Site icon Terrabayt

Stavrogin’in İtirafı


Sovyet hükümetinin kötü huylu “barbarlığı”, Dostoyevski’nin ölümünden sonraki çalışmalarına ulaşılmasını sağladı nihayet. El yazmaları ile dolu birkaç kutunun keşfedilmesi ile birlikte, Avrupa’nın entelektüel hayatını giderek daha fazla etkileyen Rusya’nın en büyük yazarının edebi eserini yakında tam olarak okuyabileceğiz. Ortaya çıkan ilk örnek, Dostoyevski’nin Rusya’nın ilk devrimci hareketlerine[i] karşı kaleme aldığı Cinler adlı romanının sanki bir broşür gibi yazılan ve henüz yayımlanmayan ‘Stavrogin’in İtirafı’ isimli bölümüydü.[ii]

Bir bütün olarak romanın kendisi Dostoyevski’nin seçkin eserleri arasında yer almıyor: taraflı doğası onu kusurlu kılıyor. Bunun nedeni Dostoyevski’nin devrime karşı olması değil, roman – kısmen anti-devrimci duruşundan, ama çoğunlukla oluşturulma biçiminden dolayı- müphem ve çelişkili görünüyor. Belli ki Dostoyevski’nin politikacı ve broşür yazarı olarak kimliği, hiç de öyle sandığı gibi yaratıcı yazar kimliğiyle mükemmel bir uyum içinde değildi. Aksine, Dostoyevski’nin hayal gücünün dürüstlüğü ve cesareti ile yazarın karakterlerinin yaşadığı deneyimle özdeşleşmesi, onun bu kadar karakteristik olan yazınını, broşür yazarının amaçlarına karşıt bir tutum almaya zorladı.[iii] Bu büyük yazar, Rus devriminin insani arkaplanını, bütün sosyal ve entelektüel çevresiyle birlikte (dolayısıyla onu “meşrulaştıracak” şekilde), bir broşür yazarının dileyeceğinden daha canlı bir şekilde çağrıştıran karakterler yarattı. Sonuç olarak, Dostoyevski’nin bu içsel çelişkiyi broşür [Stavrogin’in İtirafı] formatını kullanarak aşmaktan başka alternatifi yoktu, bu da çelişkiyi sanatsal olarak daha derin ve görünür hale getirdi. Gorki’nin de bir zamanlar haklı olarak gözlemlediği üzere, Dostoyevski kendi karakterlerini karalar.

Böylece Dostoyevski, kapitalist toplumun insanlık dışı mekanizmasından ve şeylerin ruhsuzca nesneleştirilmesinden tamamen yoksun, ancak hala çağımızın daha derin iç çatışmalarını içeren bir dünyayı gözler önüne serer. Bu aynı zamanda ütopyacı bakış açısının da kaynağıdır: tüm sıkıntılara çarenin, saf insan ilişkilerinde, her insanda mevcut insan kalbini tanıyarak ve severek, sevgi ve nezakette bulunabileceği fikri.

İlk olarak, Dostoyevski’yi, Feuerbach’ın Hıristiyan karşıtı teolojisinden kısmen etkilenen eski mezhep inancını Hıristiyanlık ile uzlaştırmaya zorlar -böylece onu her iki konumu da tahrif etmeye iter. İkinci olarak, Dostoyevski her ne kadar karakterlerinin acılarının ve sorunlarının toplumsal kökenleri olduğunun farkında olsa da, yine de onları bireylerin tamamen kişisel, patolojik belirtileri olarak tasvir eder. Buna rağmen, çareyi Hıristiyanlıkta gördüğünü itiraf ettiği sürece salt bireysel bir çözüm onu tatmin etmez.Yine de ya da tam da bu sebepten, Cinler, Dostoyevski’nin en ilginç eserlerinden biridir. Diğer eserlerinde, mükemmelen tasvir edilen bireysel kaderler, Dostoyevski’nin özüne içsel ikilikleri kısmen gizlerken, Cinler‘de politik taraflılık ile şiirsel tasavvur arasındaki çelişki açık ve tam bir ifade kazanır. Dostoyevski’nin bir yazar olarak büyüklüğü, her karakteri, her insani ilişkiyi ve bugün bize şeyleşmiş kabuk[1] olarak sunulan çatışmaları neyse o haline dek soyabilme ve onları salt ruhsal çekirdeklerine indirgeyebilme konusundaki yeteneğindedir. Böylece Dostoyevski, kapitalist toplumun insanlık dışı mekanizmasından ve şeylerin ruhsuzca nesneleştirilmesinden tamamen yoksun, ancak hala çağımızın daha derin iç çatışmalarını içeren bir dünyayı gözler önüne serer. Bu aynı zamanda ütopyacı bakış açısının da kaynağıdır: tüm sıkıntılara çarenin, saf insan ilişkilerinde, her insanda mevcut insan kalbini tanıyarak ve severek, sevgi ve nezakette bulunabileceği fikri. Ancak tamamen bireysel ve bireyci olan bu çözüm, yazar için algılanamayacak kadar ince bir başkalaşım geçirir ve Hıristiyanlığın sevgi mesajı, elbette Rus Ortodoks Kilisesi’nin bir misyonu olarak görünür. [iv] Bu durum kaçınılmaz olarak girift karmaşıklıklara ve çelişkilere yol açar.

Bu büyük yazar, Rus devriminin insani arkaplanını, bütün sosyal ve entelektüel çevresiyle birlikte (dolayısıyla onu “meşrulaştıracak” şekilde), bir broşür yazarının dileyeceğinden daha canlı bir şekilde çağrıştıran karakterler yarattı. Sonuç olarak, Dostoyevski’nin bu içsel çelişkiyi broşür [Stavrogin’in İtirafı] formatını kullanarak aşmaktan başka alternatifi yoktu, bu da çelişkiyi sanatsal olarak daha derin ve görünür hale getirdi. Gorki’nin de bir zamanlar haklı olarak gözlemlediği üzere, Dostoyevski kendi karakterlerini karalar.

Bunun sonucunda, romanlarındaki karakterler, saf ve derin bir anlamda yarılıp iç çelişkilerle dolu bir atmosfere yakalanırlar. Bireyin kaderi tamamen kişisel insani ilişkilere indirgendiği sürece bu çelişkilerin dış çizgileri açıktır. Ancak bu indirgemenin tamamen mümkün olmadığı ya da Cinler’de olduğu gibi, böyle bir amacın hiç güdülmediği anda eserin tamamını kaçınılmaz bir biçimde gizler. Cinler’in yakın zamanda yayımlanan parçası, Dostoyevski’nin yaratıcı dehasının güçlü bir kanıtıdır. İç çelişkileri, burada, romanda başka herhangi bir yerde olduğundan daha az göze çarpar. Dostoyevski’nin dünyasının iki kutbu olan, içsel şüpheler ve ıstıraplarla tüketnen, çağdaş toplumda bocalayan adam [Stavrogin] ve Hıristiyan sevgi mesajı [Peder Tikhon] bu parçada, yalnız bir gece diyaloğunda karşı karşıya gelir ve birbirlerini kardeş olarak tanırlar. Sadece iyi niyetli adam için her insanın bir kardeş olması gerektiğinden değil aynı zamanda daha otantik ve samimi bir anlamda: içsel akrabalıkları ortaya çıkar ve her ikisi de bunun farkına varır.



Diyalog açıkça (dogmatizme düşmeden) Dostoyevski’nin sık sık tekrarlanan dini tezini bir sürü sözcükle ifade eder: ‘her şeyiyle ateist olan hala mükemmel inanç merdiveninin en üst basamağının bir altında durur’[v], kimse hakiki imana gerçek bir ateistten daha yakın değildir.’ Ancan, bu, aynı zamanda, Hıristiyanlığın, Dostoyevski’nin ‘Hıristiyan’ sevgi ve fedakârlık pratiğinde tanınabilir bir rol oynamadığını da doğrular. Sevgi ve iyilik, dost bir varlığın insansı özünün sezgisel anlayışı biçimini alır. Sevginin ve iyiliğin yararlı etkisi, kayıp ruhların takip edeceği yolun taslağını çıkarmaktır. (Suç ve Ceza’da Sonya, Budala’da Prens Mişkin).[vi]

Bununla birlikte, tam da Dostoyevski’nin aziz insan tipinin nihai edimleri, yani onun dünyasının zaferi, yazarın dünya anlayışının o derin iç çelişkisini ortaya koyar. İç görü sahibi bir iyilik, insan varlığının karanlık çaresizliğinin üzerindeki perdeyi kaldırsa da vicdan, aydınlık ışığını, benliğin iç karanlığına, acısına, günahına ve deliliğine yöneltse de bu bilgiyi bir kurtuluş eylemine dönüştürmeye yetmez. Doğru, Sonya, Raskolnikov’u, onu toplum dışına iten ve insan ilişkilerinden yoksun bırakan soyut günahlarının labirentinden çıkarabilir. Ancak bu olumlu unsur, yani Raskolnikov’un önünde açımlanmayı bekleyen yeni hayat, bir rüyadan başka bir şey değildir. Bu dönüşümü sergilemek istediği daha sonraki çalışmalarında, yazarın sanatsal haysiyeti, onu, tekrar tekrar tam da gerçek bir kararla karşılaştığı anda yüce insan tipinin başarısızlığını tasvir etmeye zorlamıştır. (Budala’nın sonu)

Ondan önce hiçbir yazar, belirli insan türlerinin trajedisinin toplumsal köklerini bu kadar titiz ve tutarlı bir şekilde analiz etmemiş, onları derinlemesine aydınlatmamıştır.

Yazar Dostoyevski’nin kendi iddia ettiği kuramlara ve bunların sonuçlarına inancı yoktur. Bu da onu Hıristiyanlıktan, hatta erken Hıristiyanlığın ayrılıkçı dirilişlerinden bile ayıran, asla itiraf etmemiş olduğu uçurumu doğrular. Aslında bu Hıristiyanlık, sevginin yenilmez gücü üzerine kurulmuştur: ruh sevgiye döner yüzünü ve tanınmadan doğan bu aşk acıyı ortaya çıkarır ve doğru yola işaret eder. Her ne kadar hatalı yolun toplumsal nedenleri olabilse de ondan kurtuluş tüm manevi olmayan kısıtlamalardan bağımsız olarak gerçekleşir. Ancak Dostoyevski burada farkında olmadan bir inançsızdır. İç görü sahibi iyiliği, acıyı aydınlatır ve acımasızca zayıflığı, pisliği ve aşağılamayı teşhis eden, insanda en kötüyü gören ve varsayan bir tür sinizm biçimini alır. Sevgi, acıyı ve günahı algılasa da her ikisi de insanın düşkün doğasında çok derinlere kök saldığından sevginin faydası dokunamaz. Ne insan anlayışının gücü ne de sevgi dolu insan ilişkileri, acı ve günahı ortadan kaldıramaz. Bunun nedeni, sapkın ve günaha giden yolların insanların aşamadığı insanlık halinden kaynaklanmasıdır.

Böylece Dostoyevski’nin insan varoluşunun toplumsal temelini saf ruhun toplumsal temeline, zorunluluğa dönüştürmek için yürüttüğü ümitsiz mücadele, başarısızlığa mahkûmdu. Ancak bu başarısızlık, büyüleyici bir sanatsal başarı doğurdu. Ondan önce hiçbir yazar, belirli insan türlerinin trajedisinin toplumsal köklerini bu kadar titiz ve tutarlı bir şekilde analiz etmemiş, onları böylesine derinlemesine aydınlatmamıştır.

Stavrogin’in İtirafı’nın eşsiz edebi değeri bundan kaynaklanır. Bazen bir şekilde Lermontov’a benzeyen Cinler’in kahramanı Stavrogin, romanda abartılı bir biçimde, romantik bir izlenim verirken, en ahlaksız işlerinin Hıristiyan ve sözlü itirafı dolayısıyla kendisini ilk kez tam anlamıyla olduğu kişi olarak gösterir: Turgenyev, Gonçarov ve Tolstoy tarafından da çeşitli biçimlerde ‘gereksiz adam’ şeklinde tasvir edilmiş olan o geçiş halindeki Rus tipinin en sahici cisimleşmesidir. Rus entelijensiyasıdır karşımızda duran, ki insan tipi olarak güç ve yeteneğe sahiptir (Stavrogin şeytani bir güce ve yeteneğe sahiptir) ama Rusya bağlamından bunlardan hiç faydalanamaz. Sonuç olarak, Turgenyev ve Gonçarov’un kahramanlarında hiçe dönüşüp eriyen bu nitelikler, Dostoyevski’nin kahramanlarında anlamsız, saçma, düşkün, hatta gülünç suçlara yol açabilir.

Şimdi, Rus aydınlarının en dürüst üyelerini bu kadar erkenden devrimciye dönüştüren o dipsiz umutsuzluk ve çaresizlik uçurumu genişliyor. Entelijansiyanın hayatta hakiki anlam ve amaç arayışının nihayetinde intihar, yoksunluk veya devrim dışında bir alternatife varmadığını gördüğümüzde ürpeririz (Stavrogin intiharı seçmiştir).[vii] Bir broşür yazarı olarak devrime ne kadar tutkuyla direnmiş olsa da bu acılara hangi inançla dini bir çözüm önermiş olsa da yine devrimin gerekliliğine bizleri en açık şekilde inandıran tam da bu Dostoyevski’dir. Devrime dair telaffuz ettiği politik lanet, beklenmedik bir şekilde, devrimin mutlak, manevi zorunluluğunun sanatsal bir biçimde yüceltilmesine dönüşür.


Kaynak: Kadarkay, Arpad. (Ed.) (1995). Lukacs Reader. Mashachusetts: Blackwell pp. 174-178.
Türkçe’ye Bartu Şanlı çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.


[1] Kullanılan kabuk (shell) kavramı gerçeklik ile temsil arasındaki dolaysızlığın kaybedildiğine dair bir benzetmedir.  (ç.n)

[i] Dostoyevski’nin Cinler adlı kitabının orijinal versiyonunun 9. bölümünün ikinci kısmı olan ‘Tikhon’da’ genellikle ‘Stavrogin’in İtirafı’ olarak anılır. Bu bölüm, onu şoke edici bulan yayıncının bölümün hem yazarı hem de romanı tehlikeye atacağını hissetmesi üzerine dışarıda bırakılmıştı. Dostoyevski bunu kabul etti ve bu bölüm yazarın yaşamı boyunca romana asla dahil edilmedi. Lukacs’ın dokunaklı ‘Stavrogin’in İtirafı’ metni, Dostoyevski’nin çalışmasının Almanca baskısına dayanmaktadır. Bkz Die Beichte Stawrogins (Munich, Mussarion Verlag, 1923).

[ii] Dostoyevski’nin diğer hiçbir romanı Cinler kadar tartışmalara yol açmadı. Sovyetler rejiminde roman, gerici ideolojinin amblemi haline geldi ve ‘toplumsal olarak sosyalizm davası için iğrenç ve zararlı’ diye kategorize edildi. Komünist basın, edebi kusurları üzerinde dururken siyasi nedenlerden dolayı ona saldırma fırsatını asla kaçırmadı. Lukacs’ın ‘Stavrogin’in İtirafı’ndaki iddiası devrimci idealleri ve dogmaları geçersiz kılıyor. Şeytan ve olumsuzluklarla dolu Mefistofelesvari bir yıkım havarisi olan Stavrogin’in her şeye izni vardır çünkü herhangi bir ahlaki kurala tabi değildir. Dostoyevski, Tanrı’ya ve topluma kendi nihilist egolarının gücü ile ‘meydan okuyanları’ ‘iyi ve kötü’nün ötesinde kasıtlı eylemlerle kişileştirir.

[iii] Dostoyevski bir zamanlar şöyle yazdı: ‘Metnin sanatsal tarafının mahvolup mahvolmadığına dair bir şeyler söylemek istiyorum … Sadece küçük bir broşüre dönüşse bile, kalbimde yatan her şeyi söyleyeceğim’ Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Irvıng Howe, ‘Dostoyevsky: The Politics of Salvation’, in Dostoyevsky. A Collection of Critical Essays, ed. Rene Wellek (Englewood Cliffs: Prentice Hall, 1962), pp. 63-70.

[iv] Birçok yönden Dostoyevski’nin Cinler’deki alter egosu olan Shatov, ‘Tanrı’nın kişiliğinin var olduğu andan itibaren sonuna kadar tüm ulusun sentezi olduğunu’ savunurken, Stavrogin ise ‘Tanrı’yı sadece ulusal bir vasfa indirgediği’ için onu yerden yere vurur. Shatov sert bir şekilde cevap verir: ‘Tam tersine, ulus’u Tanrı katına çıkartıyorum. Gerçekten de, aksi hiç yaşandı mı?’ Dostoevsky, The Possessed, tr. Andrew R. MacAndrew (Penguin, 1962), pp. 237-8. Çev. Dostoyevski, Cinler, çev. Ergin Altay, (İletişim, 2015).

[v] Cinler, p.412

[vi] Dostoyevski’nin kendisinden önce Milton gibi,  Şeytan’ıyla Tanrısı’ndan daha iyi iş çıkardığı sıkça gözlemlenmiştir. Böylece Dostoyevski’nin iyi ve aziz karakterleri olan Budala’daki Prens Mişkin, Cinler’deki Peder Tikhon ve Karamozov Kardeşler’deki Peder Zosima, romanlarında bolca bulunan insan kılığındaki şeytanlarda daha az inandırıcı ve dramatiktir. Buna elbette, aziz ve dramatik olmayan figürlerin iddiasız, dolayısıyla dramatik olmayan, donuk karakterler olduğunu söyleyerek yanıt vermek mümkündür.

[vii] Zengin toprak sahibi Stavrogin, sakat ve çılgın bir dilenciyle evlendi. Tecavüz ettiği kız çocuğunu intihara sürükleyen iblis güdümlü sadist, devrimci fikirlerle oynayan ruhsuz entelektüel ve Uri Kantonu’nun vatandaşı, kapının önünde asılı halde bulundu. Masanın üzerinde şu sözlerle bir not bırakmıştı: ‘Kimseyi suçlamayın, kendim yaptım.’ The Possessed, p. 692.

 

Exit mobile version