Site icon Terrabayt

Sevgili Agamben, Sözüm Sana…


Gezegen ölçeğinde pandeminin ikinci yılı sona ererken, bu devasa felaketin yıkıcı etkileri arasında felsefeyi tamamen etkisi altına alan trajik bir olayı anımsamadan edemiyor insan. Hitap ettiğim faili nesneleştirmemek, sadece durumun önemini vurgulamak için buna “Agamben Vakası” adını vermek istiyorum.

Giorgio Agamben, beğensek de beğenmesek de sadece Avrupa sahnesinde değil bütün dünyada son on yılların en önemli filozofu oldu, hala da öyle. Amerikan üniversitelerinin dersliklerinden Latin Amerika’nın en uzak muhalif gruplarına kadar Agamben adı, bazı durumlarda filozofun şahsının da ötesine geçerek yeni bir eleştirel düşüncenin sancağı oldu. 1970’leri görmüş olan benim neslim için Agamben’in kitapları, özellikle de 1995 tarihli Homo Sacer: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, sadece neoliberalizmin rahatsız edici ve otoriter derinliklerini sorgulamak için değil aynı zamanda da şu anda kendine ılımlı ilericilik diyen sulandırılmış başarılı sahte solun maskesini indirmek için de bir şans olmuştu. Bu sahte solun ilerlemeye dönük hiçbir eleştirisi yoktur ve felsefi envanteri 1980’lerde son bulmuştur, etkinliklerini ve yönelimini ekonomi diktası altında idari yönetimselliğe indirgeyen bir siyaset icra eder. Foucault’dan Arendt’e, Benjamin’den Heidegger’e 20. yüzyılın en iyi geleneğinin şafağında Agamben, 21. yüzyılın karmaşık sahasında yolumuzu bulmamıza yardımcı olan bir dağarcık ve kavramsal repertuar sunar. Auschwitz’in ardından ortadan kaybolmak şöyle dursun siyasi manzaranın bir parçası haline gelen “kamp”a ve her şeyden önce hiçbir hakkı olmadan açıkta kalanların çıplak hayatına veya geçmişle bağını koruyan post-totaliter demokrasiye dair sayfaları nasıl unutabiliriz?

Bu durum kısa süre önce yaşananları daha da travmatik bir hale getiriyor. Quodlibet’in web sitesinde yer alan ‘Una voce’de Agamben koronavirüsün patlak verişini yarı gazeteci bir üslupla yorumladı. 26 Şubat 2020’de yaptığı ilk paylaşımın başlığı “Pandeminin icadı” idi. Şu anda bu kötücül bir tahmin gibi geliyor kulağa. Ancak o zamanlar Covid-19’un gripten hafif ağır bir hastalık olduğu sanrısına kapılan tek kişi Agamben değildi. Yeterince veri yoktu ve hastalığın boyutları henüz ortaya çıkmamıştı. Covid’in ilk emarelerini yeni ve daha kötü bir çağa giriş olarak yorumlamamı sağlayan kötümserliğimle, olguyu hafifsemeyi veya ona mesafe almayı tercih edenlerle çevrelenmiştim. Kapanma esnasında virüsle mücadele etmek için alınan kaçınılmaz olduğu kadar şoke edici olan önlemler hepimizi sarsmıştı. Dört duvara sıkışmış bir yaşam; başkalarından, polis‘ten yoksun ekrana sevk edilmiş olmamız… hepsi neredeyse katlanılmaz geliyordu, ta ki nefessiz kalıp yoğun bakım ünitelerinde yaşam mücadelesi verenlerin acısını görene kadar. Bergamo’da cenazeleri taşıyan kamyonların görüntüsü bütün dünyada geri dönüşü olmayan bir noktaya işaret ediyordu. Trump’tan Bolsonaro’ya egemenlikçi rejimlerin grotesk bir biçimde ya yok saymaya ya da kendi amaçlarına eğip bükmeye çalıştıkları egemen virüs, en korkunç gücüyle kendini göstermişti. Felaket idare edilemiyordu. Sınır kapama siyasetinin ne kadar zavallıca ve etkisiz olduğunu da gözler önüne serdi. Avrupa yanıt verdi.

Agamben’in açıkça kabul etmesi gereken zaman gelmişti: “Yorumda hata yaptım, zira pandemi bir icat değil.” Ancak Agamben hatasını hiç düzeltmedi.

2020 Temmuz ayına kadar aynı paylaşımlarda bulunmaya devam etti. Giderek artan reddiyeciliğinin haberi yurtdışına yayıldığında, kâbusun kısa süre içerisinde sona ereceğine ikna olduğu gösteren utanç verici metinlerini okudum. Ancak öyle olmadı. Paylaşımları iki kitabın konusu oldu, bloğun “sesi” tahlilinde ısrarcıydı, bu noktada en düşük seviyeye 2021 Temmuz’unda yazılan iki metinle ulaşıldı: “İkinci Sınıf Vatandaşlar” ve aşı kartının tiksindirici bir biçimde sarı yıldız rozetine benzetildiği “Aşı Kartı”. Bu, aşı karşıtı hareketin en kötü halinin imdadına yetişti, entelektüel ve felsefi olarak onları meşrulaştırdı. “Şüphe ve Önlem Komitesi” [1] bunu izledi.

Güvenliği artırmaya yönelik yönelimlere ilişkin endişeler meşrulaştırıldı. Dışarıdan gelene yönelik korku aşılayarak, ötekine karşı nefreti besleyerek ‘bizi’ tabi kılan ve ‘bize’ hükmeden fobikrosi, bu korku siyaseti, şu anda bağışıklıkçı demokrasileri niteleyen siyasi olgudur ve pandemiyi önceler. Filozoflar, sosyologlar, iktisatçılar ve siyaset bilimciler farklı şekillerde bunu kınamıştır. İtalya bağlamının bu açıdan eşsiz bir siyasi laboratuvar olduğunu iddia etmek de bir o kadar yerindedir. Ancak acil bir durum istisna haliyle karıştırılamaz. Deprem, sel ve pandemi kendi zarureti içerisinde yüzleşilmesi gereken beklenmedik olaylardır. İstisna hali ise egemen irade tarafından dikte edilir. Tabii biri diğerine yaklaşabilir, bu yüzden de hem kurumsallaşmış acil durumun hem de bir kez uygulandıklarında riskin silinmez bir hal almasını sağlayan kontrol ve denetleme önlemlerinin temsil ettiği tehdidin elbette farkında olmamız gerekir. Doğru, pandemiden faydalanmayan tek bir hükümet yok. Şüpheli olmaya devam edelim, bu şüphe demokrasinin tuzudur.

Ancak bir adım ötesi komplo teorileri yapmaya savrulmaktır, ki bundan uzak durmamız gerekir. Bu yüzden ne Covid-19 salgınının icat olduğunu ne de bunun kasten bahane olarak kullanıldığını söylemek gerekir. Agamben kitabındaki ihtara başvurarak bunu yapar: “dünyaya hükmeden iktidarlar pandemiyi bahane etmeye karar verirse, bu durumda pandemi gerçek mi simülasyon mı fark etmez…”

İktidarı şahsileştirmek, onu irade sahibi bir özne haline getirmek, ona niyet atfetmek komplo yaklaşımını desteklemek demektir. Aynı zamanda tekniğin ve teknolojinin, Heidegger’in dediği gibi ona hükmedermiş gibi yapanlara hükmeden bu aygıtların rolünü göz önünde bulundurmamak demektir. Tasarımcı tasarlanır halde bulur kendini. Bu yaklaşım sayesinde, iktidarın nasıl işlediğini görebiliriz. Başını alıp giden, adaletsiz, şiddet dolu ancak yine de bir felaket karşısında güçsüz kalan, dünyanın hastalığıyla başa çıkamayan bu iktidarın sınırlarını gösteren tam da bu egemen virüstür.

Hayır, akla ve hakikate sahip olduğundan emin, karmaşık bir olguyu zihinsel bir krampa veya yalana indirgeyenlerin komplo teorisi-karşıtı bayağılığına yakın hissetmiyorum kendimi. Daha büyük bir pişmanlıkla, Agamben’in karamsar imalarının, “kurgusal bir senaryo inşa edildiğine,” yeni bir biyo-güvenlik paradigmasına ve bir tür sağlık terörüne atıfla “vatandaşların bedeninin entegre organizasyonuna” dair beyanlarının onu sadece çağdaş komplo kuramlarının manzarasına yerleştirdiğini düşünüyorum.

Bilindiği gibi aşı karşıtları ve Aşı Kartı karşıtlarından mürekkep takipçileriyle Agamben kendini sağda, hatta ultra-sağda konumlanmış halde buldu. Zaman zaman solda aşı planını destekleyenlere bile çıkıştığı oldu. Ancak son iki yılda gördüğüm kadarıyla hapishanelerdeki isyanlara, bakım evlerinde vefat eden yaşlılara, şehirlerde terk edilen evsizlere, aniden işsiz kalanlara, kargoculara, emekçilere ve görünmezlere dair tek bir söz etmedi. “Çıplak hayat” üzerine düşünmemizi sağlayan filozofun Avrupa sınırlarında hırpalanan, geri çevrilen ve ölüme terk edilen göçmenlere değinmesini beklerdim. Böyle bir inisiyatifin onun otoritesiyle belli bir ağırlığı olurdu. Ancak böyle bir şeye rastlamadık.

Zaman zaman solda aşı planını destekleyenlere bile çıkıştığı oldu. Ancak son iki yılda gördüğüm kadarıyla hapishanelerdeki isyanlara, bakım evlerinde vefat eden yaşlılara, şehirlerde terk edilen evsizlere, aniden işsiz kalanlara, kargoculara, emekçilere ve görünmezlere dair tek bir söz etmedi.

Genelde bizleri çarpık analizlere mecbur etmiş olsa da her şeyden önce paradoksal konumlar alarak bizleri sağduyuya itti. Bana kalırsa bu belki de verdiği en temel hasarlardan biriydi, zira felsefe radikallik gerektirir. Ancak verdiği hasar bununla da kalmaz, başta bizzat felsefenin üzerine çöken itibarsızlık olmak üzere verdiği hasarı tahmin etmek güçtür.

Bu travmadan sağ kalan biz Agambeniani için mevzu, ‘istisna hali’ gibi kimileri neredeyse grotesk bir hal almış olan kategorileri, kavramları, terimleri yeniden düşünmek olacak. Agamben’i ‘Agamben’’den kurtarmak, bu sürüklenmeden düşüncesinin mirasını kurtarmak da zorunlu olacak. Ne neo-liberalizme ne de ılımlı ilericilik modeline teslim olan solun nihai referans noktalarından biri, bunca talihsiz bir biçimde yok olduğundan siyasi sorunun da üzerini kapatamayız. Yolumuz zorlu olacak.


Medium‘da yayınlanan bu yazıyı Öznur Karakaş çevirdi.

[1] İtalyancadan İngilizceye çevirenin notu: [Ugo Mattei’nin fikriyle, 8 Aralık’ta Mattei, Agamben, Massimo Cacciari ve Carlo Freccero’nun kurduğu grup. Dört yıl önce vefat eden Stefano Rodotà’nın onuruna kendilerine ‘Rodotà Gelecek Nesiller’ adını verdiler. Ancak Rodotà’nın kızzı bundan memnun kalmadı ve babasının onlara pandemi üzerine görüşleri yüzünden “ahmak” diyeceğini söyledi. Misyonlarında, “Amacımız özgürlüğü ve uluslararası hukukta insan haklarını savunmaktır…” diyor. ]

 

 

Exit mobile version