Site icon Terrabayt

Spekülatif Nağmeler: Quentin Meillassoux ve Florian Hecker Hiperkaos Söyleşiyor

Quentin Meillassoux (Kuanten Mey-yasu) 1967 doğumlu Fransız bir filozof. 2006 yılında yayınladığı Après la finitude [Sonluluğun Sonrası] kitabının ardından büyük yankı uyandırdı; hakkında kitaplar, makaleler, mastır ve doktora tezleri yazıldı; düşüncesi sanat eserlerine konu oldu, hatta “spekülatif realizm” denen çağdaş bir düşünce akımı onun “korelasyonculuk” kavramını adeta amblemi olarak benimsedi, kimi felsefeleri yıkmak için koçbaşı olarak kullandı, kullanıyor. Temel eseri olmasını beklediğimiz İlahi Yokluk (Inexistence Divine) henüz yayınlanmadan ikincil literatürün çığ gibi büyüyor olmasında elbette sanatın ve düşüncenin bir endüstri haline gelmiş olmasının payı var, fakat piyasanın yarattığı değerin filozofun gerçek değerini parlatmasının veya matlaştırmasının panzehiri elbette birincil kaynaklar: Türkçede şimdiden üç kitabı[1] ve bir söyleşisi yayınlandı[2], böylece ikinci bir söyleşisi daha yayınlanmış oluyor.

Quentin Meillassoux’nun projesi, kabaca, Berkeley/Kant’tan beri süregeldiğini, felsefede örtük bazı kararlara dayandığını düşündüğü “Korelasyon Çağı”ndan spekülatif bir materyalizm adına çıkmayı denemektir. Meillassoux korelasyonculuk deyince düşünceden bağımsız bir varlığa düşünce yoluyla erişmenin olanaksızlığını savunan tüm felsefeleri anlar; buna göre, zaten-hep bir “düşünce-edimine” bağlılaşık (corrélé) olmayan bir “nesne”ye asla erişimimiz yoktur. Sonuç olarak, korelasyonculuk, tüm materyalizmlere karşı, düşüncenin kendinden çıkıp öznelliğimizin kavrama tarzlarından henüz etkilenmemiş bir dünyaya erişemeyeceğini vazeder.[3] Meillassoux, Berkeley/Kant sonrası felsefeleri korelasyonculuklar olarak ve çeşitli korelasyon tiplerini mutlaklaştıran öznelci metafizikler olarak ikiye ayırmaktadır. Örneğin Kant’ı, Heidegger’i, Wittgenstein’ı korelasyoncu felsefeler olarak çözümlerken Berkeley’i, Hegel’i, Deleuze’ü korelasyonu mutlaklaştıran, gerçekliğin bizzat içine yerleştiren öznelci metafizikçiler (öznemsiciler) olarak çözümlemektedir. Meillassoux spekülasyon ile metafizik kavramlarını birbirinden ayırır; ve metafizik-olmayan, spekülatif bir materyalizm ortaya koymaya çalışır. Spekülatif bir materyalizmden anladığı şey, düşüncenin mutlak (korelasyonel-olmayan) bir kapsamının olduğu iddiasıdır; düşünce (paradoksal görünse de) düşüncesine bağlı olmayanı, bağsız olanı (absolutus – mutlak) düşünebilmektedir; düşünce, “öznelliğin kavrama tarzlarından etkilenmemiş bir dünyaya” erişebilmektedir. Başka bir deyişle, düşünce, korelasyonel yapılarına göre olmayan şeyleri (örneğin, -tercihe göre- transandantal formların, dilin, bilincin, yaşamın, gücün, tarihin vb. kavrama tarzlarından etkilenmemiş) mutlak bir şeyleri düşünebilmektedir. Spekülatif materyalizm bir metafizik değildir ona göre, çünkü düşüncenin düşüncesinden bağımsız olarak düşünebildiği şey örneğin atomlar, boşluk, oluş, güç, yaşam vb. veyahut ideler, monadlar, ruhlar, tanrı(lar), tin vb. gibi gerçek ve zorunlu (başkası düşünülemeyecek) entiteler değil, varolan veya varolabilecek her şeyin içinde olumsal olduğu, ve her şeyin bu olumsallığının zorunlu olduğu bir zamandır; yani düşünce, (Meillassoux’nun adlandırmasıyla) hiperkaotik bir zamanın bağrında düşünce dâhil her şeyin olumsal olduğunu, ve bu olumsallığın zorunlu olduğunu çeşitli öznellik biçimlerinden, düşünme koşullarından, korelasyonlardan, vb. bağımsız şekilde, bir mutlak olarak düşünebilmektedir.

Düşünce düşüncesinden bağımsız bir zamanı, düşünceyi de barındırabilecekler dâhil sonluötesi (transfinite) “sayıda” dünyaları/gerçeklikleri üretebilecek bir zamanı düşünebildiği için bu felsefe bir spekülasyondur, fakat bir metafizik değildir çünkü hiperkaotik dediği bu zamandan zuhur etmiş, şu an içinde yaşadığımız gerçekliği/realiteyi zorunlulaştırmaz. Meillassoux’ya göre, hiperkaotik zaman, şimdiki gerçekliğimiz dışında bambaşka gerçeklikler, evrenler, dünyalar, entiteler, olgular ortaya çıkarmış olabilirdi ve hala çıkarabilir. Sonuç olarak, şu an içinde yaşadığımız dünyayı/evreni kuran, kurmakta olan doğa yasaları en temelde hiperkaotik zamandan (ex nihilo) zuhur etmiş olgulardan ibarettirler, zorunlu değil olumsaldırlar; bu bakış açısından bir vazo ile kütleçekim yasası arasında olgu olmaları bakımından bir fark yoktur. Belki de bu nedenle şimdiden felsefe tarihinde önemli bir milat olarak görülen 2007 tarihli Spekülatif Realizm konferansının ikincisine, spekülatif realist değil spekülatif materyalist olduğu gerekçesiyle, katılmamıştır. Çünkü Meillassoux’nun spekülatif materyalizmi şu an içinde yaşadığımız realiteyi/gerçekliği olanaklı gerçekliklerden sadece bir tanesi, diğer olanaklılar gibi olumsal bir tanesi olarak görmektedir; ve şimdiki gerçekliğimizin esasını, içinde yaşadığımız bu dünyanın neden böyle olduğunu gerçek ve zorunlu (başkası düşünülemeyecek) nedenlere dayanarak açıklamaya çalışan her felsefeyi metafizik olarak görmektedir. Metafizik olmayan bir materyalizm açısından madde zorunlu (başkası düşünülemeyecek) yasalarca belirlenmiş bir res/şey olarak değil, (çelişkisiz) her şeyi üretebilecek, hatta (olumsal) bir tanrıyı/tanrıları üretebilecek bir zaman olarak düşünülmektedir. 

İşte elinizdeki söyleşide müzisyen Florian Hecker, böylesine tuhaf bir zaman anlayışının nasıl hissedilir kılınabileceğini sorguluyor ve Meillassoux’nun birçok kitabının, makalesinin İngilizce çevirmeni, çağdaş düşüncenin önemli merkezlerinden Urbanomic’in ve Collapse dergisinin editörü Robin Mackay bu konuşmaya eşlik ediyor. Söyleşi 2010 yılında Meillassoux’nun evinde gerçekleşti ve ilk defa Urbanomic internet sitesinde “Speculative Solution” adıyla yayınlandı.

Kağan Kahveci


[1] Sonluluğun Sonrası, çev. Kağan Kahveci, İş Kültür Yayınları; Spekülatif Materyalizm: Varlık, Zaman, Adalet, Din, Bilim, çev. ve der. Kağan Kahveci, Pinhan Yayıncılık; Bilimkurgu ve Bilimdışı Kurmaca, çev. Osman Şişman, Yort Kitap.

[2] Yeni Materyalizm: Görüşmeler ve Kartografiler içinde Quentin Meillassoux, çev. Esra Erdoğan,  Yort Kitap

[3] Yineleme, Tekrar-Yineleme, Tekrar. Anlamdan Yoksun Göstergenin Spekülatif Analizi, Spekülatif Materyalizm, Pinhan


Florian Hecker: Seste, sürpriz ve ani değişim kavramlarıyla çok ilgileniyorum; öyle ki, parça süresince, bir ses yapısını gösteren bir süreçten diğerine bariz bir bağlantı olmayacak şekilde, bir şeyin bir hali tamamen başka bir şeye değişebilir. Robin bana sizin kitabınızdan bahsettiğinde [Après la finitude – Sonluluğun Sonrası], o sırada Acid in the Style of David Tudor üzerine çalışıyordum. Sesin kaynağına dair, çok doğrudan, belki düzanlamlı, şöyle bir fikrim vardı: Ses, aslında kaotik denklemlerin bir tür sonifikasyonudur [fiziksel verilerin sese dönüşmesi -ç.n.] Öte yandan, üzerinde çalışmakta olduğum birçok parça, belli sesleri sentezlemek için böyle doğrusal-olmayan fonksiyonları olduğu gibi kullanmıyor. Ve, doğrudan kaostan ‘çıkarıp’ bir ses yapmak gibi bir fikirden ziyade, bahsettiğim bu sürpriz mefhumunu ve ani değişimi keşfetmekte nasıl kullanılabileceğiyle ilgileniyordum: bu son derece dinamik formu parçanın içine getirmek istiyordum.

Sonra kitaba daha yakından baktığımda, Hume’un bilardo masasından bahsettiğiniz yerde, beni besleyebileceğini düşündüğüm bir fikirle karşılaştım: Sabit yasaların yokluğu, sadece bilardo topları arasındaki hareketleri değil,  masanın dışındaki koşulları da değiştirecektir. Robin’le bu sabah konuştuğumuz şey, bahsettiğiniz sürekli değişim olanağı gibi bir şeyin bir parçada kendisini nasıl gösterebileceğiydi; ve bu parça, sizin bu fikrinizin sırf bir sonifikasyonu değil bir çeşit “alet kutusu” olmalıydı. Son birkaç hafta içinde, parçanın kendilerini tamamen sesin dışında gösterecek sekanslara veya bölümlere sahip olması oldukça önemli görünmeye başladı: belki seste belirli bir andan itibaren ilerleyen bir metin, bir dinamik yaratabilir ve sonunda vardığımız nesne veya eser bir şey temsil etmez; yani bu bir enstalasyon kaydı olmaz, kavramlarınızın bir sonifasyonu veya illüstrasyonu olmaz. Duschamp’ın Boîte en Valise’i [Valizdeki Kutu], parfüm ve ilaç ambalajları, karton kutular ve aynı zamanda, daha genel olarak, şeylere (başka biçimlerin temsilcileri gibi değil) oldukları gibi bakma fikrini tartıştık. Belki de metin, ambalaj, CD’deki parça, aracılığıyla dinleyici, değişim ve inanılmaz dinamikler hakkındaki fikirlerinizle ses deneyimi arasındaki bağlantıyı tamamlar.

Quentin Meillassoux: Evet, çok ilginç. Hiperkaos’un özgüllüğü, onun kaosun uç bir biçimi olmamasıdır; yani kaostan da fazla düzensizlik değildir. Hiperkaos, düzendir veya düzensizliktir; düzen ve kalımlılık anlamına da gelebilir, olanın tam bir yıkımı anlamına da gelebilir. Bunu kavramsal, görsel, sessel olarak aktarmanın zorluğu, hiperkaos’un, her gerçeklik durumuna (düzene ya da düzensizliğe) uygun bir şey olmasıdır. Bilimkurgu üzerine vaktiyle yazdığım bir makalede bilimkurgunun bilim uzayının içinde bir kurgu olduğunu söylüyorum. Bilim uzayının içinde, düzensizliği, rastlantıyı bir düzenin içindeki, bir sürekliliğin içindeki bir düzensizlik olarak düşünmeniz gerekir. Ama ben, içinde bizim hayatta kalabileceğimiz, fakat bilimin kalamayacağı bir dünya hayal etmeye çalıştım. Bu dünya nasıl olurdu: Bizim fenomenal olarak erişebildiğimiz (yani kavrayabildiğimiz, içinde yaşayabildiğimiz, görebildiğimiz), ama bilimsel olmayan bir dünya?

Bilim yok olmuş; bu dünyada olanaklı değil. İçinde yaşayabildiğiniz, ama bilimin hayatta kalamayacağı bu dünya nasıl olurdu? İçinde biraz düzenin olduğu bir dünya olurdu; ama bilim için, düzensizlik ölçeği çok geniştir, bilim için fazla bağlantısızdır. Örneğin, şeyler oradadırlar, ama bazı zamanlarda öylece gidiverirler, gözden kaybolurlar. Newtoncu bir dünyanın içindesindir, ama bazen Einsteincı bir dünyadır bu. Deneyimleyebildiğin bir dünyadır; ama bilim orada hayatta kalamaz, çünkü laboratuvar deneyinin sonlu bir süresi olacaktır. Neden bunlardan bahsediyorum? Çünkü hiperkaosu, bir sürekliliğin içinde, hissedilir kılmak üzere görselleştirmenin –ve belki aynısı, onu akustik olarak gerçekleştirmek için de geçerlidir– yegâne yolu budur. Çünkü bu bir deney(im) olacaksa, deney(im) için süreklilik gerekir.[1]

Fakat aynı zamanda, rastlantıya/şansa dair bilimsel kavrayışla açıklanamayacak kadar uzun olmasını istersin bu deneyimin. Örneğin, bu dünyada, içinde kuantum fiziğinin hayatta kalamayacağı kadar uzun bir deney yürütebilirsin (şansın, özgül olasılıklara ilişkin kuantum kavrayışı bu deneyin içinde hayatta kalmazdı). Fakat hala, benim şeylerin kazaları (accidents des choses) dediğim olanaklar yine de gerçekleşebilirdi. Bir araç sürdüğünüzdeki gibi olurdu, örneğin: Başka sürücüler vardır, şeyleri öngörebilirsiniz, hayatta kalabilirsiniz. Ama bazen, bir kazaya karışırsınız, ve ölebilirsiniz. Dolayısıyla, içinde deneyimlerinizin olabileceği, ama bilimin hayatta kalamayacağı, varolamayacağı bir dünyada sahip olacağınız davranışlar, tıpkı araç kullanırken diğer sürücülere karşı sahip olacaklarınız gibi olurdu. Bazen ölebilirsiniz, çünkü şeyler gelip çarpışıverirler. Ve bana kalırsa önemli olan şey şu: Benim hiperkaos hakkında söylediklerimin fenomenal bir muadilini (analogon) illa istiyorsanız, bu çeşit bir dünya hayal edebilirsiniz. Ama soru şu: Böyle bir dünyayı nasıl görselleştirebilirim; yani benim orada deneyim sahibi olabileceğim, ama bu deneyimin bilime olanak vermeyeceği bir dünya? Elbette, formel açıdan bu imkansız: Leibniz herhangi bir silsilenin/sekansın, ne kadar düzensiz olsa da, daha gelişmiş bir yasanın bir örneği olarak daima kavranabileceğini söyler. Yani Leibniz için mucizeler yoktur; çünkü her mucize sadece bir yasadır, ama hâlihazırda bildiğimizden daha karmaşık bir yasa.

Ve benzer şekilde, asla düzensizlik yoktur bir anlamda; çünkü, düzensizlik, senin beklediğinden başka bir düzendir sadece. Çalışırken odanın içi düzensiz gibi görünebilir, ama her kitabı, her diski, ve diğerlerini nerede bulacağını bilirsin. Orada bir düzen olduğunu bilirsin.

Dolayısıyla, düzenin formel olarak hala olanaklı olduğu fikrini dışarda bırakmak zordur; bu itirazlar her zaman gelebilir. Ve şu nedenlerle, şu iki nedenle düzensizliği, saf düzensizliği fiilen gösteremezsiniz: Birincisi, deneyimin süresi nedeniyle; ve ikincisi, formel açıdan, bir düzensizliğin sadece daha karmaşık bir düzenlilik olduğunu her zaman söyleyebilirsiniz. Problem aslında bir ressamın da sahip olabileceği bir problem: Ressam, aşkınlığı göstermesi gerektiğinde, onu gösteremez; ve ışıkla vesaire aşkınlığın bir muadilini yapabilir sadece. Pekala, benim için en iyi muadil, sürekliliğin olduğu bir dünyadır, ve içinde saf kırılmalar vardır; klasik olasılık açısından fazla sert kırılmalar. Ve bu kırılma, saf düzenin ortaya çıktığı bir kırılma olabilir (benim hiperkaos hakkında söylediğim çok önemli bir şeydir bu: Hiperkaos, bir zaman teorisidir, zamanın oluş (devenir/becoming) olmadığını göstermek isteyen bir teori). Oluş, zamanın sadece bir vakası olabilir. Çünkü hiperkaos sadece bir düzensizlik değildir; aynı zamanda, ufak statik dünyaların da üretimidir (içinde kesinlikle oluş olmayan dünyaların üretimi; hiperkaosla tutarlı bir olanaktır bu da). Bu nedenle, ben hiperkaos hakkında konuştuğum zaman, şunu söylüyorum: Kaos, her şeyi, oluşu bile yok edebilecek bir zamandır. Hiperkaos böyle bir şeydir: Düzeni yok edebilir, ve oluşu da yok edebilir; ve mükemmel bir klasik düzen de kurabilir. Benim n’importe quoi [herhangi bir şey] dediğim, bir düzensizlik değildir, bahsettiğim oluş değildir.

Herhangi bir şey, tüm bunların bir bağlantısızlığıdır; ve aynı zamanda, tüm bunların art arda gelmesinin olanağıdır. Mesela senin, Florian, biraz Mozart yapabilecek olman gibi…

Bu bilimsiz dünyayı hayal ettiğim zaman karşılaştığım zorluğun tam olarak bir sanatçının karşılaşabileceği türden bir problem olduğunu düşünüyorum: onu figürleştirmek, bir muadilini bulmak –mükemmel olmasa da, çünkü onu gösteremezsin, ama doğrultusunu göstermen gerekir.

Robin Mackay: Bu noktada, Kant’ın argümanından uzak bir konuma yerleştiğine dikkat çekmek önemli olacaktır; çünkü Kant’a göre, herhangi bir şey herhangi bir zamanda değişebilseydi, deneyim diye bir şey olanaksız olurdu. Bana kalırsa, bu ‘fenomenal muadili’ yaratmak konusunda önemli bir parallellik var burada. Çünkü birinin başlangıç içgüdüsü, hiperkaosu bir beyaz gürültü olarak, mümkün en az bilgi olarak, temsil etmek olurdu: Kant’ın kararıdır bu; hiperkaos durumunda hiçbir bilginin, hiçbir özelliğin olmayacağını söylerdi. Öte yandan, eğer kararınızı Kantçı argümana karşı verirseniz, o zaman şu problem ortaya çıkar: Temsil edilebileceklerin sınırlı kapsamı içinde, hiperkaos mefhumuna rasyonel bir erişim başlatan bir şeyi temsil etmek. Ses parçasını bir metin aracılığıyla genişletmekten bahsetmemizin sebebi tam da bu; böylece, hiperkaosu temsil etmeye çalışmaktan ziyade onu kavramanın bir alet kutusu haline gelebilir.

QM: Bir muadilden bahsetmemin sebebi buydu. Fakat ilginç olan, transandantal olarak imkânsız bir fenomenal deneyimi üretme fikri –budur önemli olan. Transandantal çıkarsama (deduction) konusunda göstermeye çalıştığım şey bu; Kant’ın transandantal çıkarsaması şunu söyler: Yasalar eğer olumsal/zorunsuz olsalardı, ayrıca mobilyalar da dans etmeden bilardo toplarının dans etmesinin birleşik deneyimi olmazdı; yani lokal bir noktada toplar dans ederken mobilyalar olduğu gibi kalmazdı. Kant’ın transandantal olarak imkânsız bulacağı deneyim budur –dolayısıyla Kant’ı üreterek Kant’ı reddedersen bu çok önemlidir. Güçlük şu ki mucize olanağından kaçınmak gerekiyor; sadece özel efektler olmalarından, bir deus ex machina olmalarından kaçınmak. Çünkü gerçekliğin mucizelere dayalı bir kavrayışına dönmek olduğunu söyleyebilirsiniz bunun. Bir mucize, elbette, dışındaki bir düzenin içindeki lokal bir düzensizliktir; ve düzensizliğin içinde işlemekte olan başka bir düzen vardır.

Güç olan budur: Kavramsal olarak onu olumlayabilirim; ama zor olan, orada şeylerin bir fiziğini değil sadece kroniğini yapabileceğiniz bir dünyanın içinde olduğunuz hissini vermektir. Sanki modayla ilgili bir konuymuş gibi; pekâlâ, bugün için bu fizik gidiyor, diyebilirsiniz. Zor olan, bu dünyanın tutarlı (consistent) olduğunu, ve bizim içinde bulunduğumuz dünyanın ise Hiperkaosun tutarlı olanaklarından sadece bir tanesi olduğunu ispat etmektir. Çünkü bunu gösterirseniz, bunu ileri sürerseniz, mukayeseli olarak, tüm dünyaların olguluğunu (olgu-olduğunu), tüm bilimlerin olguluğunu (facticity) göstermiş olursunuz. Ve böylece şunu da gösterirsiniz ki yasaların olgu-olması (facticity) ve yasaların içindeki şeylerin olgu-olması özce aynıdır. Elbette, yasaların olguluğu virtüeldir, ve şeylerinki potansiyelliktir, ama bu ikisi bağlantılıdır: Şeyler yok olabilirler, ve yasalar da yok olabilirler. Tanrı eğer yoksa, her şey kırılgandır.

Bu noktayı anlaşılır kılmak için, düşüncenin gerçeklikten daha zengin olamayacağına dikkat çekiyorum: Düşüncenin kapasitesi gerçekliğin kapasitesinden daha zengin olamaz. Eğer biz çok fazla şey hayal edebiliyorsak, bu, gerçekliğin sadece gölgesi olmalıdır: Hayal gücü gerçekliği aşamaz. Öyleyse, hayal gücünün üretebildiği herhangi bir şey, gerçekliğin üretebileceğinin sadece birazıdır. Hayal gücü, gerçekliğin olanaklarından mucizevi şekilde daha geniş bir şey değildir, gerçekliğin çılgınlığının sadece bir parçasıdır. Ama benim düşünmeye çalıştığım şey çılgınlık değildir, sadece rasyonelliktir, çünkü mantıksal bir dünyanın sadece tanımından ibarettir bu, sadece mantıksal olacak bir dünya; dolayısıyla, mantıkların yıkımı değildir bu, fakat şunu anlamaktır: Gerçeklikte, mantıklar çok özgürdür.

RM: Doğa yasaları ideolojisinden özgürleşmiş mantıksal gerçeklik mi?

QM: Hayır, problem ‘doğal’ veya ‘yasalı’ deyince anlaşılan belli bir kavrayışla ilgili: Rasyonellik, aydınlanma sırasında, dinle savaşmak zorundaydı; ve dinle savaşırken, dönemin en güncel bilimini, fiziği kullandılar. Fiziksel yasaların zorunluluğunu öne sürerek dinle savaştılar. Problem şu ki (Hume bunu gördü, çok iyi gördü) yasaların zorunluluğu ispatlayabileceğiniz bir şey değildir, fakat sadece inanabileceğiniz bir şeydir: Dolayısıyla, başka bir inanca karşı öne sürülen bir inançtır bu. Ve aslına bakılırsa, bana göre, yasaların zorunluluğuna olan inanç zorunlu olarak Tanrı’ya olan bir inançtır, çünkü ispatlayamayacağınız şeye inanırsınız, yasaları garanti eden bir düzene inanırsınız. Doğrusu, artık tanrıya inanmıyor olabilirsiniz, ama yasaların ilahi sağlamlığına inanmaktasınızdır. Ve doğada hiçbir zorunluluk olmadığını göremezsiniz. Benim göstermek istediğim şey bu.

Şimdi, insanlar diyor ki, evet, ama bu durumda, birileri bir mucize gördüklerini söylerlerse, onları çürütemezsin. Ama aslına bakılırsa, yasalara inanıyor olsaydın bile onları çürütemezdin: Bir Popper takipçisi, sıradışı bir şey gördüklerini söyleyenleri çürütemez, çünkü kendi teorisinin yeni bir olguyla yanlışlanması her zaman mümkündür. Dolayısıyla, yasaların zorunluluğuna inansan bile, onları çürütemezsin. Tersine, onların sözlerinin karşısında senin inancın vardır sadece; senin tavrın, inanan kişiden artık daha rasyonel değildir. Yasaların zorunluluğunun işte bu nedenle yok edilmesi gerektiğini düşünüyorum; çünkü inançtaki gerçek problem, inancın, anlama yetisinin olanağının dışında bir şeyi istemesidir: tout autre [hepten başka] bir şeyi isterler, anlama yetisinin kapasitesinin mutlaken dışında bir şeyi. Anlaşılamaz bir şey yarattığınız her an inanç yaratırsınız; yasaların zorunluluğunu yarattığınızda inanç yaratırsınız.

Ben, hiçbir şeyin anlaşılmaz olmadığını söylüyorum. Bir olgunun ardından bir diğeri geliyorsa, bir süre için sabit kalacak bir yasayla bu olguları belki betimleyebilirsiniz; veya bunların bir bağlantısı olmadığını da söyleyebilirsiniz. Ama aslında, bir anı temel alarak sonraki anda ne olması gerektiğini asla kanıtlayamazsınız. Zamanın iki anı arasında zorunlu bir ilişki kuramazsınız. Çünkü rasyonalite zamandaki bağlantısızlıkla çok yakından bağlantılıdır, hepsi bu. Tam da bu nedenle, rasyonel olduğunuzda inanılmaz bir hayal gücünüz olur. Neden rasyonel varlıklarız ve hayal gücümüz var? Hayal gücünün güya kurgular ve illüzyonlar yarattığı söylenir, ama neden Malebranche’ın la folle du logis [evin delisi] dediği hayal gücüne sahibiz? Rasyonellik açısından hayal gücünün çılgınlık olduğu söylenir. Ama rasyoneliz ve hayal gücümüz var. Neden? Çünkü aslında aynı şeyler: Rasyonellik, mutlaken hiçbir sınırı olmayan bir hiperkaosa doğrudan bağlantılı olma kapasitesidir. Öyleyse, nihai gerçekliği anlamaktaki problem, rasyonalitenin ortaya koyacağı bazı nihai nedenleri anlamak değildir; rasyonalite sayesinde şunu anlarız: Hiçbir nihai neden yoktur.

Sonuç olarak, gerçek problem, neden yıkımın ve bağlantısızlığın olduğu değil, neden sürekliliğin olduğudur. Ve benim ispatımın ekonomisi şunu getiriyor: Problemi çözmek için Kant’ın olasılık hesabına dayalı akıl yürütmesini ortadan kaldırmak gerekiyor. Yasaların zorunluluğu olmasaydı eğer, diye düşünürüz, içinde yaşadığımız dünyanın herhangi bir anında yıkım olurdu. Hiçbir meşruiyeti olmayan, olasılığa dayalı akıl yürütme budur; meşru değildir, çünkü olasılık hesabını bizzat yasanın kendisine uygular. Sonluötesini (transfinite) bu nedenle kullanıyorum, bu akıl yürütmenin meşru olmadığını göstermek için.

Sonuç olarak, yapmak istediğim şey, aklın özünü yeniden tanımlamak: Bence rasyonalite, aydınlanmadan bu yana, rasyonalitenin fiziksel bilimlerle eşanlamlı olduğunu düşünmemiz nedeniyle, bir diyalektik içinde ele alındı. Fakat fiziksel bilimler bizim dünyamızın bir betimlemesidirler sadece, varlığın kendisini betimlemezler. Açıklama adını verdiğimiz şey, bizim dünyamızın kompleks bir betimlemesidir; yani yasaların ve uygulandıkları şeylerin. Ama en nihayetinde, deneyimseldir; bu bir deney(im)dir, çünkü bir olgudur; fiziksel yasalar, olguları incelerler; deney(im) olmaları gerekir, rasyonel değil.

Ve problem şu ki bu çeşit bir bilimin rasyonaliteyle eş tutulması birçok aptalca inanış yaratır, mesela antropizm: Neden bir başkasında değil de bu dünyadayız; fiziksel olarak bunu anlamak imkansızdır, bir başkasının değil de bizim dünyamızın oluşmuş olması çok olasılık dışıdır, o halde bir tanrı olmalıdır, ve gerisini biliyorsunuz. Çok fazla batıl inanç yaratır; fiziğin kendisi değil, fakat fiziğin, zorunluluğu olmayan olguları değil de yasaların zorunluluğunu incelediğini düşünmek yaratır bu batıl inançları. Benim önerim şu: Felsefe, rasyonalitenin bu yeniden tanımı aracılığıyla, dinle, dinin yeni biçimleriyle savaşmanın olanaklarını tekrar yakalayıp kavramalıdır. Şunu söyleyebilirim: Rasyonellik akıllıca deli olma olanağıdır gerçekten. Ve benim yapmaya çalıştığım şey ise, mutlaken rasyonel dünyanın tuhaf kısıtlarını çıkarsamak –kısıtları var, ama sadece rasyonel kısıtları var. Genel bağlam işte böyle.

RM: Bu düşünceyi duyusal deneyime genişletmeye çalışan bir müzik parçasının görevi, dinleyiciye ses metafiziğinin dışında, temelde duymanın ne olduğuna dair metafiziğin dışında, bir ses deneyimi yaşatmak olabilir. Ses metafiziği deyince aşağı yukarı şöyle bir şey anlıyorum: Ses malzemesinin notalara veya parçacıklara büründüğü, bunların da, sesi yaymaya ve tutmaya dayalı melodilere büründüğü çok katmanlı bir yasalar kümesi. Eğer bu yasaların hiçbir neden olmaksızın değiştiği (ama hala bir deneyimin mevzubahis olduğu) bir durumu temsil etmek mümkün olsaydı, sözde “zorunluluklardan” arınmış, sırf rasyonel kısıtlara geri dönülürdü…

QM: Bugün metafizik, genel olarak, rastlantısal olanın metafiziği. Rastlantısallık, metafizik için, kendini irrasyonelin bir düşüncesi olarak sergilemenin bir yoludur. Bizim problemimiz ise, rastlantısallık olmayan bir olumsallığın nasıl algılanabilir hale getirileceği. Şimdilerde, rastlantısallık müzikte, resimde büyük ilerleme kaydetti.

Ama rastlantısallık yasalar demektir. Rastlantısallığın yasaları vardır, rastlantısallığın hesaplamaları vardır. Bu bir hesaplama yoludur, hepsi bu. Ve dolayısıyla, fizik yasalarının özel bir varolma tarzıdır sadece. Hatta bir öngörme yöntemidir, tamamen kurallıdır aslında. Öyleyse problemimiz şu: Yapısal olarak rastlantısal olan yasalar kırılırsa, varılacak yer tekrar rastlantısallığın içi olamaz, bu ikisi aynı şey değil. Ama bunu göstermesi çok zor. Problem şu ki, belki, sanatçıların rastlantısallığı gösterme, onu hissedilir kılma şekillerini incelersek, tam olarak ne yaptılar? Elimizde “rastlantısal” bir şey var, bunu nasıl kırabiliriz? Bu yasalı rastantısallığı, rastlantıyla açıklanamayacak şekilde nasıl kırabilirim? Güçlük burada.

FH: Sabah konuşurken anlatmaya çalıştığım şey bu; bu parçanın içinde sizin daha önce andığınız fazların olabileceği yani: tamamen statik kısımlar, süper-dinamik kısımlar, ve ideal olarak, seste olmayan, fakat metinde olabilecek veya parçanın bir kısmının dinleyicide neden olacağı bir zihinsel alıştırmada olabilecek kısımlar. Sonuç olarak belki bu belli bir rastlantısallık kavrayışını kırmanın ve rastlantısallığa dair şu bildik hızlı-hareket-eden şey veya çok dinamik şey gibi klişelerden kaçmanın bir yolu olabilir, ve parçanın farklı seksiyonlarının belli kısımlarında bu klişe kavrayışın tersine yavaşlanabilir.

QM: Belki, ama sonuç olarak şunun gösterilmesi gerek: Rastlantısallık, olanaklılardan sadece bir alıntıdır, sadece başka bir düzenleme şeklidir, sadece tek bir olanaktır, tam da bu nedenle tek bir durum olarak sınırlandırılmalıdır, her şeye hükmeden bir durum değildir çünkü. Rastlantısallık, orada, tamam, bunu biliyoruz; fakat belirlenmişlik ve rastlantısallık, bunlar aynı şeyler. Öyleyse, başlarken, örneğin, bunu bir karşıtlık olarak gösterebilirsiniz, ama ilerledikçe görürsünüz ki başka bir şeyin içinden bir “alıntı”dır sadece. Başarılacak zor görev, bir rastlantısallık müzisyenini veya sanatçısını şaşırtmak olabilir: Rastlantısallık dünyasını keşfetmekte olduğunu düşünmektedir, ama böylece görür ki rastlantısallık sadece bir alıntıdır… Fakat tekrar, postmodernizmden ibaret bir şey gibi görünmemelidir bu, bizzat şeyin kendisindeki gibi olmalıdır.

RM: Kitabınızın ilkesi şu: “mutlaken zorunlu bir varlık olmaksızın bir mutlak zorunluluk”; yani, bu bağlamda, hiperkaos, deneyimsel olarak tanınabilir bir stil veya tür olamaz asla.

QM: İşte, felsefenin kendine has bir nesnesi olabilir mi, yoksa diğer söylem biçimleri üzerine bir refleksiyon/düşünüm müdür sadece? Tüm pozitif bilimler, gerçekliğin çeşitli alanları (fizik, tıp, dilbilim, metafizik) birbiri ardına felsefeden kaçtılar ve filozoflar geri çekildiler: Biz fizik yapamayız, ama fizik üzerine felsefi şekilde refleksiyon yapabiliriz… Felsefenin nesnesinin, yani ‘şeyin kendisi’nin gerçekten ne anlama geldiğini kendime açıklamaya çalıştığım zaman. Şeyin kendisi –sanırım şu anlama geliyor: Her pozitif bilim bir olgu üzerine, temel bir olgu üzerine bir bilimdir. Öyleyse felsefe, kendinde olguluk (olgu-olmaklık) üzerine bir refleksiyon olacaktır basitçe. Ve kendinde olguluk, bir bilimin bir olanağı değildir, genel olarak bilimin olanağıdır; çünkü tüm bilimler (matematik hariç, tüm doğa bilimleri) olgular hakkındadır.

Sonuç olarak, felsefenin kendine has nesnesini resmedemezsin, çünkü tüm resmetmeler/illüstrasyonlar hep olgular alanının içine düşecektir. Ve resmetmesi yine güç olan başka bir şey, bu nasıl mümkün olurdu bilmiyorum, olguluk hakkında özel bir söylemin olmasıdır; çünkü olguluk, asla önemsiz olmayan belli sonuçlar getirir beraberinde: Bu sadece bir çıkarsamadır (deduction); olguluk ve tutarlılık (consistency) üzerine, mantıksal tutarlılık üzerine, hatları çok belli bir çıkarsama. Ve Sonluluğun Sonrası’nda bu çeşit bir çıkarsama üzerine çalışıyorum.

Öyleyse, güç olan, genel olarak olguluğun mantığını göstermektir –ve özellikle de olguluğun rastlantısallık olmadığını, çünkü rastlantısallık hala bir olgudur. Elbette, saf bağlantısızlık, onu resmetmemin fiilen tek yolu, bu olurdu.

Ve elbette saf bir yıkımı, mutlaken tam bir yıkımı resmedemezsiniz, fakat sadece lokal bir yıkımı resmedebilirsiniz; ve şunu ekleyebilirim, yerel bir beliriverşi (emergence) de ayrıca resmedebilirsiniz, çünkü kaos, yıkım olduğu kadar beliriveriştir de. Fakat beliriveriş için, genel olarak, elimizde yaratım modeli var, Deleuzecü yaratım. Ama Deleuzecü yaratım, Bergsoncu yaratım gibi, geçmiş ve virtüel ve şimdinin bir sürekliliğini varsayar örtük olarak: büyüyen, yetişen bir yaratım; fakat bana göre zuhur (surgissement) saftır.

RM: Ex nihilo

QM: Evet. Aslında, heterodoks bir Kartezyenim ben. Descartes’ta sevdiğim şey, ortodoksinin ondan nefret etmesine neden olan şeydir; çünkü o, düşünce ve madde arasında, belli bir aşamada hiçbir bağlantı olmadığını, –düşünce ve büsbütün maddesellik arasında– hiçbir bağlantı olmadığını söyledi. Ama Descartes için bu, Tanrı’nın yaratımının bir kanıtıydı; çünkü ruhu yaratanın madde olmadığı anlamına geliyordu. Descartes bu nedenle, Lucretius gibi, ex nihilo bir yaratım olmadığını düşündü. Lukretiusçu materyalizm ex nihilo yaratım olmadığını söyledi. Ama nitelikler meselesi nedeniyle bu bir problemdir.

Fizik bilimleri maddenin içinde hiçbir nitelik olmadığını, maddenin matematiksel olarak tümüyle betimlenebilir olduğunu söylediğinde, bu, modern materyalizm içindeki gerçek bir krizden kaynaklanır. Materyalizm, Galileci ve Lucretiusçuydu; ama bunların arasında bir gerilim vardır; çünkü Lucretiusçu olarak, ex nihilo zuhurlar yoktur, der; ve Galileci olarak, maddenin içinde nitelikler yoktur, sadece psişe içinde nitelikler vardır, der. Dolayısıyla psişenin başka bir şeyce yaratılmış olması gerekir: Tanrı, elbette.

Şimdi, materyalizm, ex nihilo zuhurlara izin vermeme, fakat Galileci hakikatten feragat etme kararı aldı.  Ve sonuç olarak, nitelikleri maddeye enjekte etmek zorunda kaldılar: Gerçek maddenin, fizikçilerin maddesi olmadığını söylerler; gerçek maddenin hisleri vardır –hilozoizm, her şey canlıdır, Diderot, Maupertuis. Materyalizmin ve spiritüalizmin, paradoksal şekilde, aynı hale gelmesinin nedeni budur. Çünkü eğer ex nihilo zuhur yoksa, niteliklerin, psişenin içinde olmadan önce şeylerin içinde olduğunu söylemen gerekir. Veya Dennett gibi, psişede nitelik diye bir şeyin olmadığını, sadece maddesellik olduğumuzu söylemen gerekir; buna göre, psişede fenomenler varmış gibi görünse de bu sadece bir yanılsamadır. Ama benim düşünceme göre, materyalizmin üçüncü bir çözümü daha vardır; bunun için, ex nihilo zuhuru mahkûm etmekten vazgeçmelidir. Fakat bu dinsel bir düşünme biçimi de değildir; dinsel olan ex deo bir yaratımdır! Bunun için elinizde bir tanrı olması gerekir. Bana göre, bu ex nihilo zuhurlar, benim “saf ekler” dediğim şeylerdir. Niteliklerin maddede hiçbir şekilde bulunmamış, beliriveren bazı zuhurları vardır: acı, haz, vd. Sonuç olarak, bana göre, zaman konusunda ilginç olan, yaratımın bu saf kopuşlarıdır, benzer şekilde, yıkımın saf kopuşları da.

Ne var ki bu eski materyalizm tarafından tutsak kalmaya devam ediyoruz; ya (daha ilginç bir seçenek olarak) Deleuze, Bergson, her şey nitelikseldir (Ama bana göre bu bir monizmdir, bir monizm olan bir plüralizm), ya da çıplak bir materyalizm, Dennett vd. –sadece matematiksellikler vardır. Bana göre saf zuhurlar vardır, saf kopuşlar. Ve bu bir gizem yaratmaz: Gizemlilik aslında sürekliliktedir, süreksizlikte değil, önemli olan bu. Ve bana göre gizem rasyonel olarak çözülebilir.

Ama sorun şu ki akla güvenmiyoruz. Akıl, aptal olma kapasitesidir; başka türlü değil de neden böyle olması gerektiğini anlamamaktır; başka biri yerine neden bu felsefenin doğru olduğunu anlamamaktır. Bana göre, tüm felsefeler, olanaklı tek bir dünyanın inşası olmaya çalışır; başka bir tanesi değil de neden bizimki, vb. Düşünmenin zorunluluklar koymak olduğunu düşündüğün sürece, ne konuştuğunu asla anlamazsın –zorunluluk yoktur.


[1] Aynı Fransızca sözcük (expérience), hem deneyim için hem (bilimsel) deney için kullanıldığından, bu cümlelerde, içinde bilimsel deneyin imkânsız olduğu dünya ve içinde bir deneyimin yaratılamayacağı (mesela bir sanat eserinin sağlayacağı deneyim) bir dünya arasında bir süreklilik olduğu ima edilmektedir.


Urbanomic’de yayınlayan yazıyı Kağan Kahveci Türkçe’ye çevirdi.

Exit mobile version