Site icon Terrabayt

Sonsuz Dikkat Dağınıklığı

Ağda, siberuzamda ya da sosyal medyada parçalı deneyimler üzerine düşünmeye başladığımızda kendimizi mecburen modernitenin ilk eleştirmenlerinin gözlemlerini yeniden yazıyormuş gibi bulur, yeni bir şey söylemiyor oluşumuza hayıflanırız. Baudelaire gibi geçici olanda kalıcılığı yakalamaya çalışır fakat bir yandan onların heyecan duyduğu yeni kent deneyiminden (örneğin camlar bile büyüler bizi) etkileniriz. Bugün Baudelaire gibi cam üzerine şiir yazmak pek çekici gelmese de, çok çeşitli hareketli ve hararetli imgeler sarmalında neye odaklanacağımızı şaşırırız.

Pac-Man oyunu güncel durumumuzu anlatmak için iyi bir alegori olabilir belki. Tarihten ve geçmişten soyutlanmış, hafızası olmayan, niçin ve neden orada olduğunu bilmeyen bir öznenin fırlatıldığı karanlık; çıkmaz sokakları, uzun koridorları, denetleyicileri olan ve tek amacının kendisini noktalarla beslemek olduğu bir dünyada savrulanlar. Gerçi doping etkisi yaratan nesneleri yediği vakit peşindekilere kafa tutabildiği de olur bu öznenin. Fakat geçici bir süreliğine. Şeylerin düzenini devirmekten, yeniden yapılandırmaktan ziyade onun çizgilerinde, yollarında bir karşıtı oynamaya devam etmeli ve sonuçta yeniden ve yeniden başlamalı, kendisini doyurmalıdır. Bugüne dair bir farkımız belki öznenin tüketmesi, yemesi gereken noktaların Pac-Man evrenindeki gibi ardı sıra düzenli bir dizilimden ziyade, yerçekimsiz ortamda sürüklenen ya da salınan sonsuz sayıda imgelerden oluşuyor olmasıdır. Bu şaşırtıcı özgürlük ve yüzer gezer düzende nereye bakacağını, nereye yöneleceğini, neyi arzulayacağını, neye dikkat edeceğini şaşırır. Tek tip noktalardan oluşan Pac-Man güzergahından ziyade bu noktalar, aynı anda tatlı bir kedi videosu ile vahşet sonrası cansız beden fotoğrafları olabilir. Özne ikisini de pas geçip bambaşka bir düzleme, bir on dokuzuncu yüzyıl tablosunun görseline de dalıp gidebilir.

Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı – Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak, çev. Yunus Çetin, İstanbul: Sel Yayınları, 2017.

Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında dikkat dağınıklığının bozulmuş, kararsız hale getirilmiş bir dikkat olduğunu söyler. Kendi ritmimize uymayan ritimlerde panik atak geçirircesine dünyayla senkronize olmak, tüketmek, moda olan, çok konuşulan memleri, haberleri, dizileri tüketerek bir şekilde arkadaşlarımıza bağlanmak isteriz. Pettman, deneyimin tektipleşmesinden bahseden düşünürleri, sürüleşmiş hale gelen senkronize olma ihtiyacını tartışırken önemli bir sorar: “Fakat ya asıl mesele hepimizin aynı etkisel ağlara ve anlara senkronize olmamız değil de, daha ustaca kotarılmış meşum bir modülasyonun nesneleri olmamızda yatıyorsa? … Ya sözüm ona sosyal medyanın var olma nedeni, bu etkileşimli gösteriyi olası müttefiklerimiz ve akranlarımızla asla aynı şekilde hissetmememize neden olacak şekilde ayarlamaksa?”

Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında dikkat dağınıklığının bozulmuş, kararsız hale getirilmiş bir dikkat olduğunu söyler.

Walter Benjamin’in kullandığı şekliyle iki tür deneyim kavramı olduğundan söz edebiliriz burada. Deneyim türlerinden ilki Erlebnis’tir, yani andan izole olmuş bir deneyimdir. Öteki deneyim ise Erfahrung, yani yaşam boyu içebakışlı, geriye dönüşlü, bir noktada birleştirilecek şekilde hissedilerek yaşanan deneyimdir. Benjamin bu iki deneyim tarzını birbirinden ayırır. Modernitenin şok deneyimi, hafızayı, deneyimi parçalayarak bir nirengi noktasının kaybedilmesine neden olur, böylece deneyim tarzlarımız Erfahrung‘tan Erlebnis‘e doğru geçer.

Şok deneyiminin artık bizi şaşırtmadığı doğrudur. Sanıyorum deneyimin imgelerinin pazarlanmasını bir parça açıklamaktadır bu. Özellikle YouTube’taki “reaction” videolarını, seyahat kanallarını ya da “challenge”ları düşünürsek, insan deneyiminin hem sınırlarını hem de onun çırılçıplak ifşasının sayısız üretimi, tıpkı yirminci yüzyılın modern kent deneyiminin yarattığı türden bir “deneyim krizi”nde olduğumuza işaret ediyor olabilir. Fakat deneyim krizinin mekanı metropollerden, siber uzama taşınmıştır bu sefer. İçinde olduğumuz itiraf kültüründe, hem ifşa çılgınlığında, hem de “reaksiyon” tarzlarının fazlalığında Erlebnis diyebileceğimiz bu uçucu deneyimi bulmak zor değildir. Deneyimlerin bolluğu, hep bir boşluğu, yani o gerçek deneyimin yokluğunu anlatmaktadır. Fakat başarılamaz bu. Tıpkı kendi yüzümüzü binlerce defa kaydettiğimiz selfie’lerimizde o gerçek “ben” denen boşluğu sabitleyebilirmişiz gibi bir yanılsama içindeyizdir.

Üstelik tüm imgelemimiz pornografik aşırılıklara mahkûm olduğu için şoktan, felaketten, kıyametten başka bir uyarıcımız kalmamıştır. Artık her şeyin pornosu vardır, kitap pornosu, yemek pornosu, araba pornosu. Her zevke ve uzmanlığa göre yoğunluklar. Birbirleriyle iletişim halinde olmasına rağmen sesin, bedenin, jestin, yüzün deneyiminin 1’ler ve 0’lara, puanlamalara, “ya var ya yok” mantığına indirgendiği bu aşırı uyarılmalar evreninde öznellik biçimlerimiz de tahrip olmuştur. Franco “Bifo” Berardi, duyumsama ve duyarlılık kavramlarını tanımlarken, duyarlılığın insan hislerinin veri işleme kabiliyeti olduğunu söyler. Duyumsama ise, kelimelerin dile getiremediğini kavrama, sözel olmayan işaretleri yorumlamayı mümkün kılan empatik anlayıştır. Duyumsamanın zayıflamasının etkilerini görmek zor değildir, özellikle mesajlaşmaların git gide keskinleştiğini, sosyal medyanın yakıcı üslubunun, ara bölgelere, belirsizliğe tahammülünün olmayışı bu durumu açıklamaktadır. Berardi de artık ikili sistemlerin dışında kodlanmış işaretleri çözümleme yeteneğini kaybetmiş bir neslin yükselişinden bahsetmektedir. Bu sebeple nüansların, farkların, ince ayrımların algılanamaz olduğu iletişimde aslında her iletişim bir emir biçimine, her değerlendirme, 1 ve 0 arasındaki kodlamaya indirgenir. Bu ise iletişim, ilişki yerine ancak fan kültürünü ya da linç çılgınlığını üretmektedir.

Duyumsamanın zayıflamasının etkilerini görmek zor değildir, özellikle mesajlaşmaların git gide keskinleştiğini, sosyal medyanın yakıcı üslubunun, ara bölgelere, belirsizliğe tahammülünün olmayışı bu durumu açıklamaktadır.

Albert Camus’nun Sisifos Söyleni’nde dile getirdiği meşhur sözlerini (Sisifos’u mutlu biri gibi hayal etmeliyiz) yeniden formüle edersek, “bugün Pac-Man’ı dikkati dağınık biri gibi hayal etmeliyiz” diyebiliriz. Bu yeni evrende, mecburen parçalanmış, kontrolsüzce nereye gideceğini bilemeyen, yönsüz ve bir deneyim krizinde olduğundan önüne gelen her noktayı (imge, meta, arzu nesnesi) bir nebze hayatta kalmak için gelişigüzel yutmaya çalışan yüzer gezer bir Pac-Man vardır elimizde. Nostaljik bir tavır ile iki boyutlu, üç yöne gidebilen, kimin düşman, kimin arzulanması gereken şey olduğu apaçık belli olan o eski Pac-Man’ı yad etmek manasızdır bugün. Hiçbir zaman geri dönemeyiz, ama bu ilerliyor olduğumuz anlamına gelmez. Sistemsel krizimizi, psikolojik problemlerimizi, hastalıklarımızı, takıntılarımızı patolojikleştirmek yerine politikleştirmek, sinir uçlarımızın tahribatını sistemsel düşünmek zorunlu görünmektedir. Böylelikle içinde bulunduğumuz halüsinasyon ağlarının (internet) neresinde olduğumuzun ayırdına varabilir, kendimizi konumlandırabiliriz. Kaybolduğumuz doğru olabilir, ama gideceğimiz yeri henüz bilmiyor oluşumuzu bir fırsat olarak kavrayabiliriz.


Bu yazı ilk olarak Ad Hoc Dergi’nin Kasım 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version