Site icon Terrabayt

Sırlar Felsefesi

Çevirmenin Girizgâhı

Pek çok Doğu Avrupa fıkrası gibi anti-semitist olduğu aşikâr olan meşhur bir fıkra anlatılagelir. Aynı tren kompartımanında seyahat eden Polonyalı ve Yahudinin hikâyesidir bu. Bu karşılaşmayla aniden Avrupanın mikrokozmosuna dönüşen, basık, havasız kompartımana, Yahudinin Avrupa deneyimine özgü sayısız katliamın habercisi niteliğinde huzursuz bir sessizlik hâkimdir. Lakin Polonyalının içindeki Yahudi düşmanına yenik düşmesi çok uzun sürmez, pasif-agresif bir tavırla Yahudiye açıkça sorar: “Söylesene, nasıl oluyor da herkesi soyup soğana çevirip böyle Karun gibi zengin oluyorsunuz? İşin sırrı ne?” Müstehzi bir bakışla yerinden doğrulan Yahudi, “sana söylerim. Ama bu sana 10 zlotiye mal olur” diye yanıtlar. Polonyalı şüpheli bir merakla da olsa parayı uzatır. “Evvela” der Yahudi, “özel bir mumu alıp mezarlıkta yakmalısın”. “Neymiş bu özel mum?” diye sorar öteki. Yahudi esrarengiz bir tavra bürünür, “sana söylerim, ama bu da 10 zlotiye mal olur”. Polonyalı yine parayı uzatır. “Özel bir balmumundan yapılmış menora mumu” der. “Neymiş bu özel balmumu?”. İşte hikâye böyle sürüp gider. Yahudi her seferinde yeni bir soruya kapı aralayan bir yanıt verir ve sırrın müstakbel ifşası için 10 zloti daha talep eder. Nihayet sinirlerine hâkim olamayan Polonyalı hiddetlenir: “Bu kadarı da fazla, resmen soygun bu!”. Yahudi muzip bir tebessümle “işte bizlerin nasıl zengin olduğunu öğrenmiş oldun” der.

Fıkranın kıssadan hissesi nedir peki? Hikâyede biçim ve içeriğin az rastlanır nitelikteki özdeşliği dikkat çekicidir. Sırrın ‘ertelenişi’ olarak biçim, her seferinde sırrı vaat eden içeriğin ‘farklılaşması’ olarak vuku bulur. Biçim ve içerik arasındaki eşdeğerlik ve ters-çevrim, her ertelemenin özünde farkılaştırma, her farklılaşmanın ise ertelenme olduğunu gösterir. Polonyalı sayısız zlotiye mal olsa da sırrın peşinde sürüklenişinin bizzat o sırrın ta kendisi olduğunu göremez. Burada saklı olan zeki tersçevrim ilkesi şöyle özetlenebilir: hakiki sır ile sırrın nihai ifşasını ertelemek suretiyle onu çarpıtarak gizleyen içerik arasındaki mesafe bizzat hakiki olduğu varsayılan sırrın en temel özelliğidir. Felsefe tarihinde sır ve onu gizleyen içerik arasındaki ikiliğin -ayrıntılarında birbirlerinden farklılaşsalar dahi- sayısız biçimi olmuştur. Özünde, birinci terimin ikinci terime üstünlüğünü temin etmeye çalışan bir hiyerarşiyi barındıran metafizik ikiliklerdir bunlar: noeton-aisthteton (düşünülür-duyulur), mutlak-göreli, töz-görünüş, numen-fenomen, aşkın-içkin, aynı-öteki, bilinç-duyu, hakikat-rüya, söz-yazı, erkek-kadın, özdeşlik-farklılık, iç-dış vb.. Metafiziğin rüyadan ve yanılsamadan uyanma iştiyakı, daima ilkine erişmek için arkeolog gibi daha derine kazar; her uyurgezer gibi tek bir ‘rüya’nın emrindedir: nihayet uykudan uyanmak. Ancak uyanamayacaktır. Çünkü hiçbir zaman şu düşünülmemiştir. Peki ya iki terim arasındaki indirgenemez aralık, mutlaklık atfedilen ilk terimin en temel özelliğiyse? Numen ve fenomen arasındaki gedik kati surette, numene içkin bünyevi bir çağlağın, onun asla kendi kendine özdeş olamayışının bir sonucuysa? Çözüm belki de mutlak ve göreli arasındaki mesafenin zaten mutlağın karakteristik özelliği olduğunu kabul etmekte saklıdır. Öyleyse son derece sağduyu-dışı bir sonuç çıkar: yegâne mutlak ya da hakiki sır, mutlağın ya da sırrın biteviye ertelenmesinden başka bir şey değildir. Mutlağın mutlaksızlığı ya da mutlaksızlığın mutlaklığı, ast terimin (göreli, duyulur, kadın, rüya, fenomen vb.) her zaman çoktan üst terime musallat olduğunu ve en başından beri onu zaten kirletmiş olduğunu gösterir. O, üstün terime gelip eklenen yozlaştırıcı bir unsur olmak yerine bizzat terimin kendiyle özdeşleşmezliğinin bıraktığı izdir. Metafizik bu izi daima mutlağın görelisi (kadın erkeğin görelisidir, yazı sözün, duyulur düşünülür vb.) olarak ‘okumuş’; mutlağın kendine özdeşliğini korumak için fetişist inkâr mekanizmaları üretmiştir. Hâlbuki hiç de göreli olmayan bu iz kati surette okunaksız kalır. İç-dış ayrımlarının tümünü koşullayan birincil bir leke, kökensel bir indirgenemezlik, her sistemin içinde yer alan bir kör noktadır bu. Bir iç’i dıştan yalıtma edimi (ki metafizik bundan ibarettir) daima kendi inkârı hilafına kökensel bir bulaşmışlığı (iç/dış) varsayar. İkinci terimin birinci terimde bıraktığı iz, ne birinci terime ne de ikinci terime indirgenebilir olan kökensel bir okunaksızlığın izidir. Bu okunaksızlık sonucunda mutlak sır daima ertelenir ve farklılaşır. Öyle bir okunaksızlıktır ki bu, sırrın etkili olması için hakiki olmasının gerekmediğini kendi gizeminde açığa çıkarır. O halde asıl sır, sırrın varolmayışının sırrıdır. Sırrın kendisi için yanıp tutuşan, her yüzeyin altında bir derinlik, her uçurumun dibinde bir taban, herşeyin ardında bir sebep, her patolojinin ardından bir travma aramaktan kendini alamayan sağduyu hayal kırıklığına uğradığı bu yerde hiddetle “ortada sır falan yoktur” diye kestirip atmak ister. Lakin sırdan mahrum sırrın gaipliği, İskender’in Gordion düğümünü kesip atması gibi öyle kolayca kestirip atılamaz. Zira sırrın varolmayışı bir sır vaat etmeyi bırakmaz. Sır yoktur, ancak sırrın namevcudiyetinin nedenleri de sırra kadem basmayı sürdürür. Sözgelimi Polonyalı, sırrı erteleyen her bir yanıtta, sırrın ifşasını vaat eden bir başka soru tespit eder ve sırrın peşinden koşmaktan kendini alamaz. Lakin hiçbir yanıt, yanıt vermez. Hakkında konuşulamaz olan sır hakkında sadece konuşulabilir. Öyleyse kati surette konuşulamaz. Ne var ki bu konuşulamazlık, konuşulabilirliğin sınırlarını sonsuza dek genişletir. Tıpkı bir kelimenin anlamını bulmak için sözlüğü açtığımızda olduğu gibi. Kelimenin asli anlamını, kelime-olmayan mevcudiyetini bulmak için sözlüğü karıştırır dururuz ancak elimizde olan şey yine başka başka kelimelere işaret eden kelimelerdir sadece. Aranan mevcudiyet ya da anlam, kelimelerin altında giderek okunaksızlaşır; bir Ortaçağ katibinin palimpsesti gibi silikleşir. Ama silinmesi nihai ifşaya dair vaadini tüketmez. İz ne kadar silikse, onu tespit etme ve sırrı ifşa etme arzusu da o kadar güçlü olur. Fıkrada saklı tersçevrim ilkesini bu ize uygularsak sonuç yine rahatsız edicidir; hiçbir zaman silinmez bir iz, bir töz, bir Tanrı parçacığı ya da sır varolmamıştır. İz silinmez asli bir metnin izi değil, bizzat silinme yapısının izidir. Bunu keşfetmeye en çok yaklaşan yapısöküm selefi Sigmund Freud’du.

Hayatı boyunca psişik izlerin arşiv tomarı altında saklı olduğu varsayılan asli bir bilinçdışı metni, bir psişik arkhe değerini aramış durmuştur. Nihayetinde psikanalistin hülyası, hastaya, hastanın kendisinin bile farkında olmadığı, hatırlanamaz olan asli bir sırrı itiraf ettirmektir. Arkhe’nin, onu okunaksızlaştıran arşiv tomarından kurtulduğu, adeta arşivsiz bir şekilde tam mevcudiyetini sunacağı müstesna bir an… Ama bu anın daima ertelendiğini, ya da gerçekleştiğinde bile şüpheli kalmayı sürdürdüğünü fark eder Freud ve “ruhun yazısı niçin bu kadar okunaksıztır?” diye sormadan edemez. Yanıt,‘çarpıtma’ (entstellung) kavramında yatar. Rüyaların Yorumu’nda dikkat çeken bu kavram, psişenin metaforik anlamda topolojik bir tasvirine dayanır. Bilincin bilinçdışına mukavemetinde ya da bilinçdışının bilince karşı mütecavizliğinde açığa çıkan üçlü bir topoloji önerir: Bilinçdışı-bilinçöncesi-bilinç. Bir duyu organından farksız olan bilinç-algının kaydetmeksizin aldığı izler daima ruhun derinliklerine kaydedilmek üzere bastırılır, sansürlenir, ötelenir. Ancak uyanıkken etkili olmaya devam eden sansür, rüyada ‘kısmen’ etkisiz hale gelir; sonuçta bilinç gece, bilinçdışının tazyikine karşı savunmasızdır. Freud’un basit ama etkili formülüne göre her rüya bir bilinçdışı arzunun gerçekleşmesidir. Ancak hiçbir rüya tatmin hissi yaratmaz. İşte bunun nedeni çarpıtmadır. Zira sansür gece gücünü yitirse de bilinçdışı üzerindeki çarpıtıcı tasarrufunu sürdürür. Bilinçdışından, bilinçöncesine oradan da bir duyu organınından farksız bilince ulaşarak halüsinatif rüya yaşantıları tertipleyen arzular her bir katmandan diğerine geçişte üst-kodunu çözmenin olanaksız olduğu bir çarpıtma ve transkripsiyona uğrar. Ruhun sırrı, kendi kendini silinişi altında sunar; rüyada fenomenleştiğinde çoktan silinip gitmiştir. Freud ömrü boyunca bu topolojik metaforun iki yorumu arasında sıkışıp kalmıştır. Bu üç ayrı topolojinin bir metafor olarak teorik kurmacadan ibaret olduğunu itiraf ettiği anlarda, ruhun sözde stratigrafisi içinde katmandan katmana gerçekleşen transkripsiyon ya da çarpıtıcı tercümenin yanı sıra korunmaya devam eden metinlerin varolmadığını; bu çarpıtmanın adeta üst üste yazılan yazılar gibi kargacık burgacık bir ruh yazısını açığa çıkardığını düşünür. Özetle, psişik yapı aslında bilinçdışı-bilinçöncesi ve bilinç olarak üç ayrı katmana bölünemez; bu katmanlar pedagojik amaçla ürettiği metaforlardır sadece. Ruh üst üste basılan izlerin altında asli bir izin giderek silindiği palimpsestvari bir yapıdadır. Freud kariyerinin en parlak anlarını bu varsayıma borçludur. Öyleyse çarpıtmadan önce korunan, adeta bir mumya gibi saklı kalan, silinmekten muaf asli bir bilinçdışı metin yoktur demektir ki, bu da çarpıtmanın zaten daima bir arkhe-çarpıtma olduğunu gösterir. Çarpıtmanın kendisini tözelleştiren bu hamle, ruhun tözünün ve arkhesinin üstünü çizer. Çarpıtma tözelse, hiçbir töz yoktur. Bu çarpıtma öncesinde kaldığı varsayılan asli bir bilinçdışı metnin ya da sırrın zaten başından beri sırrı olmayan bir sır olduğunu gösterir. Ruh bir altyapısı bulunmayan dipsiz bir yapıdadır. Üst üste basılan izlerin karman çorman bir yazısı…

Lakin Derrida’ya göre Freud çağının pozitivist ruhuna uygun bir şekilde bu sonuçlara varmaktan imtina etmiştir. Ne zaman rüyaların okunaksız yazısını tam olarak çözümleyemediğini, gizli arzuları tam olarak okuyamadığını itiraf etse çarpıtmanın bir arkhe-çarpıtma olabileceğinden şüphelendiği aşikârdır. Ancak ruhun palimpsestinin ardında saklı asli bir izin varlığını keşfetme arzusuyla yanıp tutuştuğu için (Derrida onun bu hastalığına “arşiv humması” der) gerisin geri ruhun tözünü aramayı sürdürür. Kendi açığa çıkardığı ancak radikal ucuna ilerleme cesaretini tam olarak göstermediği sonuç, ruhun sırrının bir mumya gibi korunduğu bir bilinçdışı mıntıkasını tespit etmenin olanaksızlığıdır.

Hakikaten nedir bizi olduğumuz kişi yapan şey, ya da bizi diğerlerinden farklı kılan sırrımız? Ruhun yazısı, diğer izlerle olan ilişkileri dışında varolan, yalıtılabilir, ruha kurucu mührünü vurmuş asli bir ize işaret etmez. Sır, izden ize sıçrayan asla tam olarak hangi izde saklı olduğu tespit edilemeyen ve bu haliyle başka başka izlere işaret eden dipsiz ve nihayetsiz bir erteleme-farklılaşma oyunu oynar. İşte bu sırdan mahrum sırrın esrarengizliğine ‘différance’ der Derrida. Doğrusu difference’dır; lakin “e”nin yerine gelip kurulan “a” seste işitilemez kalır. Görülmekte, okunmakta ancak işitilememektedir. İşitmek sesle olan özsel ilişkisi dâhilinde metafiziğin iç sese (bilinç) atfettiği logosmerkezci okunabilirliğin ifadesidir. Yazı ise, seste daima sessiz kalan şu meşhur “a”nın izi… Sırların sırrı olan bu iz daima ruha musallat olur; onu karman çorman bir hiyeroglife dönüştürür. Musallatlığı sonradan gelip eklendiğini göstermez; başından beri her şeyin hayaletimsi olduğunu gösterir. Sır ne mevcuttur ne de namevcut. Edgar Allen Poe’nun meşhur “Çalınan Mektup” hikâyesinde olduğu gibi apaçık ortadayken bile karanlıktadır; ancak bu ayan beyanlığına rağmen görünme-gizlenme oyununu aşan bir okunaksızlığa sahiptir ki, mektubun peşindeki kahraman Dupin, belki de mektubu açacak olsaydı sadece bir başka mektuba referanslarla karşılaşacaktı. İşte bu sırdan mahrum sırrın oyununa daima çoktan ortak olmuşuzdur. Tıpkı kendi bilmediği, adeta unuttuğu bir sırra mahkûm edilmiş Marranolar[1] gibi. Bu sır nedeniyle Marrano ne büsbütün Yahudi kalabilmiş ne de tam bir konverso olarak Hıristiyan olabilmiştir. Hepimiz Yahudilikle hiçbir bağı kalmamış gizli Yahudiler (Marrano) gibi, daima kendi sırrımızın büyüsüne kapılmış, ancak bu sırrın ne olduğunu bilememeye yazgılı kalmışızdır. Hiçbir zaman gerçek benliğimizin sırrına karşı hazır ve nazır bir mevcudiyet içinde değilizdir. Hepimiz bir nevi hayalet gibi ne mevcutuz ne de namevcut. Sırrın bu hayaletimsiliği onun sırdan yoksunluğunu en büyük gizem haline getiren şeydir işte. Bu gizem asla susmaz, sırlar ifşa edilir, gizlenir, onlarla şantaj yapılır, sahte sırlarla iftiralar atılır ve daha fazlası… Ancak hiçbir ifşa gerçek bir sırra dokunamaz ve oyunu sonlandıramaz. Yunanların bu sırrın örtüsünü açma hadisesi için keşfettiği kelime ‘apokalupto’dur (kıyamet). Derrida bu sözcüğün İbranice çevirisine dikkat çeker: ‘Gala’. İbranice gala, kelimenin örtüsünü açmak anlamını korurken ona aynı zamanda başka bir anlam daha katar: “sürgün olmak”. İşte yapısökümcü ifşa, her sırrın örtüsünü açtıkça sırdan daha da uzaklaşıldığı, daha çok sürgüne yazgılı hale gelindiğini fark etmekte saklıdır. Yapısökümün yegâne vahyi, hiçbir vahyi olmayan vahyin, hiçbir sırrı olmayan sırrın gizemidir. Sır, tam da hakiki bir sır olmadığı için ifşa edilemeyen ve bu haliyle en güçlü sır etkisine sahip olan gizemdir. Zira gerçek bir sır olsaydı ona sır sahibi bile ihanet edemezdi. Sır gerçek olmadığı için ona ihanet edilebilir, ancak tam olarak bu sebepten ihanet ya da ifşa, sırrı yok etmeye yetmez. Öyleyse sır etkili olmak için gerçek olmamak zorundadır. Bir sır varsa yoktur, yoksa vardır. Zihin infilak edecek gibi olur. Tıpkı Giritli Epimenides’ün ünlü yalancı paradoksunda olduğu gibi. Bu “önerme yanlıştır” der Epimenides. Öyleyse, yanlışsa doğru, doğruysa yanlıştır. İşte burada paradoksun uçurumu sonsuzdur…

Mehmet Çağrı Uluğer

Sırlar Felsefesi

…her zaman gizlice özdeşleştiğim (ama kimseye söylemediğim) Marranolar …

-Arşiv Humması: Freudcu bir İzlenim (1994) Derrida

Bir sırrı olmak ne demektir? Kim olduğumuz hakkında neyi ifşa eder?

Sırları ikiyüzlülük olarak görmeye alışkınız. Hakikati saklayarak birilerini kandırmaya çalışırız. Bazen, arkadaşlarımıza söylediğimiz küçük beyaz yalanlar ya da üyeleri ‘gizlilik yemini etmiş’ çeşitli direniş hareketleri örneğinde olduğu gibi, ulaşmayı umduğumuz sonuçlar faydalı olabilir. Ancak, genelde yalanla ilişkilendirdiğimiz sırları hoşnutsuzlukla karşılamaya alışkınız. Sır sahibi olurken, sır tutarken, dünyaya sahte bir yüz sunmalıyız. Bize meydan okunduğunda, doğru olmayan bir şey söylemeliyiz. Bir sırrı olmak aynı zamanda bir tür ihanettir – ben sizin bilmediğiniz bir şey biliyorum ve bu bilgiyi sizden kasten esirgiyorum.

Bazılarına göre, sırrın ne olduğunu tanımlayan şey belki de bilgimizi bir başkasından -bu bir birey, bir grup, bir toplum olabilir- kasıtlı olarak saklamaktır. Genelde kişinin sahip olduğunu bilmediği bir sırrı olamayacağı düşünülür. Kişi, bir anlamda, kasıtlı ve bilinçli olarak söylememeye karar vermelidir. Dolayısıyla sır, kelimelere dökmediğim ama kendime söylediğim bir şeydir. Kişi bu eylemi gerçekleştirmedikçe, sır olarak saklamak istediği şeyin ne olduğunu kendi kendine söylemedikçe ve kendi kendine söylediği sözleri başka kimsenin duymamasına karar vermedikçe içinde bir sır taşımaz.

Sır fikri, yapısöküm ile tanınan Fransız filozof Jacques Derrida’yı oldukça cezbetmiştir. Tüm filozoflar gibi o da kabaca ‘bilinç’ olarak adlandırabileceğimiz; düşüncemizin, farkında olduğumuz ve kendimizi en yakından bağlı hissettiğimiz kısmıyla her zaman çok ilgilenmiştir. Bu, düşüncemizin ‘biz’ olarak görme eğiliminde olduğumuz kısmıdır – şu veya bu hakkında fikirlerimiz, tercihlerimiz, düşüncelerimiz vardır. Bu fikir Batı felsefesinin merkezinde yer almıştır. Örneğin René Descartes, bilinçli olduğumuzu bilmenin emin olabileceğimiz tek şey olduğunu savunurken – düşünüyorum o halde varım – Jean-Paul Sartre bunun özgürlüğümüzün hem kaynağı hem de teminatı olduğunu savunmuştur.

19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyıl boyunca, aralarında Derrida’nın da bulunduğu bir dizi filozof, bu pozisyona radikal bir eleştiri getirmiştir. Bilince öyle ya da böyle saf bir erişimimiz olduğu ve aslında bilincin benliğimizin bir tür saf ifadesi olduğu fikrinin, düpedüz yanlış olmasa bile, oldukça tartışmalı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bilinç, sayma yeteneğimiz gibi inşa edilmiştir – öğrenilir. Kendimizle – kafamızın içindeki o sesle – içinde yaşadığımız toplumdan öğrendiğimiz dilde iletişim kurmamız bunun sıradan bir örneğidir. Başka bir zamanda ya da yerde olsaydım, her şey hakkında farklı ‘düşünürdüm’. Bu iddiaya göre, öğrendiğim tüm düşünme biçimlerinin altında temel, saf bir ‘ben’ yoktur. Kafamın içindeki ses bana ait değildir.

Derrida’nın erken dönem çalışmaları, ‘kafamızın içindeki sesi’ ‘benliğimiz’ ile karıştırma biçimlerini yapısöküme uğratmıştır. Dini düşüncede, onu ‘ruhumuz’ ile bile karıştırdığımız olur. Derrida’ya göre, ‘inşa edilmiş’ olan her şey ‘yapısöküme’ uğratılabilir; bu, bir şeyi yok etmeden parçalara ayırmanın bir biçimidir. Bu; ister ‘Tanrı’, ister ‘hakikat’ ya da ‘benlik’ olsun, bir şeyi, belirli bir şey olarak anlamamızı sağlamak üzere hangi unsurların bir araya geldiğini görmenin bir yöntemidir.

Benlik söz konusu olduğunda, çok sayıda farklı faktörü ele alır, sonra onlara bütünleştirici bir etiket yapıştırırız, benim durumumda bu ‘Peter Salmon’dır. Ben buna ‘kimliğim’ diyorum -(yine farklı unsurlardan oluşan ama bir bütün olarak görülen) böyle bir makaleye ve yasal belgelere yazdığım, sosyal medyada kullandığım, kendimi tanıtmak için verdiğim isim. Derrida hakkındaki kitabım, Bir Olay, Belki’nin (2020), ön yüzünde benim adım var, kitabın benim fikirlerimden oluştuğunu beyan ediyorum.

Ancak bu kimliklerin hiçbiri beni tam olarak temsil etmiyor -her birinde bir dereceye kadar gizlilik var. Günümüzde, örneğin sosyal medyada, sır sakladığımızın çok farkındayız: kişi genellikle patronunun, yaptığı partilerini veya ilişkilerini bilmesini istemez, şüphesiz ne ailemize ne de bazı durumlarda vergi memuruna söyleyeceğimiz şeyler vardır.

1960’lardaki ilk çalışmalarından 21. yüzyılın başındaki son çalışmalarına kadar Derrida her zaman kimlik ve gizlilik soruları ile iştigal etmiştir. Bunun nedeni kısmen kendi hayatındaki olağanüstü bir andı. 1930’da bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’de doğmuştu; Fransa’nın Alman işgali sırasında Cezayir’de Yahudi karşıtı yeni yasalar çıkarıldığında henüz bir okul çocuğuydu. Derrida, diğer Yahudi öğrenciler ve öğretmenlerle birlikte bir Yahudi okuluna gönderildi ve Fransız vatandaşlığını kaybetti. Genç Derrida için bu sadece kişisel bir felaket değildi -kesinlikle öyle olmasına rağmen. Kimlik duygumuzun ne kadar keyfi ve kırılgan olabileceğini ve dış güçler tarafından bizden nasıl alınabileceğini ve bazen hayatta kalmak için sır saklamamız gerektiğini anlamaya başladı. Derrida ailesi seküler Yahudiydi ve birdenbire ‘Yahudi olmak’ yasalar söz konusu olduğunda onunla ilgili en önemli şey haline geldi ve o noktada yasalar her şeydi.

Bir yıl sonra savaş koşulları değişti ve Fransız vatandaşlığı iade edildi. 13 yaşındaki Derrida için bu da bir o kadar şaşırtıcı ve travmatikti. Birdenbire kimliği yeniden değişmişti (tam anlamıyla ‘eski haline dönmüş’ olmasa da -insan özellikle travmadan sonra eskisi gibi olamazdı).

Bir sır, başkalarını ima etmez mi – ima etmekten de öte, aslında onlara bağlı değil midir?

Derrida’nın dehası, kendi örneği dramatik olsa da, kimliğin bu kırılganlığı ve keyfiliğinin bir anlamda tüm insanların paylaştığı bir durum olduğunu anlamasıydı. Bunu yazarken, arkadaşlarımla vakit geçirirken, sevişirken ya da doktora giderken olduğumdan farklı biriyim. Yasanın (ya da yasaların) gözünde de farklı bir insanım ve yasalar değiştikçe statüm de değişebilir. Ya da bir savaşta. Ya da göç edersem. Ya da başka bir ülkeden sığınma talep edersem (Derrida bununla özellikle ilgilenirdi; sığınırsam ‘mülteci’ olurum: ‘Ukrayna’da doktordum, şimdi Londra’da temizlikçiyim’).

O halde ‘sır’ nedir? Eğer sır gerçekten sadece kendime söylediğim bir şeyse, burada sadece bana ait olan, benim gerçek ‘benliğim’ olarak hayatta kalan, sosyal olarak oynadığım birçok rolden daha temel bir şey var mı? Ama, diye soruyor, başkaları olmadan, herhangi bir sırrım olabilir mi? Bir sır başkalarını ima etmez mi – ima etmekten de öte, aslında onlara bağlı değil midir?

Derrida’nın bu fikre yanıtı, (her fikirle olan ilişkisi gibi) karmaşıktır. Onu büyüleyen şey, gizliliğin hayatlarımızdaki, söylemlerimizdeki ve ilişkilerimizdeki yeridir. Ona göre, sırların gizli bir tarihi vardır. Bu gizli tarih, diğer şeylerin yanı sıra, siyasi bir tarihtir. Derrida, totaliter bir devletin kimsenin sır saklamasına izin verilmeyen bir devlet olarak tanımlanabileceğini belirtir. George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1948) adlı romanı bunun örnek bir anlatımıdır. Winston Smith’in sırrı Julia’ya olan aşkıdır, bu sırdan vazgeçmek zorunda kalır ve bunu yaptıktan sonra artık ‘Büyük Birader’i sevmektedir. Ama bunu pek çok polis devletinde görürüz -bir sırrı olmak hain olmaktır ve yargılamanın amacı sadece cezalandırmak değil devletin bireyin her yönü üzerindeki gücünü açıkça ortaya koymaktır. Hiçbir sırrınız olmayacak.

Bunlar uç örnekler olmakla birlikte bu durum sadece totaliter rejimlere özgü değildir. Demokratik toplumlarda, kişisel bilgileri elde etme ya da savunma girişimleri ve devletin sırlarımıza erişmek için yapabilecekleri belli anlarda şiddetli noktalara varır. Devlet tarafından yargılanmak, sırlar da dâhil olmak üzere kişisel mahremiyetin çeşitli yönlerine ilişkin haklardan feragat etmek anlamına gelir. Aslında, yasal korumalarımızın birçoğu bir başkasının sırlarına erişemeyeceğimiz varsayımına dayanmaktadır -mahkûmiyet için genellikle suç kastının veya mens rea’nın[2] kanıtlanması gerekir ve kasıt gerçekten de muğlak bir kavramdır.

Derrida için sır fikri; ister siyasi ister kişisel ister dini olsun, ‘itiraf’ fikriyle yakından bağlantılıdır. Elbette itirafın zorla olması gerekmez. Aslında, bu bir sevgi eylemi olabilir. Eğer size ‘en derin sırlarımı’ itiraf edersem; beni kırılgan ve açık kılan ve karşılıklı bir açıklığa davet eden bir tür ifşaat gerçekleştirerek sağduyulu bir inançla, size ‘gerçekte kim olduğumu’ söyler veya gösteririm. Sana o kadar güveniyorum/seviyorum ki hiçbir sırrım yok. Daha olağan haliyle, Derrida’nın temalarından bir diğeri olan derin bir dostluk ve bağ kurma eylemi de olabilir. Birisi ‘Bir sırrı öğrenmek ister misin?’ dediğinde, yalnızca yasadışı olanın heyecanını değil aynı zamanda yalnızca iki kişiden oluşsa bile bir topluluğa dâhil olma duygusunu da hissederiz. Sırlarımızı paylaşırız.

Bu örneklerin her birinde, zorla ya da gönüllü yapılan itiraflarda; zımni anlayış, itirafın gerçekten de benliği açığa çıkaran bir eylem olduğudur. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te Winston sırrını ifşa eder ve ‘benliğini’ yok eder. Sana sırlarımı itiraf edersem, en mahrem benliğime girersin, onu paylaşırız. Dolayısıyla, sırlarımız ve benliklerimiz arasında doğrudan bir ilişki olduğuna dair sağduyulu -ve yasal- bir inanca sahibiz. Bu aynı zamanda geleneksel olarak dini bir inançtır ve din ile sırlar arasında sağlam ve süregiden bir bağ vardır. Katolik günah çıkarma ayini bunun tipik bir örneğidir. Rahibe sırlarımı ve dolayısıyla gerçek benliğimi, sadece Tanrı’nın erişebileceği benliğimi açıklarım. Eğer günah çıkarma sırasında sırlarımı saklarsam, Tanrı’ya sunduğum benliğim ile Tanrı’nın hakiki olduğunu bildiği benliğim birbiriyle uyuşmaz. Tanrı’ya ihanet ederim çünkü O’nun yeryüzündeki temsilcisinden/vekilinden bilgi saklıyorumdur. Katolik suçluluğu bundan kaynaklanır ve itiraf etmeme suçluluğu, hem düşüncede hem de eylemde sözü edilmeyen ihlallerin suçluluğudur.

Filozof Agata Bielik-Robson’un Derrida’s Marrano Passover (2022) adlı mükemmel kitabında belirttiği gibi; Derrida’yı sır fikriyle diyaloğa sokan şey, özgül bir dini gruba duyduğu ilgidir, bu öylesine gizli bir gruptur ki varlığını kendisine gizlediğini bile unutmuştur.

4 Haziran 1391’de, İspanya ve Portekiz’de Yahudilere yönelik bir katliam gerçekleşti. Öfkeli bir kalabalık; Sevilla’da evleri yakıp yıktı, ibadet yerlerine saldırdı ve yaklaşık 4.000 Yahudi’yi öldürdü. Kalabalık, bir yüzyıl sonra Engizisyon’u başlatacak olan dini fanatizmin ilk kıpırtısı olarak, Yahudi yerleşim bölgesini yağmaladı. Saldırılar İspanya Yarımadası’na yayıldı – Córdoba, Valencia, Barcelona. Balear Adaları ve Granada’da bile tüm bir Yahudi nüfusu kayboldu.

Ancak kaybolan her Yahudi öldürülmemişti. Birçoğu genellikle zorla Katolik inancına vaftiz edilmişti. Bu ‘Yeni Hıristiyanlar’ çeşitli isimlerle anıldılar: (‘zorlananlar’ anlamına gelen conversos, anusim ya da kripto-Yahudiler. Ancak en iyi ‘pis domuzlar’ olarak tercüme edilen bir isimle bilinirler (bu ismin Yahudilerin domuz eti yemeyi reddetmesine işaret etmesi tesadüf değildir): Marranolar[3]. Marranolar hakkında bazı açılardan benzersiz olan ve Derrida’yı büyüleyen şey, ısrarcılıklarıydı. Sahip olmaya devam ettikleri ama gizledikleri Yahudi inançlarını saklamak için karmaşık hileler kullandılar; örneğin Şabat günü çalışmamanın yollarını buldular. Popüler bir yöntem, dükkân tezgâhlarına, müfettişlere ebeveynlerinin az önce dışarı çıktığını söyleyen bir çocuk yerleştirmekti. İsa’nın tanrısallığını ilan eden derslerden ve ritüellerden kaçınarak Yahudi inançlarıyla bağdaştırılabilecek Katolik ayinlerini benimsemek de uyguladıkları bir diğer yöntemdi.

Bildikleri tek İbranice sözcük Adonai’di, İbranicede Tanrı anlamına geliyordu.

Geçtiğimiz 600 yıl boyunca bu hileler, Marranoları sadece zulümden korumakla kalmadı. Aynı zamanda her iki orijinal kaynağından da birçok yönden kopuk yeni bir din yarattılar. Bu din, gizliliği nedeniyle, açık Hıristiyan ve gizli Yahudi uygulamalarının bir birleşimi haline gelmiş olsa da her ikisinden de koptu. Geleneksel Yahudi ritüellerinin çoğu Marranolar’da yoktur. Sadece bu ‘Kitap Halkı’nda kutsal metinler yoktur ve Hıristiyan ayinleri melez Yahudi ayinlerine (veya tersi) dönüşmüştür.

Olağanüstü bir şekilde, Marranolar için İbranice, bir kelime dışında bilinmeyen bir dildir. 1990 yılında film yapımcısı Sam Neuman Portekiz’in Belmonte köyünde küçük bir Marrano topluluğunu belgelediğinde, bildikleri tek İbranice kelime Tanrı’nın İbranice karşılığı olan Adonai’di. Ancak elbette bu, Yahudi geleneğinde Tanrı’nın gerçek adı değildir.

Tanrı’nın gerçek adı bir sırdır.

Derrida’nın Marranolara duyduğu hayranlık düşüncelerinin geç dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Hayatıyla ilgili 1999 tarihli bir belgeselde, Toledo’daki bir Katolik kilisesinde -bir zamanlar sinagog, sonra cami olan ve daha sonra Hıristiyan kilisesi haline gelen bir bina- yaptığı konuşmada şöyle der:

Mutlak sır nedir? Bu soruya, sözde Yahudi-İspanyol kökenlerim kadar takıntılıydım. Bu takıntılar Marrano figüründe buluştu.

Derrida, kendi ifadesiyle marranoluğa, pek çok nedenden ötürü ilgi duymuştu. Bunlar arasında özsel bir ‘ben’e sahip olmayan birey ile gerçek ben olan bir ‘ben’i açığa çıkarmaya örnek teşkil eden sır fikrinin sürekliliği arasındaki gerilim de yer alır. Ancak Derrida’ya göre marranoluk aynı zamanda bir ‘dinsiz din’ örneğidir: kişinin inancını beyan etmesi, itiraf etmesi, onu kaybetmesidir. Hatta bazen hayatını kaybetmektir. Dolayısıyla Marrano deneyimi, Hannah Arendt’in ‘Parya Olarak Yahudi: ‘Gizli Bir Gelenek’ (1944) adlı makalesinde işaret ettiği gibi, 20. yüzyılda pek çok Yahudi’nin yaşadıklarının uç bir örneğidir: kişinin konuşmasına ve hatta yaşamasına izin verilmesi için kimliğini, bu durumda Yahudi kimliğini gizlemesi gerekir. Bu Yahudiliğe özgü bir durum değildir, ancak Arendt’in yazdığı dönemde özel bir öneme sahipti.

Dolayısıyla, Latin Amerikalı akademisyen Alberto Moreiras’ın Against Abstraction (2020) adlı kitabında ileri sürdüğü gibi, ‘marrano kişinin olduğu bir şey değil, başına gelen bir şeydir’. Tıpkı bir an 13 yaşında bir Fransız vatandaşı, bir an 13 yaşında bir Cezayir Yahudisi olmak gibi. Derrida’nın ailesi Fransa’da yaşıyor olsaydı, Naziler tarafından imha edilen 72.500 Fransız Yahudisi arasında olabilirlerdi. Ya da belki de Yahudiliklerini gizli tutmaya çalışıp kripto-Marrano olabilirlerdi.

Derrida’ya göre, benliğimizin mahzenini ne kadar kazsak da asla tamamen bedenin künhüne varamayız.

Ancak Derrida’ya göre Marrano deneyimi, din değiştirme (ve/veya ihanet) anının, hatta bir anlamda menora mumunu yanık tutan sonraki nesillerin ötesine geçer. “Ben,” diye yazar Derrida, “artık kendi kalpleriyle baş başa kaldıklarında bile Yahudi olduklarını söylemeyen Marranolardan biriyim”. Bilincinde olduğumuz bir sır yerine, burada bilinçdışı bir sır vardır. “Belki de gizliliğin sırrını burada bulabiliriz,” diye yazar Derrida.

Burada Derrida’nın düşüncesi – genelde olduğu üzere – psikanalize dokunur. Psikanalistin görevi, analiz edilen kişiden yalnızca farkında olduğu sırları değil -burada psikanalist hem sevgili hem de rahip olarak hareket eder- bastırılmış olanları da almaktır. Sigmund Freud’a göre (ki o da daha sonra olası bir imhadan kaçmak zorunda kalmıştır), en derin sırlarımız genellikle kendimizin erişemediği sırlardır. Sağduyu, kasıtlı olarak sakladığımız sırların gerçek benliğimize en yakın sırlar olabileceğini öne sürüyorsa, psikanaliz de aslında kendimizden sakladığımız, bastırdığımız sırların en gerçek sırlar olduğunu ve davranışlarımızı az veya çok etkilediklerini savunur. Psikanalist Jacques Lacan’ın da belirttiği gibi, bu sırlar Edgar Allen Poe’nun aynı adlı kısa öyküsündeki ‘çalınan mektup’ gibi genellikle göz önünde saklanır, ancak bu nedenle daha az gizli değildirler.

Psikanaliz için tedavi yine bu sırları kelimelere dökmektir. Analiz bu konuda hiçbir rahatlık sunmaz; öyle ki bazıları için bu düzeyde bir itiraf, engizisyon kadar işkencelidir ve benlik bu süreçte riske atılır. Hiçbir çözüm ise garanti değildir, bir sır bir diğerine yol açar ve tıpkı Yahudi teolojisi kadar ‘nihayete ermezdir’, her soru başka bir soruyla yanıtlanır. Derrida için bu, sırların önemli sırlarından biridir: bizi tanımlayan, bize kimliğimizi veren ve gerçekte kim olduğumuzun kilidini açan nihai bir sır yoktur. Burada Derrida’nın yaklaşımı Freudyen teoriden farklıdır. Derrida’ya göre benliğimizin mahzenini ne kadar kazsak da asla tamamen bedenin künhüne varamayız.

İtiraf tuzağından kaçınmak için kişi yalnızca sessizliği seçebilir. Ancak kendisi de Marrano deneyiminin bir vakanüvisi olan filozof Gerhard Scholem’in 1918’de zekice ifade ettiği gibi: ‘İbranice sessiz kalabilen biri […] aramızda bunu yapabilecek kimse yok’. Bu kişi, en azından şunu yazan Derrida değildir:

Kendimi bir sır kültürüne hapsetmek istemem. Ancak metinlerimde habire ortaya çıkaran Marrano figürünü sevdiğimden, bu kültürü de oldukça seviyorum.

Bielik-Robson’un belirttiği gibi: ‘Derrida Yahudiliğini asla vurgulamaz ama aynı zamanda asla susturmaz da’.

Son ve kaçınılmaz sessizlik elbette ölümdür. Bu eylemde sırlarımızı mezara götürürüz. Derrida da bir istisna değildi. Ekim 2004’te ölmeden birkaç hafta önce verdiği son röportajında bu büyük edebi itirafçı şöyle demişti:

Hayatımı hatırladığımda, hayatımın mutsuz anlarını bile sevme ve onları kutsama şansına sahip olduğumu düşünme eğilimindeyim. Neredeyse hepsini, tek bir istisna dışında…

Ancak bu istisnanın ne olduğu Derrida’nın sırrıdır.


[1] İspanya sürgünü zamanında Hıristiyan olmaya zorlanan Yahudiler için kullanılan ve “pis domuz” anlamına gelen tabir. Gizli Yahudiliğin doğuşunu simgeleyen Marranolar, uzun yıllar kendi asli kimliklerini gizlemiş ve hatta bu yüzden şüpheleri üzerine çekmiştir. Ne var ki günümüzde bir Marrano artık geçmiş Yahudi mirasına dair hiçbir kültürel özelliği barındırmayacak denli uzaklaşmıştır asli kimliğine. Derrida, ne Yahudi kalabilmiş ne de Hıristiyan olabilmiş Marrano figürünü, kimliğin özünde olduğu varsayılan sabit özün karar-verilemezliğe boğulduğu evrensel bir insanlık durumunun yansımasına dönüştürür.

[2] Lat. Kasıtlı işlenen suç. (ç.n.)

[3] Ortaçağ boyunca şeytanla ilişkilendirilen domuz figürü özellikle Judensau (Yahudi domuzu) olarak bilinen anti-semitist gravürlerde Yahudileri emziren hayvan olarak tasvir edilir. Gönderme açıkça Yahudilerin şeytan soyu olduğu yönündedir. ‘Pis Domuz’ isminin tercih edilmesinin temel nedeni Judensau tasvirlerinin ortaçağ boyunca kolektif bilinçdışına işlemiş tasvirlerden ileri gelir. Ayrıca bu ismin bir başka veriliş nedeni de, dinden dönmeye zorlanan Yahudilere, gerçekten Hıristiyanlığı benimseyip benimsemedikleri sınamak amacıyla zorla domuz eti yedirilmesidir. (ç.n.)


Peter Salmon’un Aeon’da yayınlanan bu yazısını Mehmet Çağrı Uluğer çevirdi. Çeviriyi Öznur Karakaş redakte etti.

Exit mobile version