Søren Mau, yeni kitabı Mute Compulsion‘da kapitalizmi anlamak ve sona erdirmek istiyorsak, kapitalizmin nasıl yalnızca yoksulları zenginlere tabi kılmakla kalmayıp kapitalistlerin kendileri de dahil olmak üzere herkese ekonomik iktidar uyguladığını analiz etmemiz gerektiğini söylüyor.
Solcu filozof Søren Mau’nun Mute Compulsion: A Marxist Theory of the Economic Power of Capital (Sessiz Zorlama: Sermayenin Uyguladığı Ekonomik İktidar Üzerine Marksist Bir Teori) adlı kitabı, Marx üzerine yapılan akademik çalışmaların arttığı bu günlerde bile önemli bir katkı niteliği taşıyor. İlk olarak 2021 yılında Almanca ve Danca olarak yayımlanan ve 2023 başlarında Verso tarafından İngilizce olarak basılan kitap; Mau’nun “ekonomik iktidar” olarak adlandırdığı, sınıf kavramına sıkı sıkıya bağlı olmayan ve şiddet ya da ideoloji temelli iktidarın aksine özneler üzerinde dolaylı olarak etkili olan bir kapitalist tahakküm biçimine dair bir teori geliştiriyor.
Mau, çeşitli Marksist gelenekleri temel alarak ekonomik iktidarın toplumsal yeniden üretim alanını nasıl şekillendirdiğini ve maddi koşulları belirleyerek özneleri nasıl etkilediğini detaylandırıyor. Bu okumaya göre, ekonomik tahakkümün özneleri post-Marksizm’in sandığının aksine yanlış bilinç tarafından körleştirilmiyorlar. Daha ziyade sermayenin hileli mantığına tâbi kılınıyorlar. Mau’ya göre “işçiler yaşamak istedikleri” müddetçe insanlar sermayenin taleplerine uymak zorunda kalıyorlar.
Hem Marx’ın temel kavramlarının birçoğuna kavrayıcı bir giriş hem de özgün bir teorik müdahale niteliğindeki bu kitap; kapitalizm, iktidar ve direniş üzerine güncel tartışmaları önemli ölçüde beslemeyi hedefliyor.
Bu söyleşide Mau, Jacobin dergisi yazarlarından James Rushing Daniel ile bir araya gelerek kitabını ve kapitalizme karşı mücadelede teorinin rolünü tartışıyor.
James Rushing Daniel: Öncelikle Sessiz Zorlama (Mute Compulsion) kavramının kökenini sormak istiyorum. Kitapta da belirttiğiniz gibi başlık Marx’ın Kapital’inin I. Cildindeki bir pasajdan geliyor: “Ekonomik ilişkilerin yarattığı bu sessiz zorlama, kapitalistin işçi üzerindeki tahakkümünü mühürler.” Marx’a ve bu pasaja dair okumanız, “ekonomik iktidar” olarak adlandırdığınız şeyin kuramsallaştırılmasına nasıl yol açtı?
Søren Mau: Bu kitabın fikrini özellikle bu pasajdan değil başta Michael Heinrich olmak üzere Alman “Yeni Marx Okuması” ya da Neue Marx-Lektüre (NML) geleneğinden akademisyenlerin eserlerini ve Ellen Meiksins Wood’un da parçası olduğu Politik Marksizm ekolünü okuyarak edindim. Kapitalizmin karakteristik özelliklerinden birinin; bireysel olmayan, soyut bir iktidar biçimince yeniden üretilmesi olduğu fikri yeni bir şey değil. Benden önce de pek çok Marksist bu konuda yazmıştı; ben sadece bu fikrin daha fazla ilgiyi hak ettiğini ve bu iktidar biçiminin nasıl işlediğine dair söylenecek daha çok şey olduğunu düşündüm.
Kitaptaki amacım buydu: kapitalizmde iktidarın konumu hakkında başkalarından edindiğim bu argümanı alıp genişletmek. Kapital‘de ancak sonraları karşılaştığım o pasajı ise tüm bu analizi özetlemek için epey faydalı buldum. Marx sadece o pasajda “sessiz zorlama” ifadesini kullanıyor, diğer yerlerde ise örneğin “görünmez ipler” gibi ifadeler kullanıyor – nitekim ben de önceleri kitabın başlığı olarak bunu düşünmüştüm.
Her ne kadar “sessiz zorlama, kapitalistin işçi üzerindeki tahakkümünü mühürler” ifadesi sadece sınıf tahakkümünü vurguladığı için [bu anlamda] mükemmel olmasa da sonunda “sessiz zorlama” kavramında karar kıldım. Ancak kitabımdaki temel argümanlardan biri sermayenin gücünün, çok farklı şekillerde de olsa herkesin tabi olduğu tahakküm mekanizmalarını içerdiğinden sınıf tahakkümüne indirgenemeyeceğidir. Ancak “sessiz zorlama” ifadesini fikrimi özetlemek için faydalı buluyorum.
James Rushing Daniel: Metnin en önemli müdahalelerinden biri ekonomik iktidar dediğiniz şeyin son yıllarda sol siyaset teorisinde baskın olan şiddet veya ideoloji gibi diğer iktidar biçimlerinden ayrılması. Ekonomik iktidarı diğerlerinden ayıran şeyin ne olduğunu açıklayabilir misiniz?
Søren Mau: İktidarı şiddet ve ideoloji olmak üzere temelde iki biçimi olan bir şey olarak düşünme eğilimi yaygındır.
Kitabımda ekonomik iktidarın ne şiddete ne de ideolojiye indirgenebilecek bir iktidar biçimi olduğunu savunuyorum. Şiddet ve ideolojinin aksine ekonomik iktidar tahakküm ilişkisinde tabi kılınan tarafa doğrudan seslenmez. Onun yerine öznenin çevresine hitap eder, yani maddi ve toplumsal çevreyi insanları belirli bir şekilde davranmaya zorlamak üzere şekillendirmek yoluyla kendini tesis eder.
Bu yönüyle bir beden olarak özneye doğrudan yönelen şiddetten ya da öznenin kendisini ve çevresini düşünme veya algılama biçimini şekillendirerek ona hitap eden ideolojiden farklıdır.
James Rushing Daniel: Son yıllarda anti-kapitalist kuramcılar sınıf kavramını yeniden merkeze alıyor. Vivek Chibber ve Erik Olin Wright bu noktada öne çıkan iki örnek. Sınıf tahakkümü kesinlikle sizin de eleştirinizin bir parçası ancak dediğiniz gibi ekonomik iktidar, sınıfı bir ölçüde aşıyor.
Søren Mau: Sınıf tahakkümü sermayenin gücünün son derece önemli bir parçası ve kapitalizmin vazgeçilmez bir koşuludur ancak kapitalizmin, herkesi tabi kılması anlamında sınıfı aşan iktidar biçimlerince nasıl yeniden üretildiğini görmek de önemlidir. Marx’ın değer-teorisi ve rekabet analizi gibi temel aldığım teorilerin bunu güçlü bir şekilde gösterdiğini düşünüyorum, onlar kapitalist toplumun veya ekonominin, kapitalizmi yeniden üretmeye yardımcı olan ve kendilerine kapitalistleri de tabi kılan mekanizmaları nasıl ortaya çıkardığını gösteriyor.
Ancak bu kapitalistlerin ve işçilerin bu mekanizmalara aynı şekilde maruz kaldığı anlamına gelmez. Kapitalistler için de üzülmemiz gerektiği gibi saçma bir şey kastetmiyorum elbette. Onlar işçilerle aynı şekilde tahakküm altında değiller ama bence kapitalizmin ortadan kaldırılmasının neden bu kadar zor olduğunu, sistemin neden bu kadar başarılı olduğunu ve neden hala var olduğunu anlamak istiyorsak sadece proleterlerin kapitalistler tarafından nasıl tahakküm altına alındığını değil aynı zamanda genel anlamıyla herkesin sermaye tarafından nasıl tahakküm altına alındığını da anlamamız gerekiyor.
Sessiz Zorlama 2019’daki doktora tezime dayanıyor ancak kitap için tezde birçok önemli değişiklik yaptım, bu nedenle tez çevrimiçi olarak ücretsiz bir şekilde mevcut olsa da tezden ziyade kitabı okumanızı tavsiye ederim.
James Rushing Daniel: Michel Foucault’nun mirasının son yıllarda yeniden değerlendirildiğini görüyoruz. Geç kapitalizmde iktidarı kavramsallaştırmak için uzun zamandır vazgeçilmez bir mercek olarak görülüyordu ancak bugün Mitchell Dean ve Daniel Zamora tarafından yazılan The Last Man Takes LSD: Foucault and the End of the Revolution gibi kitaplar, Foucault’nun sözde neoliberalizm destekçiliğine fazlasıyla eleştirel yaklaşıyor.
Sessiz Zorlama‘da Foucault’yu, eleştirisini “iktidarın mikrofiziğine” dayandırdığı ve iktidarın mikrofiziğini kapitalizmin daha geniş toplumsal hareketlerinden ayrı tuttuğu için sert bir şekilde eleştiriyorsunuz. Ancak yine de Foucault’nun biyopolitika kavramında, yani iktidarın organizma düzeyinde işleyişinin analizine kıymet veriyorsunuz. Bu tür bir eleştiride Foucault’nun ne kadar kullanışlı olduğunu düşünüyorsunuz merak ediyorum.
Søren Mau: Foucault ve neoliberalizm hakkındaki tartışmalara dair sert bir pozisyonum yok. Onun iktidar kavramının bazı avantajları olduğunu düşünüyorum- ana akım iktidar teorilerinin tuzaklarının çoğundan kaçınıyor. Ancak sınıf ve mülkiyet ilişkilerini dikkate almayı reddetmesi modern toplumdaki iktidar ilişkilerinin bazı temel yönlerini görmezden gelmesine neden oldu.
Buna rağmen geliştirdiği genel iktidar kavramının Marx’ın politik ekonomi eleştirisinde yaptığı şeye oldukça iyi uyan birçok yönü de mevcut. Bu benim için çok da önemli bir proje olmasa da Foucault ve Marx’ı birleştirmenin kesinlikle mümkün ve verimli olduğunu düşünüyorum.
Biyopolitika kavramının ise devletin modern çağda nüfusla nasıl ilişki kurmaya başladığının bazı önemli yönlerini vurguladığını düşünüyorum, ki bu da Marx’ın kapitalizmin yükselişine dair analiziyle verimli bir şekilde birleştirilebilir.
Böyle bir perspektifi öneren ilk kişi ben değilim. Örneğin Silvia Federici de bu konuda yazmıştır. Bence Foucault’nun konumu şöyle özetlenebilir: bazı ilginç tarihsel eğilimleri ve olguları vurgulamakla beraber sınıf ve mülkiyet ilişkileri gibi klasik Marksist temaları ele almaya direndiğinden onları açıklayamamıştır. Dolayısıyla Foucault’nun analiziyle Marx’ın kapitalist üretim tarzının proleterleşmeyi, yani yaşamın kendi koşullarından radikal bir şekilde ayrılmasını nasıl varsaydığına dair analiziyle birleştirerek Foucault’nun biyopolitika dediği şeyi daha iyi çözümleyebileceğimizi düşünüyorum.
James Rushing Daniel: Kitabınızda Marx’ın değer kavramına da değiniyorsunuz. Marx için emek değer teorisinin, emeğin gerçek bedelini tespit etmekten ziyade tahakkümün bir ifadesi olarak değerlenme sürecinin özünü aydınlatmakla ilgili olduğunu savunuyorsunuz.
Søren Mau: Burada Marx’ın değer teorisini fiyatları açıklamaya çalışan değil kapitalizmde emeğin toplumsal biçimi ya da başka bir deyişle toplumsal emeğin nasıl örgütlendiğini ele alan bir teori olarak yorumlayan ve genel olarak değer-formu teorisi olarak adlandırılabilecek bir yaklaşımı takip ediyorum.
Kapitalizmle ilgili benzersiz şeylerden biri üretimin, ürünlerini piyasada mübadele eden özel ve bağımsız üreticiler tarafından organize edilmesidir. Değer teorisinin açıkladığı ve analiz etmeye çalıştığı şey budur ve iktidarın buradaki konumuyla ilgili olarak en önemli şey, böyle bir sistemin hayatta kalmak isteyen herkesin uyması gereken belirli standartlar üretmesidir. Bunu da soyut ve kişisel olmayan piyasa baskıları aracılığıyla yapar. Dolayısıyla değer teorisi temelde piyasanın apolitik bir bilgi aktarıcısı olmadığını savunan, onu kişisel olmayan buyruklara dayanan bir tahakküm mekanizması olarak gören bir teoridir.
Değer dikey sınıf ilişkilerinden ziyade üretim birimleri arasındaki yatay ilişkileri vurgulayan bir kavramdır, her ne kadar ikincisi birincisi tarafından varsayılsa da. Değer teorisi, toplumsal emeğin kapitalist toplumdaki herkesi sermayenin taleplerine tabi kılan para gibi ‘gerçek soyutlamalar’ aracılığıyla nasıl örgütlendiğini inceler.
James Rushing Daniel: Ekonomik iktidar teorinizde rekabetin de bu tür bir tahakküm için hayati önemi var. Bu vurgu sizi kapitalizmin temel işlevini değerlendirirken rekabeti merkeze alan ekonomist Anwar Shaikh’in görüşlerine yaklaştırıyor. Çağdaş kapitalizmde rekabetin nasıl işlediğini düşünüyorsunuz merak ediyorum.
Søren Mau: Marx’ın ifadesiyle rekabet “sermayenin yasalarını işleten” mekanizmadır. Bu, bir yandan kapitalizmin dinamiklerini yalnızca rekabet temelinde açıklayamayacağımız anlamına gelirken diğer yandan da kapitalistlerin birbirlerini maruz bıraktıkları rekabetçi baskıları göz önünde bulundurmadan kapitalizmin dinamiklerini açıklayamayacağımız anlamına gelir.
Rekabet kapitalizmde son derece önemli bir mekanizmadır ve temelde üretim birimleri ya da sermayeler arasındaki yatay ilişkinin bir başka adıdır. Değer kavramının analiz etmeyi amaçladığı ilişkileri bir başka soyutlama düzeyinde tanımlar. Rekabet, ne sattıklarından bağımsız olarak satıcılar arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişki işgücü piyasasında birbirleriyle rekabet eden proleterler arasında da görülür. Kapitalist bir sistemde hayatta kalmak için herkesin uyması gereken standartları üreten evrenselleştirici bir mekanizmadır.
Rekabetle ilgili paradoksal şeylerden biri tabi kıldığı özneleri ayırarak birleştiren bir mekanizma olmasıdır. Sermayenin gücünü tek tek kapitalistlerin gücünün toplamından daha fazla bir şeye dönüştüren, onu kimsenin kontrolünde olmayan ve kendisini toplumsal bütünlüğe dayatan bir toplumsal mantığa dönüştüren bireysel sermayeler arasındaki bölünmenin, yani üretimin piyasada rakip olarak karşı karşıya gelen bağımsız üreticilerce örgütlendiği gerçeğinin ta kendisidir.
Kapitalizmin tekelci bir aşamaya girdiği fikrinin popüler olmasıyla birlikte uzun bir süre kapitalizmde rekabetin öneminin göz ardı edildiğini düşünüyorum.
Bu fikir yirminci yüzyılın başlarından 1970’lere kadar son derece popülerdi ve bunun sonuçlarından biri de rekabetin artık önemini yitirdiği düşüncesiydi. Ancak neoliberal dönemde küresel ekonominin tüm düzeylerinde rekabetçi baskıların yoğunlaşması tekelci sermaye teorisinin çok daha az makul görünmesine ve kapitalizmde rekabetin hayati rolüne yeniden ilgi duyulmasına yol açmıştır.
James Rushing Daniel: Bugün ekonomik iktidar teorisini benimsememiz sizce neden önemli?
Søren Mau: Bir Marksist olarak özellikle de Sessiz Zorlama gibi soyut ve teorik bir kitap yazarak kapitalizmi devrimle yıkmaya başlayacağımızı düşünmüyorum. Yine de bunun en azından potansiyel olarak sermaye dünyasıyla mücadelede faydalı olabileceğine inanmasaydım kapitalizm hakkında bir kitap yazmam anlamsız olurdu.
Sessiz Zorlama‘da geliştirdiğim türden soyut bir teoriden siyasi taktik ve stratejiler türetmemeye dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani bana göre daha ziyade somut durumların stratejik analizlerine bir arka plan oluşturabilecek kavramsal bir çerçeve sunması açısından siyasi abir faydaya sahip. Kapitalist sistemi yok etmek için onu anlamak illa şart olmasa da savaştığımız düşmanı kavramanın bir şekilde faydalı olacağı kanaatindeyim.
Sermayenin ekonomik iktidarına dair analizimden illa stratejik bir bakış açısı çıkaracaksak bu muhtemelen kapitalizmi ilga ederken aynı anda yeni, komünist kolektif yeniden üretim biçimleri inşa etmenin önemini vurgulamak olurdu. Sessiz zorlama kavramı, hepimizin bağımlı olduğu ve gün be gün dahil olduğumuz ekonomik süreçler vasıtasıyla kapitalizmin nasıl kendini yeniden ürettiğini vurgular. Sermayenin gücünü kırmak için onun köklerini parçalamak gerekiyor.
James Rushing Daniel, Seton Hall Üniversitesi’nde İngilizce yardımcı doçentidir.
Jacobin dergisinde yayınlanan yazıyı Ege Çoban çevirdi. Çeviriyi Öznur Karakaş redakte etti.
*Editörün notu: Kapital‘in Mehmet Selik ve Nail Satlıgan tarafından çevrilen Yordam Yayınları baskısında “sessiz baskı” olarak karşılanan bu ifadeyi devraldık.
“Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir işçi sınıfı oluşur. Bu üretim tarzı tam bir gelişme düzeyine ulaşır ulaşmaz, işleyişi ile her türlü direnci kırar; göreli bir nüfus fazlasının sürekli varlığı, emek arz ve talebi yasasını ve dolayısıyla ücreti sermayenin değerlenme ihtiyaçlarına uygun sınırlar içinde tutar ve iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı kapitalistin işçi üzerindeki kesin egemenliğini tamamlar.” (s.707)