nin şairlere ayırdığı deneyim değil onun sert bir şekilde eleştirdiği propagandanın ta kendisi olur. Jesi için mesele mitin zamanını politik eylemden ayırmak değil tam tersine bu alternatif zamana erişimi gerçekten kolektif ve kalıcı kılmak, isyanı 1919 Berlin’inin veya 1968 Paris’inin zamansal ve mekânsal sınırlarından kurtarmaktır.

Kerényi bir keresinde, eskiler için tarih ve mit arasında temas noktası olan, toplumu gerçekten alternatif bir zamanda yenileyen bir an olan o kutsal kutlama olayının, yani “festival”in, modern insan için imkânsız, kavranamaz bir deneyim olmaya devam ettiğini söylemişti. Jesi bu imkansızlıktan bir siyaset teorisi çıkararak ona yanıt verdi. Spartakus, Jesi’nin el yazmaları arasında keşfedildi ve ancak ölümünden sonra 2000 yılında yayımlandı. Ancak Jesi 1976’da gerçekten kolektif bir an olarak festivalin imkansızlığının burjuva toplumunun özelliklerinden kaynaklandığını ve mit çalışmalarının da aynı sınırlara sahip olduğunu yazmıştı. Bu sınırları eğip bükmekle yetinmek yerine aşmak için bizzat bu kültürün engellerini yıkmak gerekiyordu. Onun gözünde epistemolojik sorun ve politik sorun isyanın yıkıcı paradigmasında birleşiyordu.

Furio Jesi: Tarihsel Zamanın Askıya Alınması*

Marksist doktrin, kapitalizmi ahlaki olarak kınamanın yanı sıra demirden ekonomik yasaların belirli bir zaman zarfında bizzat kapitalizmin çürüyüşünü ve çöküşünü belirlemeye yazgılı olduğunu kesin olarak ortaya koydu. Marx’ın Yahudi kökenlerine sadık kalarak seçilmiş halk imgesini dünya proletaryasına, İbrahim’in Tanrı ile olan anlaşmasını ise ekonomik yasaların yazgısına aktardığının söylenmesi tesadüf eseri değildir. İsa, Tanrının krallığının “bu dünyada olmadığını” açıkça onaylamamış olsaydı bu karşılaştırma Hristiyanlığın eskatolojik bakış açısına da uygulanabilirdi. [Bu açıdan Hristiyanlığın tersine Marksizm için], vaat edilen topraklar bu dünyaya aittir, ancak bunu fethedilebilir ve günümüzde fethedilmiş olan Filistin ile özdeşleştirmek kuşkusuz küfür olacaktır. Bunun yanı sıra Marksizm’in öngördüğü kaçınılmaz daha iyi gelecek ile Yahudi peygamberlerin “hatırladığı” gelecek arasındaki yakınlığın en iyi ihtimalle çok kısmi olduğu da doğrudur. Vaat edilen topraklar başka insanlarla mücadele ederek fethedilemez, bu toprakların mukadderatı gereği birilerine ait olduğunu işte bu durum doğrular ancak Marksizm’in öngördüğü refah ve adalet çağına ulaşılabilmesinin tek yolu ekonomik yasaların kaderi olan sonuçlara sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesinin eşlik etmesidir. Marx, ekonomik ve sosyal başkalaşımın bu ikinci yönünün de kaçınılmazlığına ikna olmuş gibidir. Giderek artan baskı ve sömürü ile işçi sınıfının, yani “sayıca sürekli artan ve bizzat kapitalist üretim süreci mekanizması tarafından disipline edilen, birleştirilen ve örgütlenen o sınıf”ın artan direnişi birbirine kaçınılmaz olarak tekabül etmelidir. Sosyalizmin gelişinin öncülleri her yönüyle kapitalizmin içinde olmalı, bu haliyle kapitalizme içsel çelişkilerin giderek ve kaçınılmaz bir şekilde hareketlendiğini doğrulamalıdır. Bu nedenle, sömürülen sınıfın saf ve basit yenilgileri ya da gerilemeleri, son derece dramatik olsa da değiştirilemez ve durdurulamaz olan bu sürecin yönünü hiçbir şekilde değiştiremez. Aynı zamanda işçi sınıfı örgütlerinin stratejisi, mümkün olduğunda iktidarı ele geçirme fırsatlarını kaçırmamak ve buna imkan yoksa örgütsel güçleri ve yapıları kesin bir yenilgiye göndermekten kaçınmak için kapitalizmin iç diyalektiği tarafından belirlenen durumların ve değişken güçler dengesinin özenli bir değerlendirmesi üzerine kurulmalıdır.

Özetle mevzu, sosyo-ekonomik koşullar ve mevcut güç dengesi analizi temelinde zamanın doğru değerlendirmesi ve çatışma anına hazırlıksız kalmasın diye sömürülen sınıfın gelişmesi ve örgütlenmesine yönelik ilerici girişimlerde bulunmaktır.

İsyan olgusu karşısında bu siyasi yönelim ve buna tekabül eden tarih felsefesi ciddi bir engelle karşılaşır. Burada isyan kelimesini devrimden farklı bir ayaklanma hareketini belirtmek için kullanıyoruz. İsyan ve devrim arasındaki fark amaçlarında aranmamalıdır; zira ikisi de aynı amaca sahip olabilir: iktidarı ele geçirmek. Temelde isyanı devrimden ayıran şey farklı bir zaman deneyimidir. Sıradan anlamları düşünüldüğünde isyan, stratejik bir ufka yerleştirilebilse de kendinde uzun mesafeli bir strateji içermeyen ani bir patlama iken buna karşılık devrim, orta ve uzun vadede nihai hedeflere yönelik koordine edilmiş ve yönlendirilmiş ayaklanma hareketlerinin stratejik bir kompleksi ise, bu durumda isyanın tarihsel zamanı askıya aldığı, bir anda yapılan her şeyin, sonuçlarından ve tarihi oluşturan geçici ya da kalıcı kompleksle olan ilişkilerinden bağımsız kendinde değerli olduğu bir zaman oluşturduğu söylenebilir. Devrim ise tamamen ve kasıtlı olarak tarihsel zamanla dolu olacaktır.

Bu bağlamda, Spartakist ayaklanmasının doğuşunu ve gelişimini incelemek, bu ayrımın tutarlılığını doğrulamamızı ve isyana özgü olduğunu düşündüğümüz zaman deneyiminin daha kesin bir anlatısını sunmamızı sağlayacaktır.

Ocak 1919’un ilk on beş gününde Berlin’de zaman deneyimi değişti. Dört yıl boyunca savaş hayatın olağan ritmini askıya almıştı. Her saat, kendinin ve düşmanın bir sonraki hamlesinin beklendiği bir bekleme anı olmuş; bunların tamamı ise daha büyük bir anın, yani zaferin bekleyişine dönmüştü. Ocak 1919’un ilk günlerinde, son dört yılda olgunlaşan bu bekleyiş, olağandışı bir zamanın aniden, ufacık bir anlığına belirmesiyle adeta tamama erdi; öyle ki o anda, sanki olmuş olan her şey muazzam bir hızla sonsuza dek yaşanıyormuş gibi göründü. Artık mesele taktik ve strateji çerçevesinde yaşamak ve hareket etmek değildi; öyle ya [bu taktik ve strateji tahayyülünde] ara hedefler her ne kadar nihai hedeften son derece uzak olabilse de yine de onu önceden tasarlar; mesafe ne kadar büyükse, bekleme o kadar endişeli olur. [İsyanda ise mevzu] “Şimdi ya da asla!” idi.  Tek kalemde ve nihai olarak eylemde bulunmaktı mesele; eylemin meyvesi, eylemin içeriğiydi. Her kati seçim, her geri alınamaz eylem zamanla uyum içinde olmak; her tereddüt zamanın dışında olmak demekti. Her şey sona erdiğinde, ana karakterlerin bazıları sahneyi sonsuza dek terk etmiş olacaktı.

29 Aralık 1918’de Spartakusbund (Spartaküs Birliği) kendi ulusal kongresini toplamıştı. O ana kadar Spartakistler kendilerini Ebert ve Scheidemann’ın sosyal demokrat hükümetine katılan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’den ayırmamışlardı. Spartakistler, bağımsız sosyalist liderlerin sosyal demokratlarla uzlaşmalarına karşı durmak için 1918 kışında birkaç kez Bağımsız Sosyal Demokrat Parti kongresinin toplanmasını talep ettiler: hükümette yer alan liderlerle zaten açıktan polemik halinde olan partinin tüm sol kanadını kendi konumlarına çekmeyi umut ediyorlardı. Tam da bu nedenle parti liderliği kongrenin toplanmasını durdurmaya çalıştı ve bunda başarılı oldu. Bunun üzerine Spartakistler, Rosa Luxemburg’un daha önce Duisburg in Kampf’ta yayınlanan makalelerinde savunduğu taktiği (partinin ciddi örgütsel yapısından yararlanmak ve partinin temn edebileceği kitlelerle olan ilişkiyi sürdürmek için kendi program ve eylem özerkliğini korurken Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye bağlı kalmak) artık uygulayamazdı. Bundan böyle Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içinde kalmak Spartakistler için parti örgütünü sınıf mücadelesi adına olumlu bir şekilde kullanamadan örtük olarak sosyal demokrat hükümete katılımı onaylamak anlamına geliyordu. Bu noktadan sonra, Almanya’da artık bir sınıf partisi yoktu. Ancak bir sınıf partisinin somut varlığı, mücadelenin devamı için vazgeçilmez görünüyordu: bu yeni parti muhtemelen Spartakistlerin yanı sıra Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye katılmayı her zaman reddeden sol radikalleri ve bağımsız sosyalistlerin sol kanadının bir kısmını bir araya getirecekti. Bu nedenlerle 30 Aralık 1918’de Spartakusbund kongresinin ilk önergesi Alman Komünist Partisi’nin kurulması oldu. Aynı gün toplanan sol radikaller partiye katılma kararı aldılar.

Artık resmi olarak Alman Komünist Partisi’nin kongresi olan Spartakusbund kongresi, Meclis seçimlerine katılıp katılmama sorunuyla karşı karşıya kaldı. Spartakusbund’un liderliği, özellikle Rosa Luxemburg, “o kaleye saldırmak ve onu yıkmak . . . Bu onurlu meclisin tüm dolandırıcılıklarını ve entrikalarını yüksek sesle ve tereddüt etmeden kınamak,  karşı-devrimci etkinliğini kitlelerin karşısında adım adım ortaya çıkarmak, kitleleri kararlarını vermeye, kendilerini adamaya çağırmak” için seçimlere ve Ulusal Meclis’e katılmaktan yanaydı. Ancak liderliğin tutumuna rağmen kongre delegeleri seçimlere katılmaya karşı oy kullandı. Luxemburg, 30 Aralık’ta karşılık bulmayan bir uyarıda bulunmuştu: “Devrimin ilk aşamasının, yani 9 Kasım’ın yanılsamasını tekrarlamaya, yani sosyalist devrimin kapitalist hükümeti başarıyla devirip yerine bir başkasını getirmesinin yeterli olduğuna inanmaya hakkımız yok.” Delegelerin çoğunluğu, yeni partinin ilk görevinin, her şeyden önce sosyal demokrat parti olmak üzere, devrimin önündeki engellerin derhal ortadan kaldırılması olduğuna ikna olmuştu. Bu engeller, tek bir atışla indirilmesi gereken bir sürü kelle olarak görülüyordu. Bir sürü kelle ile elbette sosyal demokratlar, kapitalistler, ordu ve benzerleri idi. Ama nihayetinde mesele sadece devrilecek kafalardan, fethedilecek güç sembollerinden, savaştan, doğrudan ve acilen çatışmadan ibaret görülüyordu. Neticede, kesin zafer yalnızca bir güç testine bağlıysa ve yeterince güçlü olduğumuza ikna olduysak savaşmaktan çekinmemeli diye bakılıyordu. Delegelerin hepsi güçlü olduklarına inanıyorlardı. Bunun tek nedeni kırsal kesimin pek az olan devrimci duyarlılığı konusunda Luxemburg’un kaygısını basitçe reddetmeleri değil iktidar sembollerinin fethedilmesinin – dolayısıyla her şeyden önce Berlin’in fethinin – zorunlu olarak mutlak zafer anlamına geleceğini düşünmeleriydi.

Berlin’de devrimci güçlerin sayısı dikkate değerdi. Ancak 27 Aralık’ta, daha Spartakusbund kongresi sona ermeden, sosyal demokrat hükümet tarafından emredilen birlikler başkent çevresine yığılmaya başlandı. 4 Ocak’ta Ebert ve Noske şehir kapılarında atlı avcılar tümeni, 17. ve 31. Piyade Tümenleri, taşra avcıları kolordusu ve Hülsen Serbest Kolordusu’ndan oluşan Lüttwitz Bölüğü bir teftiş düzenledi. Aynı günün şafağında içişleri bakanı, sosyal demokrat Politisch-Parlamentarische Nachrichten gazetesinin 1 Ocak’tan itibaren kamu parasını iç savaşa hazırlanmak için kullanmakla suçlayarak iftira attığı bağımsız sosyalist polis müdürü Eichhorn’u görevden aldı. Bir polis müdürü olarak Eichhorn, içişleri bakanına değil, Berlin Yürütme Konseyine bağlıydı. Dolayısıyla görevden alınmayı tanımadı ve İşçi ve Asker Konseyleri Merkez Konseyinin kararlarına uymaya hazır olduğunu ilan etti. Bu Merkez Konseyde çoğunluk sağcı sosyalistlerin elinde olmasına rağmen hükümet Eichhorn’un kararını reddetti. Bu noktada Bağımsız Sosyal Demokrat Parti, 5 Ocak’ta, Komünist Parti’nin de katılacağı Eichhorn lehine bir gösteri çağrısı yaptı. Yüz binlerce gösterici polis idaresinde toplandı ve Eichhorn’u görevde kalmaya çağırdı, bu uğurda onu savunmaya hazır olduklarını ilan ettiler. Bu esnada, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti önderliği, devrimci delegeler ve iki Komünist Parti temsilcisinden (Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck) oluşan bir toplantı yaşanıyordu. Toplantı, yalnızca Eichhorn’u savunma değil aynı zamanda Ebert-Scheidemann sosyal demokrat hükümetini devirme kararıyla sona erdi ve Liebknecht, Paul Scholze ve Georg Ledebour başkanlığında bir devrimci komite kuruldu.

Bir haftadan kısa bir süre içinde, Spartakusbund kongresine katılan delegelerin çoğunluğunun seçime katılmayı reddederek program olarak tercih ettikleri isyan gerçek olmuştu. Yine, yukarıda bahsettiğimiz ayrımdan yola çıkarak buna devrim değil isyan diyoruz. Devrim kelimesi tarihsel zaman içinde siyasi, sosyal, ekonomik bir durumu değiştirmek istediğinin bilincinde olan, buna bağlı olarak yine tarihsel zaman içinde neden-sonuç ilişkilerini sürekli gözden geçirerek kendi taktiksel ve stratejik planlarını, mümkün olan en ileri görüşlü bakış açısı uyarınca geliştirenlerin gerçekleştirdiği kısa ve uzun vadeli eylemler bütününü ifade eder. 30 Aralık 1918’de Rosa Luxemburg bu konuda şunları söylemişti:

9 Kasım devriminin her şeyden önce politik bir devrim olduğunu, ancak özünde ekonomik bir devrim olması gerektiğini size göstermeye çalıştım. . . . Tarih, görevimizi, merkezi iktidarı devirip yerine bir ya da birkaç düzine yeni adam koymakla yetinebilen burjuva devrimlerininkinden daha zor hale getiriyor. Biz tabandan çalışmalıyız; ve bu, tam da toplumsal yapının temellerini hedefleyen devrimimizin kitlesel karakterine tekabül eder. . . . Taban, tekil mülk sahibinin maaşlı kölesiyle yüzleştiği yerdir. Taban, sınıfsal siyasal iktidarın tüm yürütme organlarının bu iktidarın nesneleriyle, kitleler ile karşı karşıya geldiği yerdir. İktidarın araçlarını, onları kontrol edenlerden adım adım söküp almamız gereken yer burasıdır.

Yukarıdakinin aksine, her isyan tarihsel zamanın askıya alınması olarak tanımlanabilir. Bir isyana katılanların çoğu, bireyselliklerini, sonuçlarını ne bilebilecekleri ne de tahmin edebilecekleri bir eyleme adamayı seçerler. Çatışma anında yalnızca sayıca sınırlı bir azınlık, çatışmanın dahil olduğu tüm stratejik tasarımın (böyle bir tasarım gerçekten mevcut olsa bile), varsayımsal da olsa net bir neden-sonuçlar silsilesi olarak bilincindedir. İsyanın çatışması, stratejiyi harekete geçiren ideolojinin sembolik bileşenlerini damıtır ve çatışmacılar tarafından sadece bunlar gerçekten algılanır. Anın düşmanı gerçekten düşman olur, tüfek veya sopa veya bisiklet zinciri gerçekten silah olur, anın – kısmi ya da bütün – zaferi gerçekten bir özgürlük, bir sınıf, bir hegemonya savunusu amacı taşıyan kendinde ve kendi-için adil ve iyi bir eylem haline gelir.

Her isyan bir çatışmadır ama bu, kişinin kasten katılmayı seçtiği bir çatışmadır. İsyan anı, bir kolektifin parçası olan kişinin ışıltılı kendini-gerçekleştirme ve kendini-nesneleştirmesini belirler. Herkesin her gün bireysel olarak dahil olduğu iyi ve kötü, hayatta kalma ve ölüm, başarı ve başarısızlık arasındaki savaş, tüm kolektifin savaşı ile tanımlanır: herkes aynı silahlara sahiptir, herkes aynı engellerle boğuşur, aynı düşmanla karşı karşıyadır. Hepsi aynı sembollerin tezahürü anını yaşar: herkesin kendi kişisel sembollerinin egemen olduğu bireysel alanı, herkesin kendi bireysel sembolojisi ve mitolojisinde tarihsel zamandan uzak sahip olduğu sığınak genişler; tüm bir kolektif için müşterek olan sembolik alana dönüşür, tarihsel zaman karşısında bütün bir kolektifin güven bulduğu sığınak olur.

Buna rağmen, her isyan yine de tarihsel zaman ve tarihsel uzamca kesin sınırlarla çevrelenir. [İsyanın] öncesinde ve sonrasında her bir katılımcının ayrı yaşamlarının süresi ve sahipsiz toprakları uzanır, burada kesintisiz bireysel savaşlar verilir. Sürekli devrim kavramı, tarihsel zaman içinde kesintisiz bir başkaldırı süresinden ziyade isyanın sembolik uzam ve zamanında kolektif bir sığınak bulmak için tarihsel zamanı askıya almayı her an başarma iradesini ortaya koymaktadır. Çatışmadan bir dakika öncesine kadar veya en azından isyanın başladığı programlı eylemden önce, potansiyel isyancı evinde veya belki de sığınağında, genellikle akrabalarıyla birlikte yaşar; bu ikametgah ve bu ortam, her ne kadar geçici, güvencesiz ve yaklaşan isyan tarafından koşullandırılmış olabilse de isyan başlayana kadar az çok münferit bir bireysel savaşın alanıdır, isyanın yakın görünmediği günlerdekiyle aynı olmayı sürdürür: iyi ve kötü, hayatta kalma ve ölüm, başarı ve başarısızlık karşısındaki bireysel savaş. İsyanın şafakta başladığını varsayarsak, ayaklanmadan önceki uyku Condé Prensi’ninki kadar sakin olabilir ama yine de çatışma anının paradoksal dinginliğine sahip değildir. En iyi senaryoda, kendini bir birey gibi hissetmekten vazgeçmeden uyuyan bireyimiz için bir ateşkes saatidir.

Biri şehri sevebilir; o şehrin evlerini ve sokaklarını, en uzak ya da en sevdiği anılarında tanıyabilir ama sadece isyan saatinde şehri gerçekten kendi şehrimiz gibi hissederiz: kendi şehrimizdir çünkü hem Ben’e hem de “ötekiler”e aittir, hem bizim hem de kolektifin seçtiği bir savaş alanıdır; artık tarihsel zamanın askıya alındığı ve her eylemin kendi içinde ve mutlak olarak dolaysız sonuçları içinde kendi başına değerli olduğu sınırlandırılmış bir mekandır. İnsan bir şehri, çocukken sokaklarında oynamaktan veya caddelerinde partneriyle dolaşmaktan çok içinde kaçışarak veya ilerleyerek, hücum ederek ve hücuma uğrayarak sahiplenir. İsyan saati çattığında kişi artık şehirde yalnız değildir.

Ancak isyan geçtiğinde, herkes, isyanın sonucundan bağımsız olarak eskisinden daha iyi, daha kötü veya eskisiyle bire bir aynı olan bir toplum içinde birey olmaya geri döner. Çatışma sona erdiğinde—hapishanede, saklanma yerinde veya sakince kendi evinizde olabilirsiniz—gündelik bireysel savaşlar yeniden başlar. Eğer tarihsel zaman, isyanınki ile aynı bile olmayan koşullarda ve nedenlerle daha fazla askıya alınmazsa; her olay, her eylem bir kez daha varsayılan ya da kesin olan sonuçları temelinde değerlendirilir.

Alman Komünist Partisi’nin kuruluşu, Spartakist isyanın patlamasından sadece birkaç gün önceydi. Daha Parti kongresinin ilk önergesine baktığımızda, kendisini en açık şekilde isyanın başarısızlığında ortaya koymaya mahkum olacak ağır ideolojik ve stratejik çelişkiyi, şüphesiz ki geriye dönüp bakabilme şansımız olduğundan, fark etmek mümkün. Yirmi üçe karşı altmış iki oyla, kongre delegeleri partinin Ulusal Meclis seçimlerine katılmasını reddetti. Rosa Luxemburg, yanlış gördüğü ve şiddetle karşı çıktığı bu tercihe dikkat çekmek için çok mücadele etti. Henüz ilk adımlarını atan bir organizasyonun en bariz ve telafisi mümkün olan hatası: “Bir bebeğin çığlık atması doğaldır.”

Bilhassa Leo Jogiches kongrenin kararından ötürü sarsılmıştı. Muhtemelen bundan partinin kuruluşunun erken olduğu sonucunu çıkarıyordu. Bugünden baktığımızda, partinin kuruluşu erken olmanın da ötesinde görünüyor. Partinin kuruluşu esassızdı. Yeni doğan Alman Komünist Partisi bir parti değildi ya da daha doğrusu henüz değildi. Onu isyana sürükleyen düşmanı tarafından araçsallaştırılması, tam da henüz bir parti olmadığı için çok az engelle karşılaştı. Aslında [‘parti’], resmi görünümlerinin ötesinde, az ya da çok sınıf bilincine ve savaşma iradesine sahip bir grup insandan ibaretti. İsabetli olarak önceden belirlenmiş koşullar gerilimi kırılma noktasına getirdiğinde, ortada artık bir parti değil sadece bir isyan bayrağı vardı. Spartakist isyanının başarısızlığı (hatta tek başına isyanın başlangıcı bile), ciddi bir siyasi örgütlenme ve liderlik krizi tarafından belirlenmişti. İsyanı başlatmak zaten bir hataydı, ancak partinin yenilginin boyutunu sınırlamadaki yetersizliği de eşit derecede ciddi bir zayıflık idi.

İsyan ile devrim arasındaki ayrıma, burada parti ile ayaklanma arasındaki temel çelişkinin kabulünü de ekleyebiliriz. İlk bakışta Alman Komünist Partisi, yetenekli ve gerçekten devrimci liderlerden yoksun değildi. Parti liderliğinin neredeyse tamamı, meclisi içeriden dağıtmak ve kitleleri daha büyük ve daha etkili bir siyasi olgunluğa çağırmak için bir tribün olarak kullanmak üzere Ulusal Meclis seçimlerine katılma gereği konusunda Rosa Luxemburg ile hemfikirdi. Bu liderleri ve mücadele çizgilerini demokratik çekingenliğe feda etmekle suçlamalı mı? Ya etkili olduğunu düşündükleri tek programı yetki kullanarak onaylamak yerine oylamaya sunmalarını?

Parti ile isyan arasındaki çelişki, parti [modelinin] son elli yıldır sınıf mücadelesi alanında geçirmekte olduğu son derece şiddetli krizin şartlarını ön plana çıkarmaktadır. Bunun nedeni kesinlikle parti siyasi liderliğinin yerine isyancıların savaşma iradesinin saf ve basit ifadesinin konması gerektiği fikrinin gerçekçi bir öneri olması değildir. Daha ziyade, asıl neden, birçok durumda sömürülen sınıflara tekabül eden partilerin, ya bu sınıfların devrimci gelişimini destekleyememeleri ya da aksi takdirde devrime değil isyana evrilecek mücadele potansiyelini gelişim sürecine kanalize edememeleridir.

1919’un Alman Komünist Partisi, sınıfın herhangi bir şekilde gelişimini teşvik edecek zamana sahip değildi çünkü isyan, partinin kuruluşundan birkaç gün sonra çoktan patlamıştı. Değerlendirmemiz gereken, o partinin neden isyan halinde bir sınıfın gruplaşması olmakla kalmayıp gerçek bir parti olamadığıdır.

Bir siyasi partinin, üyelerinin bir kısmının ya da kendi ideolojisine yakın duran insanların arzuladığı, eli kulağında bir isyana düşmanca yaklaşması alışılmadık bir durum değildir. Kolektif bir gerçeklik olarak bir parti (veya belki daha spesifik olmak daha iyidir: bir sınıf partisi), isyan tarafından belirlenen kolektif gerçeklikle rekabet içinde bulabilir.

Sınıf partileri ve sendikalar, nesnel gerçeklikler oldukları ölçüde kolektif gerçekliklerdir: yani, bu gerçeklikler, sınıf içinde ve sınıf ile dışarısı arasında var olan kompleks ilişkilerin yapılarını nesnel olarak oluşturdukları ölçüde kolektiftir. Tam da bu kapsamlı karakterleri nedeniyle sınıf partileri ve sendikalar, eli kulağında isyana düşman olabilirler. Aslında isyanda nesnel, kolektif, kapsamlı, dışlayıcı bir gerçeklik kendini gösterir. Partiler ve sendikalar, isyan tarafından isyanın “öncesi” ve “sonrası”na itilir. Ya kendi değerlerine ilişkin benlik bilinçlerini geçici olarak askıya almayı kabul ederler ya da kendilerini isyanla açık bir rekabet içinde bulurlar. İsyanda artık partiler ve sendikalar yoktur: sadece muhtelif iddialar taşıyan gruplar vardır. Partilerin ve sendikaların örgütlenme yapıları isyanı hazırlayanlar tarafından kullanılabilir ancak isyan başladığında, parti ve sendikanın değerlerinin değil yalnızca isyana içkin değerlerin etkin bir şekilde onaylanmasını garanti eden basit araçlar haline gelirler. Parti ve sendikaların ideolojileri isyancılarınkiyle aynı olabilir ancak isyan anında isyancılar bu ideolojilerin yalnızca sembolik bileşenlerini algılarlar. Partiler ve sendikalar kendileri gibi davrandıklarında bu gerçekleşmez. Partinin ya da birliğin yaşamında ideolojinin sembolik bileşenlerinin ağırlığı eksik değildir ancak bu sembolik bileşenler asla tek ideolojik unsur olmazlar: sınıf partisi ve sınıf sendikası, tarihsel zaman ve mekanda yüzen yapılardır; isyan ise tarihsel zaman ve mekanın askıya alınmasıdır. Burada özellikle askıya alma diyoruz, kaçınma demiyoruz çünkü kaçınma genellikle tarihin acıları karşısında zayıflığın zorunlu olarak dayattığı bir seçim olarak anlaşılırken, isyan -tarihsel zaman ve mekânın askıya alınması- kesin bir stratejik seçime karşılık gelebilir. O halde söylemek istediğimiz şey, isyanın bir kaçınma da olabileceği ama yalnızca bir kaçınmadan ibaret olamayacağıdır.  

Sınıf partisi veya sendikasının yaşamına katılım, içinde sınıf bilincinin kendisini dışsallaştırdığına inanılan kesintisiz bir dizi eylemin seçimiyle belirlenir. İsyana katılım ise dışarıdan bakıldığında stratejik bir bağlama yerleştirilmiş olarak görülebilen ancak içeriden bakıldığında mutlak anlamda özerk, yalıtılmış, uzun süreli sonuçlarından bağımsız kendi içinde geçerli görünen, kendi içine kapalı bir eylemin seçimiyle belirlenir.

Bir sınıf partisinin veya sendikasının üyeleri, bir isyanın stratejik olarak ne kadar fırsat taşıdığına bu şekilde karar verebilirler: ancak bu partinin veya sendikanın ömrünü geçici olarak askıya almaya karar verdikleri anlamına gelir. Böyle bir karar, stratejik bir bağlamda ele alınıp kendi içine kapalı bir eylem olarak değil öngörülebilir ve belirlenmiş etkiler yaratacak bir neden olarak, isyana dışarıdan bakıldığında öngörülebilir olan birtakım sonuçlar tarafından motive edilebilir. Ancak bu, isyanı kendi iç gerçekliğinden değil dış gerçekliğinden dolayı seçmek anlamına geldiğinden böyle bir seçim, bir azınlık tarafından yapıldığı ölçüde potansiyel isyancıları araçsallaştırır. İsyanı stratejik bir tercih olarak seçmemiş ama kendisini bir isyan vesilesiyle – o tercihi yapmış kişilerin önünü açtığı bir vesile –  karşı karşıya bulan herkes araçsallaştırılacaktır. İsyandaki bütün eylemleri, isyanı stratejik olarak seçenler tarafından kullanılır. Lider kadrosunun isyana karar verdiği bir partiye veya sendikaya mensup isyancı bile araçsallaştırılmaya açıktır; zira bir partiye veya bir sendikaya katılım, parti veya sendika liderliği, hatta bu liderlerden sadece birkaçı tarafından yapılan stratejik bir isyan tercihine katılma anlamına gelmez. Parti ya da sendika ve isyan temelde birbirinden özerk iki gerçekliktir. Benzer şekilde bir partinin veya sendikanın bazı üyelerinin (partinin veya sendikanın bir parçasının, yani lider kadrosunun değil) isyanı seçmesinin partinin veya sendikanın kendisini içermediği söylenebilir. Ama tabii ki bunu söylemek de çok gerçekçi olmayacaktır, zira böyle bir seçim, bir partinin veya sendikanın isyan tercihine tekabül etmese de her halükarda -tarihsel sonuçlar açısından- parti veya sendikanın rıza dışı, [liderlik gibi] sorumlulukları olmayan örgütsel yapılarında isyan tercihinin imasını taşıyacaktır. Bir sınıf partisi ya da sendikası bir isyana dahil olamaz çünkü ölçeği, kolektif gerçekliği ve değeri isyanınkilerle aynı değildir. Ancak bunu söylemek de sadece teorik bir argüman olarak kalacaktır. Zira sınıf partisi ya da sendika, bahsettiğimiz anlamda isyana dahil olmasa bile gerçekleşmesi durumunda kaçınılmaz olarak isyanın sonuçlarına katlanmak zorunda kalır. Dahası, isyan sırasında partinin veya sendikanın en sorumlu üyeleri, her biri partinin veya sendikanın gelecekteki yaşamı ve sınıf mücadelesi için belirleyici sonuçları olan son derece ciddi sorunlar, çelişkiler ve seçimlerle karşı karşıya kalacaktır. Böylece isyan saatinde, parti veya sendika sorumlularının, bir yandan enerjik bir şekilde ona karşı eleştiriler yaparken istemeseler ve beğenmeseler de isyanı desteklemeyi seçmeleri gerektiği ortaya çıkabilir.

Spartakistlerin isyanı başarısız oldu. İsyancılar, iktidar araçları bir yana sembollerini bile ele geçirmeyi başaramadı. Nihayetinde isyan sona erdiğinde saldırdıkları iktidara önemli ölçüde hizmet etmiş oldukları da belirli oldu. Bunun tek nedeni on günlük çatışmalarda Berlin proletaryasının çok sayıda eylemcisinin ve liderliğinin neredeyse tamamının kaybedilmesi ve sınıfın bütün örgütsel yapılarının yok olması yüzünden değildir. Bunun bir nedeni de tarihsel zamanın askıya alınmasının ve tahliyenin vuku bulmasıdır, zira dört yıl boyunca bizzat kendilerinin askıya aldığı normal zamanı restore etmek isteyen iktidar sahipleri için bu kaçınılmazdır.   

Çok uzun süren bir bekleyiş spazmodik olma riski taşır. Sonuçları zamanda çok uzakta olan bir eylem, yıkımlara neden olabilecek uzun ve dramatik bir beklemeyi de temin etme tehlikesine sahiptir. Bu gibi durumlarda, gereğinden fazla uzayan bir bekleyişin yarattığı heyecanın istenilen anda ve istenilen şekillerde serbest bırakılmasını sağlamak gücü elinde bulunduranlar için çok iyi bir politikadır. Aksi takdirde biriken gerilim isyana değil devrime yol açabilir. Başka bir deyişle, enerjinin tahliye edilmesi kasten kışkırtılmazsa, bekleyişin gerilimi örgütlü devrimci enerjiye dönüşebilir. Böyle bir durumda, doğrudan çatışma muhtemelen çok daha sonra gelecek, ancak çok daha tehlikeli olacaktır çünkü çatışma öncesinde, yalnızca iktidarın sembollerini değil kapitalist devletin ekonomik ve sosyal yapılarının fiiliyatını da tehdit edecek şekilde devrimci güçlerin uzun bir konsolidasyon çalışması olacaktır.

Bu nedenlerle Spartakistlerin isyanı karşı çıktığı iktidar için faydalı olmuştur. Bu iktidar için normal zamanın restorasyonu hayati önem taşıyordu, ancak bir isyanın patlak vermesi ve ardından yaşanan tahliye yoluyla normal zaman geri getirilebilirdi.

Normal zaman yalnızca bir burjuva kavramı değil aynı anda zamanın burjuva bir manipülasyonun sonucudur. Burjuva toplumuna sakin bir dayanıklılık sağlar. Ancak uygun görüldüğünde kasıtlı olarak askıya alınabilir çünkü Savaş Ustaları acımasız manevralarını organize etmek için her zaman normal zamanın askıya alınmasına ihtiyaç duyar. Seferberlik planları, normal zamanın askıya alınmasını ve mümkün olan en kısa sürede -birkaç gün içinde- savaşın politik ve ekonomik gereksinimlerinin zorunlu kılındığı yeni bir zaman deneyiminin ortaya çıkmasını sağlar. Savaş sürdüğü sürece de insanlar farklı bir zamana yerleştirilmiş olacaktır. Başka bir deyişle, başka bir zaman deneyimi yaşamaya zorlanırlar. Askerler için saatler; nöbet değişimi, önceden belirlenmiş yürüyüş dizileri, siperlerin ve tahkimatların inşası, saldırılar, belirli hedeflerin yok edilmesi temelinde ölçülür. Gezici sahra mutfaklarının düzenli görünümleri (burada söz konusu olan savaş örneğine, yani I. Dünya Savaşı’na atıfla konuşuyoruz) değişen ritimlerin önemli bir teyididir. Askeri örgütlenme ve cephedeki durum tarafından koşullandırılan gıda tedariki günün ritmini temelden değiştirir. Artık, “çiftçi yorgun kulübesine döndüğünde” ya da siren sesini duyan işçiler yemekhanede buluştuğunda değil sahra mutfağı buharlı veya soğuk bereketiyle ortaya çıktığında yemek yenir. Kişi, fakir olsun zengin olsun ev yapımı yiyecekler değil koşulların, dolayısıyla zamanın hazırlamasına izin verdiği yiyecekleri yer. Zaman faktörünün zalimliği bu küçük düzenlemelerden daha da belirleyicidir çünkü cephede ne kadar fazla ölüm olmuşsa, kişi sahra mutfağında o kadar fazla yemek yer.

Savaş sırasında olağan zaman geçerli değildir. Askerler için aydınlık ve karanlık arasındaki geçiş yalnızca askeri operasyonlar için bir anlam taşır; gece hareket edersin, gündüz durursun. . . Unutmayalım ki, Birinci Dünya Savaşı’ndan bahsediyoruz, evde kalan siviller, İkinci Dünya Savaşı’nda şehir sakinlerinin yaşadığı kısıtlamalardan musdarip değiller, hava saldırıları daha yeni yeni başlıyor. Ancak buna rağmen, Birinci Dünya Savaşı sırasında şehirlerin ve kırsal kesimin sakinleri, kısaca siviller bile farklı bir zaman yaşıyordu. Birçok burjuvanın evi, birliklerin hareketlerini renkli bayraklar veya iğnelerle işaretledikleri haritalarla doludur. Her biri, savaş sırasında yaptığınız her şeyin yalnızca savaşın işlevi açısından önemli olduğunu bilir. Dolayısıyla, fabrikalarda da savaş için çalışılır, kişi eve döndüğünde de savaşın ritmine göre yaşar. [Normalde evde olan] çoğu eş, baba ve erkek kardeş cephededir. Gelecek için önemli olan her gerçek karar savaş sonrasına ertelenir. Hanede zaman Genelkurmay Başkanlığı’nda nasılsa öyle ölçülür. Ve zaman algısının en önemli kiplerinden biri olan bekleme, beklenmesi gereken şeylerin zoraki inşasıyla derinden değişmiştir, ki Genelkurmay Başkanlığı bunlara dikkat kesilmiştir.

Ancak savaş sona erdiğinde, bu dört yıllık bekleyiş bir çıkış bulmalıdır. Neticede dört yıl boyunca bir şey beklenmiştir. Bu “bir şeyin” zafer olmadığı kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. O halde artık bekleyişe hava vermek ve zaman deneyimini değiştirmek gerekir. “Barış zamanı, kutsal bir gece.” Ne yazık ki, ihtiyaç duyulan o kutsal gece, 1918 Kasım devrimi tarafından yeterince yerine getirilmemiştir. Bu arka planda, Berlin Reichstag’ından cumhuriyeti ilan eden Philipp Scheidemann, fazlasıyla mütevazi bir müjdenin fazlasıyla mütevazi müjdecisi olarak kaldı. Ne bu duyuruyu yapan kişi ne de duyurunun kendisi zaman deneyimini gerçekten değiştirmeye yetmedi. Daha fazlası gerekliydi: zira zaman deneyimindeki her gerçek değişiklik, kurbanlar talep eden bir ritüeldir. Hirodes örneğin, gelecek nesillerce kaçınılmaz olarak bir cellat olarak anılacaktı: masumların katliamı. Ama artık sadece acımasız bir kurban ritüeliyle yetinilemez: burada, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, zaman deneyimi ancak kararlı ve acımasız bir ritüel yoluyla değişebilirdi. “Her seçim, her eylem zamanla uyum içinde olmak demekti. . . Her şey sona erdiğinde, gerçek kahramanlardan bazıları sahneyi sonsuza dek terk etmişti.”

Eichhorn’u desteklemek üzere yapılan gösterinin sonunda, işçi grupları sosyal demokrat Vorwärts gazetesinin ve başkentin bütün önemli gazetelerinin genel merkezini ve matbaalarını işgal etmişti. Ertesi sabah, 5 Ocak’ta, işçiler banknot basan devlet matbaasını da işgal ettiler. Güvenilir tanık raporları, kağıt ve matbaa işlerini işgal etme kararının Berlin Kommandatur ajan provokatörleri tarafından yönlendirildiğini bugün kanıtlıyor. Aynı gün, devrimci komite isyancılara bazı silahlar dağıttı ve Savaş Bakanlığı’nı işgal etmeye çalıştı. İşçi grupları bu defa kendi iradeleriyle tren istasyonlarını işgal etti. Savaş sokaklarda neredeyse kesintisiz sürerken, devrimci komite uzun toplantılar yapıyordu: bu yorucu tartışmaların sonunda komite üyeleri hasımlarıyla müzakere etmenin gerekli olduğu sonucuna vardılar. Eş zamanlı olarak, Düsseldorf ve Bremen’de işçi ve asker konseyleri iktidarı ele geçirirken, Rheinland’da karşı-devrimci birlikler açık savaşta yenilmişti. Fakat, Berlin’de binlerce işçi sınıfı savaşçısı, -savaşın nasıl yürütüldüğü göz önünde bulundurulursa- uzun süre sürdürülemeyecek olan stratejik konumları savunmak için kendilerini feda etmişti (ve Berlin her açıdan sınıf mücadelesinin en sert çekirdeğini temsil ediyordu). 8 Ocak’ı 9 Ocak’a bağlayan gece, karşı-devrimci birlikler, Wilhelmstrasse’deki Rote Fahne’nin yazı ofisine makineli tüfekle ateş açtı, daha sonra tuzak korkusuyla erteledikleri bir taarruz denendi. Dokuzunda, ofisler terk edildi ve 10 Ocak akşamı, sosyal demokrat hükümet ile Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin ayaklanmayı tercih eden kesimi arasında müzakereler devam ederken Berlin Kommandatur birlikleri, hızlı bir saldırıyla fazla sayıda bağımsız sosyalisti ve komünist lideri tutuklamayı başardı. Aralarında Georg Ledebour – Ledebourg müzakere delegelerinden biriydi – ve Ernst Meyer de vardı. 11 Ocak’ın şafağında, başlangıcı da beyhude olan bu müzakereler yine beyhude bir şekilde sona erdi. Aynı saatlerde, işçiler tarafından işgal edilen Vorwärts ofislerinin ağır bombardımanı başlamıştı. Birliklerin ilk saldırısını püskürtseler de iki saat daha süren silah sesinden sonra hayatta kalan son üç yüz kişi koşulsuz teslim olmayı kabul etmek zorunda kaldılar. Bunun ardından, askeri birlikler Komünist Parti’nin Friedrichstrasse’deki karargahını yıktı ve Leo Jogiches ve Hugo Eberlein’ı tutukladı. O akşam, Rosa Luxemburg’un Wilhelmstrasse’deki Rote Fahne yazı işleri bürosundan ayrıldıktan sonra sığındığı Halle Kapısı’na yakın bir dairede Karl Liebknecht’in huzurunda bir toplantı yapıldı. Bu bölge artık çatışmaların merkezinde olduğu için Liebknecht ve Luxemburg, karşı-devrimci birliklerin henüz girmeye cesaret edemediği işçi sınıfı mahallesi Neukölln’de bir ailenin yanında kalmaya gittiler. Bu arada, Vorwärts’ı işgal eden işçiler teslim olmadan önce ele geçirilen tüm parlamenterler (birinci bar) öldürülmüştü. 13 Ocak’ta, büyük olasılıkla yanlış olan bir rapor, Liebknecht ve Luxemburg’un, Wilmersdorf’taki arkadaşlarıyla birlikte kalmak için Neukölln’deki oldukça güvenli konuttan ayrılmalarına neden oldu. Herkesin şiddetli tavsiyelerine rağmen Frankfurt’ta sığınmayı kesinlikle reddettiler. Wilmersdorf’ta Liebknecht ve Luxemburg, “olanların bilançosunu çıkarmak, olayları ve sonuçlarını tarihin büyük standardı ışığında değerlendirmek amacıyla bazı makaleler hazırladılar.” 15 Ocak akşamı saat dokuzda Liebknecht, Luxemburg ve Pieck saklandıkları yerde tutuklandılar ve Eden Oteli’ne götürüldüler. Birkaç saat sonra, Karl Liebknecht’in cesedi – bilinmeyen bir kişinin cesedi olarak – acil servise götürüldü; Rosa Luxemburg’unki, Lihtenştayn köprüsünden Landwehr kanalına atıldı, beş ay sonra orada yeniden yüzeye çıkacaktı. İsyan tarihsel zamanı askıya almaya devam etti: 1919 baharında, Rosa Luxemburg’un öldürülmediği, askerlerden kaçtığı, zamanı geldiğinde geri döneceği ve bir kez daha isyancıların başına geçerek onları zafere taşıyacağı efsanesi Berlin’in işçi sınıfı mahallelerinde dolaşıyordu.


*Furio Jesi, Spartakus: Simbologiadella rivolta’nın ilk bölümü. (Turin: Bollati Boringhieri, 2000)

Ege Çoban çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.

Exit mobile version