Site icon Terrabayt

Schadenfreude’yi [Başkasının Talihsizliğine Sevinmek] Savunmak


Tarihçi Tiffany Watt Smith, başkalarının talihsizliği karşısında duyduğumuz sevinç olan schadenfreude‘nin insan olarak sahip olduğumuz çok karmaşık duygusal tepkilerin doğal bir parçası olduğunu iddia ediyor.

Tiffany Watt Smith bir duygu tarihçisi. Nasıl meslek ama? 2016 yılında çıkan Duygular Sözlüğü kitabında, Smith, keskin, yoğun patlamalar halinde 154 duygunun profilini çıkarır. Torschlusspanik “az zamanımız kaldığını fark ettiğimizde hissettiğimiz o tedirgin edici aksilik hissini anlatır,” diye yazar. (Bu Almanca kavram, “kapının kapanmasının yarattığı panik” olarak tercüme edilebilir.) Japonca amae kelimesi, “bir an tam bir güven hissi içinde kendini salma” anlamına gelmektedir. Schadenfreude maddesine ise iki sayfa uzunluğunda açıklama eşlik eder: “Almanca Schaden (zarar) ve Freude’den (zevk)” gelmektedir – bir başkasının acısı karşısında duyulan genelde utanç verici haz duygusu.

Yeni kitabı Schadenfreude: The Joy of Another’s Misfortune’da [Schadenfreude: Başkasının Talihsizliğinden Keyif Almak] Smith, (kendisi, Londra’da Queen Mary Üniversitesi’nde yer alan Duygu Tarihi Merkezi’nde Wellcome Trust fonundan faydalanan bir araştırma görevlisidir), bu duygunun çeşitli tatlarına yakından bakıyor. Mesela, başka birinin kazasına tanıklık ettiğimizde hissettiğimiz schadenfreude, rakibimiz tökezleyip yere düştüğünde yaşanan sevinç patlaması, adalet yerini bulduğunda gelen tatmin duygusu, ahlaki olarak üstün olanın müstehakkını bulmasını izlemenin zevki var. Mesela kardeşler arası rekabet (ve işyerinde yaşanan kardeş-vari rekabet) var. Kıskandığımız bir arkadaşımız hayal kırıklığına uğradığında alınan, suçluluk duygusunun eşlik ettiği zevk var.

Smith’in schadenfreude üzerine yazdıklarını okumak eğlenceli. Üstelik, kimi koşullarda tehlikeli olsa da schadenfreude’nin birbirimizle ilişki kurma şeklimizin hayati bir parçası olduğunu, dolayısıyla böylesine zayıf bir itibara sahip olmayı hak etmediğini öne süren argümanını ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor. Smith’le telefonda, schadenfreude’nin nüansları ve çokça yargılanan bu duygu hakkında yazma deneyimi hakkında konuştum.  

* * *

Her şeyden önce duygusal durumumuza ve iç yaşamımıza dikkat etmemizin neden önemli olduğunu düşünüyorsunuz?

Birincisi, davranışlarımızı gerçekten neyin motive ettiğini bu şekilde anlarız. Savunma yönlü utanç ve kafa karışıklığı katmanlarının arkasına saklanırken dürüst olmak çok zordur. Duygusal olarak kendini tanımanın, kamusal kolektif iyi açısından gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Duygular tarihi açısından, duygularımızın sadece biyoloji değil aynı zamanda içinde yaşadığımız kültürler tarafından da – bizi çevreleyen felsefi fikirler, tıbbi fikirler, dini fikirler, siyasi fikirler ve toplumsal cinsiyet hakkındaki fikirler – şekillendirildiğini kavramanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hayal gücümüzü şekillendiren kültürel sesleri gerçekten kavrarsak, bir duyguyu deneyimlediğimizde ve ardından belki de utanç duyduğumuzda veya yanıtlarımızı öngörülmüş davranışa göre ayarlamamız gerektiğini hissettiğimizde, zihnimizde oldukça karmaşık bir oyun döndüğünü anlayabiliriz.

Dünden bugüne değer verdiğimiz duygular değişmiştir ve zamanla değişmektedirler. Örneğin, on altıncı yüzyılda üzüntü çok değerli, aranan ve övülen bir duyguydu. Şimdi hepimizin arzulaması gereken duygu mutluluk. Bu kadar basit bir şey bize kendi çağımızda bilgece görünen şeyleri sorgulamamızı sağlayabilir.

Yeni kitabınızda, schadenfreude deneyimlemenin, neredeyse hemen ardından bir yargılama korkusunu tetikleyebildiğini yazıyorsunuz. Schadenfreude ile ilgili kendi deneyimlerinizi yazma fikrine nasıl vardınız? Bu sizin için rahatlatıcı mı oldu yoksa bu kitabı yazma ve bu kavramı keşfetme uğruna kendinizi feda etmek gibi bir şey miydi?

Fedakarlık kısmı kesinlikle daha ağır basar [gülüşmeler]. Aslında hala utanıyorum. Bir arkadaşımla ve editörümle konuşuyordum: “Tanrım, bu kitap hakkında insanlarla konuşmak zorunda kalacağım,” dedim. Daha önce çok sayıda röportaj yaptım ama başka konularda. Bununla, kendimi açığa vurmuş gibi hissediyorum.

Ama bir bakıma başta bu konuyla ilgilenmemi sağlayan şeylerden biri buydu: üzerine konuşması kolay bir duygu değil. Çok fazla utanca batmış, aynı zamanda kararsızlık ve münasebetsizlikle de gizlenmiş durumda. Benim için ilginç olan da buydu. Anlama isteğiyle doldum: Bu duyguyu hangi durumlarda hissediyorduk? Neden hissediyorduk? Böyle hissettiğimizde ne yapıyorduk?

Bir de, oldukça önemsiz, geçici bir şey gibi görünen bu duygu, aslında sandığımdan çok daha yaygın görünüyordu. Ehemmiyetsiz bir kötülük gibi görünmüştü ama aslında her türlü insan etkileşime ve davranışa açılan gerçekten ilginç bir pencere olduğunu belli etti.

Kitapta ahlaki ya da yargılayıcı değil, sadece analitik bir schadenfreude görüşü sunmak sizin için önemli görünüyor. Bu ilk korku ve utancı üzerinizden atıp nasıl düşünmeye ve yazmaya başladınız? Çoğu zaman yazarken bir merak duygusu ve gerçek bir zevk söz konusudur.

Saklamaya çalıştığınız bir şey hakkında yazmak çok zor. Kendinizi bir parça rezil etmeniz gerekir, öyle değil mi? Yazarken, nihayetinde belli bir kontrole sahip olabileceğinizi düşünüyorsunuz bence. Kitaptaki seste, hem bir şeyleri açığa vurmaya hem de biraz kontrol etmeye izin veren bir alaycılık var. Sanırım yazarken tutturmaya çalıştığım şey, kendimi keyif alırken yakaladığım senaryo türleri konusunda dürüst olmaya çalışmaktı.

Ayrıca, bu konu hakkında çok şey okuduğum ve bu konuda pek çok insanla konuştuğum için, süreç içinde benim için normalleşti. Bazı duyguların böylesine utanç verici olmasının sebebi, öyle hissedenin bir tek siz olduğunuzu sanmanızdır. Başkalarının bu konudaki çalışmalarını okurken benim için en büyük rahatlamalardan biri (ve bazılarının bu kitaptan çıkarmasını umduğum şeylerden biri) şu: “Ah, evet, herkes böyle hissediyor. Herkeste zaman zaman böyle bir duygu uyanıyor. İnsanlar uzun zamandır böyle hissediyorlar; bu şu anda benim yaşadığım, bana özel bir şey değil. Ben berbat biri değilim. Bu, onu kolektif bir biçimde yaşıyor olmanın bir vasfı sadece. “

Kitabın her bölümünün başında, schadenfreude‘nin her bir tadına dair örnekler içeren kısa listeler sunuyorsunuz, ben bunları okurken sık sık biraz neşe veya rahatlama hissettim. Favorilerimden biri, “ At yogası (insanların atların üzerinde yoga yapması) ters gittiğinde. [gülüşmeler] Böyle spesifik örnekleri nasıl buldunuz? Hep yanınızda defter bulundurduğunuzu ve aklınıza geldikçe yazdığınızı düşündüm. Ama bu kategorilerden her birini yazmaya oturduğunuzda bunları tek tek uydurmuş olmanız da bir o kadar mümkün.

Daha çok ilki gibiydi. Duygular hakkında yazmaya başladığımda, onları hissederken kendimi gözlemliyor,nasıl hissettirdiklerini anlamaya çalışıyorum. Bu süreçte, o duyguyu harekete geçiren şeyleri not ediyorum- genellikle bunları kendime e-postayla gönderiyorum veya telefonuma notlar alıyorum. Okurken ve düşünürken bir yandan da bu örnekleri topluyorum.

Bir süre sonra, bir duygunun birçok farklı düzeyde nasıl işlediğini anlamaya başlıyorum. Duygular çok geniştir, net sınırları yoktur ve birçok alt kategori içerirler. Ama bir sürü örneği not almaya başladığımda, duygu aralığının bir resmini de çıkarmaya başladım.

Aslında bu listeleri başlangıçta kitaba dahil etmedim; onları diğer malzemeleri düzenlememe yardımcı olsunlar diye kullanıyordum. Editörüme gönderdiğim ilk taslağa, girişin bir parçası olarak sadece tek liste eklemiştim. Editörüm, “N’olur daha fazla liste koy!” dedi. [gülüşmeler] Not defterime geri döndüm ve tüm bu örnekleri topladım. O noktada, bunları can alıcı bir örnekle anlatma becerisine dönüşmüş oldu.

“Can alıcı örnek” buraya çok uydu: Kitapta, özellikle de dahil ettiğiniz tarihsel araştırma kısmında, muazzam komik hikayeler var. Kişisel favorim, akşam yemeğine davet ettiği misafirlerini, yemek masasının altına düşsünler diye içi hava dolu sönen yastıklara oturtan bir üçüncü yüzyıl imparatoruydu. Çok hoşuma gitti. Sonra Kraliçe’nin önünde osurduktan sonra yedi yıllık sürgüne [gülüşmeler] giden “ Oxford Kontu”nun hikayesini sevdim. Kitap oldukça kısa ve içi epey dolu. Neleri dahil edeceğinizi nasıl seçtiğinizden bahseder misiniz?

Elime schadenfreude ile ilgili kalın bir kitap geçse, biraz itici bulabilirdim onu. Oysa küçük bir şey, öyle olmasa da eğlenceli ve hafif gibi görünen bir şey olsa, çok sayıda okuyucuya ulaşma ve geniş bir insan kitlesine hitap etme şansına sahip olabileceğini düşündüm. Ama elbette, üzerinde çalıştıkça, konunun son derece karmaşık olduğu ortaya çıktı. Böyle böyle, kitabı aşırı doldurmadan ne kadar gidebilirim diye görmeye çalıştığım bir süreç oldu.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, psikolojide bir genişleme ve profesyonelleşme görürsünüz, dolayısıyla zihinsel yaşamımız bir sürü isimlendirmeye ve sınıflandırılmaya tabi tutulmuştur.

Üzerinde pek durmuyorsunuz ama, giriş bölümünde, schadenfreude ile sadizm arasındaki farkın, schadenfreude’de acıya sebep olanın bizzat kendimiz olmamamız olduğunu belirtiyorsunuz. Bu bana mevzunun gerçekten önemli bir vasfı gibi geliyor ve schadenfreude etrafında bu tür bir utanç duygusu yaşamamızı daha da ilginç kılıyor.

Kelime İngilizcede ilk geçmeye başladığında, oldukça geniş bir şekilde kullanılıyordu. O dönemki bazı kullanımları bugün çok tanıdık geliyor bize – kibirli insanların müstahakkını bulmasına gülmek ya da oy vermediğiniz bir yasanın kötü bir şekilde çuvallaması ve herkesin bu konuda birbirine girmesi ihtimalinden keyiflenmek. Öte yandan, çok daha acımasız ve nahoş ve bugün olsa muhtemelen öyle değerlendirmeyeceğimiz senaryolardan da schadenfreude imiş gibi söz ediliyordu: örneğin kedilere eziyet edilmesini izlemekten hoşlanan insanlar.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, psikolojide bir genişleme ve profesyonelleşme görürsünüz, dolayısıyla zihinsel yaşamımız bir sürü isimlendirmeye ve sınıflandırılmaya tabi tutulmuştur. Anksiyete gibi, bugün artık aşina olduğumuz birçok rahatsızlığın ve ismin icat edildiği andır bu. Bunlardan biri de sadizmdir. Bence sadizmin belirli bir akıl rahatsızlığı olarak, üstelik de zevk ve işkenceyle bu kadar açık şekilde bağlantılı bir rahatsızlık olarak odak noktasına oturması, schadenfreude’nin tu-kaka edilmesinin sebebi. Yani schadenfreude, seyircili spor gibi çok daha fırsatçı ve elden düşme bir şey haline gelirken, sadizmin kendisi ise daha ziyade acıya sebep olmanın zevki ve sebep olduğunuz acıdan aldığınız zevktir.

Bugün kendimizi içinde bulduğumuz bazı durumları düşündüğünüzde, örneğin birisi Twitter’da aptalca bir şey söylediğinde bir sürü insanın onu ortaya alıp eleştirmesi gibi bir durumda, yaptığımız şey kısmen kamuya açık bir utandırma sürecidir. Kendiniz bir şey yazmasanız da, o büyük yorumlar listesini beğenmenizin ya da paylaşmanızın utandırmaya katkıda bulunduğu o anlara sanırım biraz keyif eşlik ediyor. Yani bu, schadenfreude olarak kaydedilecek bir şey, ama aynı zamanda da o kişinin aşağılanma, utanç ve cezalandırılma duygularına katkıda bulunmanın bir yolu. Bu yüzden çağımızda bu çizginin ne kadar net çizilebileceğini bilmiyorum.

Evet. Neyin iyi neyin yanlış olduğuna dair kişisel ve kültürel fikirlerin kesişimini merak ediyordum. Tanımladığınız o geniş çaplı kamusal utandırma, sizin de belirttiğiniz ve Jon Ronson’un da yazdığı gibi, yeni bir şey. Ama diğer yandan, kişisel eşikler arasındaki farkları ve belirli bir insanı bir başkasından daha fazla veya farklı bir schadenfreude deneyimlemeye meyilli hale getirenin ne olduğunu da merak ettim.

Bir tarafta şu var; insanlar kabahat işleyenlerin hak ettikleri cezayı çektiklerini görmekten çok uzun zamandır keyif alıyorlar. Muhtemelen toplumlarımızın nispeten sorunsuz işlemesine izin veren şeyin bir parçası bu. Aklıma gerçekten takılan hikayelerden biri, altı gibi küçük bir yaştan çocuklar üzerinde çalışan araştırmacılarla ilgiliydi. Onlara bir kukla gösterisi yapıyorlar; bazen kuklalar iyi huylu, bazen de gerçekten yaramazlar. Araştırmacılar ayrım gözetmeksizin tüm kuklaları cezalandırıyorlar ve iyi kuklalar cezalandırıldığında çocuklar çok ama çok üzülüyor. Ancak kötü kuklalar cezalandırıldığında çocuklar oldukça neşeleniyor. Daha da kötüsü ise araştırmacılar bu kukla tiyatrosunun önüne bir perde çekiyorlar. Çocuklar yaramaz kuklaların cezalandırıldığını görmeye devam etmek istiyorsa, jetonla ödeme yapmak zorunda kalıyorlar. Çocuklar bunun üzerine ödeme yapıyorlar da.

O kadar küçük çocukların bile insanların cezalandırıldığını görmekten bu kadar zevk almasının gerçekten büyüleyici olduğunu düşündüm. Yaşlandıkça, ya schadenfreude duygumuzu gizlemeyi ya da ona adabın gereği bir biçim vermeyi öğreniriz – bu biraz titiz ve tuhaf çünkü adalet sistemimizin tarafsız ve duygusallıktan uzak bir süreç ideali etrafında düzenlendiğini biliyoruz. Elbette, içimize sızan bir zorba olduğunu da biliyoruz.

Schadenfreude‘ye yönelik bireysel olarak ne kadar eğilimli olunduğuna gelince, Lisa Feldman Barrett adlı bir nörolog ile bu konu hakkında konuştum ve söylediklerini gerçekten ilgi çekici buldum. Suçluların cezalandırılmasından zevk almamız kesinlikle tehdit altında olduğumuz duygusuyla bağlantılı. Şehir dışında yaşıyorum, küçük çocuklarım var ve bu sokaklarda her gün saatlerce çocuk arabası iterek dolaşmak zorundayım, bu yüzden insanların kaldırımda bisiklet sürmesinden gerçekten nefret ediyorum. Bunu biraz tehlikeli buluyorum; “Yolda sür” diye düşünüyorum. Bu arada, Britanya’da kaldırımda bisiklet sürmek yasa dışı. Yani biri polis tarafından kenara çekilse, benim için bir haftalık keyif demek. Bu beni işte öyle mutlu ediyor. Oysa her yere arabayla gidiyor olsanız ve bu kişinin kaldırımda bisiklet sürdüğü için kenara çekildiğini görseniz, “Polis neden zamanını boşa harcıyor ki?” diye düşünürsünüz. Yani bu açık bir örnek: Eğer bir şey sizi gerçekten etkiliyorsa ve sizi rahatsız ediyorsa, o kişi yakalandığında ya da uyarıldığında, gerçekten zevk alırsınız.

Araştırma, kişisel güven duygusu ile schadenfreude deneyimleme eğilimi arasındaki ilişki hakkında iki farklı yöne işaret ediyor gibi görünüyor. Kitapta bir yerde hasta insanlarla ilgili şöyle yazmışsınız: kendilerinden ne kadar az eminseler, kendilerinden daha hasta biriyle ilgili bir şeyler duymak o kadar çok aynı durumun kendi başlarına da geleceğinden korkmalarına neden olur. Öte yandan, sanki genel olarak schadenfreude daha güvensiz insanların başına geliyormuş gibi görünüyor. Özellikle bize kendimizi aşağılık hissettiren biri yok edildiğinde hissettiğimiz zevki düşünüyorum. Kendinize oldukça güvenen biriyseniz, kendinizi genelde bu kadar aşağı hissetmezsiniz. Öyleyse, kendine güven ve schaudenfreude arasındaki bu ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu iki örnek, schadenfreude hakkında iki farklı düşünme biçiminden geliyor. Bu kitap için elimdeki malzemeleri düzenlediğimde aklıma düşen fikirlerden biri, bu konuda sadece farklı varyasyonlar değil aynı zamanda aynı duygunun son derece farklı biçimleri de olduğuydu.

Yani bir yandan, evet, kendinizi güvensiz hissediyorsanız, ki bence bu duygu eylemlerinizin sonuçları üzerinde hiçbir kontrolünüzün olmadığını hissetmek olarak tanımlanabilir, o zaman sizinle aynı durumda olan başkalarının başarısızlıkları güven verici olmaktan çok korkutucu görünebilir. Aynı kaderi paylaşacağınızı düşünürsünüz. Kendilerine daha çok güvenen ve içinde bulundukları durumların sonuçları üzerinde bir şekilde kontrol sahibi olduklarına inanan insanlar daha kötü durumda olan insanlarla karşılaştığında, biraz daha iyi tercihler yaparak onlara karşı bir tür avantaj sağlamış olduklarını hissetme eğilimindedirler. Bunların ikisi de farazi düşünceler, ama yine de, böyle işliyor gibi görünüyor.

Kendinizi güvende hissetmediğinizde kıskanç, güvensiz veya aşağılık hissetmeniz daha olası. Bu nedenle, genellikle kendine güvenen bir kişi olabilirsiniz, ancak sizin de bir zayıf noktanız olabilir. Belki de piyano çalma konusunda çok gerginsiniz ve bir başkası bu konuda harika görünüyor, bu da size kendinizi daha da yetersiz hissettiriyor. Ama sonra o kişi sınavda başarısız olduğunda bu sizi bir miktar memnun eder çünkü ya düşündüğünüz kadar kötü olmadığınızı, ya onunkinin gösterişten ibaret olduğunu ya da piyanoda hiç kimsenin o kadar iyi olmadığını göstermiştir bu durum. Daha açıktan rekabet içinde hissettiğimiz bir durumda, rakibimiz sendelediğinde  bir tür zevk ve zafer hissetmemizi sağlar. Önceki örnekte ise hasta insanların rekabet içinde olduklarını sanacaklarını düşünmüyorum, daha ziyade güvence ararlar.

Rekabetle ilgili olan schadenfreude türü benim için çok ilginçti. İşyerindeki ortamla ilgili de yazmışsınız; doğrudan rakibiniz olan kişi başarısız olduğunda yıldızınızın ona kıyasla yükseleceğini düşünüp hissettiğiniz schadenfreude gibi. Bunu biraz kardeş rekabetine benzetiyorsunuz ki bu aklıma bir soru getirdi. Kardeş rekabeti olduğunda, sebebi sizin de söylediğiniz gibi yeterli kaynak veya sevgi yokmuş gibi hissetmektir. Bunu işyerine tercüme edecek olursak, mesela benim alanımda, yazarlar arasında inanılmaz bir rekabet olabiliyor, sanki sadece bir kişi kitap yayınlayabilirmiş gibi. Bu algıya neden olan temel inanç sistemini merak ediyorum. Bu kadar yaygın olması, sizin de belirttiğiniz gibi patolojik olmadığı anlamına geliyor. Ama ortada herkese yetecek kadar kaynak olmadığı, geride kalınabileceği inancıyla ilgili bana bir miktar sağlıksız gelen bir şeyler var. Meslektaşım alırsa, ben alamam demektir bu. Ve onun başarısız olması, benim için iyi bir şeydir. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Bence ortada patolojik bir şey var, ama bunun biz olduğunu sanmıyorum. Bence kendimizi içinde bulduğumuz yapılar sorun. Kendi işimden bir örnek vereyim. Britanya’daki üniversiteler eskiden oldukça özerk kurumlar olarak işlerdi. Akademisyenler işbirliği yapmak zorundadır ve genelde kurumlar arası işbirliğinden zevk alırlar. Yani bir kurumun başka bir kuruma karşı olması fikri biraz anlamsızdı.

Ve sonra hükümetimiz, aslında Amerika’yı taklit eden üniversite sıralamaları getirdi. Üzerinden zaman geçti bunun. Şimdi, bu sıralama olayı çok çok yoğunlaştı ve herkes bundan nefret ediyor. Tüm akademisyenler bununla alay eder. Buna rağmen, bir yandan da, insan doğası gereği üniversite sıralaması yayınlandığında ve kendinizi orada gördüğünüzde (ya da daha yüksek bir olasılıkla müdürünüzden “Oleeey, cidden çok iyi iş çıkardık” falan diyen korkunç bir e-posta aldığınızda), üniversitenizin başka bir üniversiteyi geride bırakarak öne geçtiğini bilirsiniz. Ve bu size kendinizi daha iyi hissettirir.

Yani üniversitelerde herhangi bir rekabet olmamalı ve bir noktada, yoktu gerçekten de. Ancak rekabetçi bir çerçeve bir kez uygulamaya konduğunda bir şekilde içine düşüyoruz.

Sanırım patoloji, sevgi sınırlı bir kaynak olmadığı için çocukların sevgi için rekabet ettiğini söylemenin anlamsız olduğu bir aile ile sevginin sınırlı bir kaynak olarak sunulduğu bir aile arasındaki farkta. Bu durumda sevgi, uğruna savaşmaya değer bir şeymiş gibi görünür, biz de bu tür davranışlara düşeriz. Dolayısıyla, sanırım hata, kendimizi içinde bulduğumuz yapılarda yatıyor.

İnsanların kendilerine mahsus aile tarihlerinin ve dünya görüşlerinin onları schadenfreude deneyimine nasıl hazırladığını düşünüyorsunuz? Benim tahminim, dünyayı herkese yetecek bir yer olarak görme eğiliminde olanların, dünyayı kıtlıkta görenlere göre daha az sıklıkta veya daha az yoğun bir şekilde schadenfreude deneyimleyeceği.

Bu benim de merak ettiğim bir soru. Bu kitabın yayınlanması ve hakkında konuşulmasıyla ilgili endişemin de bir parçası bu. Rekabete kafayı takmış insanlardan biri gibi mi görünüyorum? Öyle olduğumu sanmıyorum, ama belki göründüğümden daha fazlasıyım kim bilir! [Gülüşmeler]

Hiç kimsenin schadenfreude’ye tamamen bağışıklığı olduğunu sanmıyorum, zira hiç kimsenin hayatını sürekli omuzlarına bakıp rekabet ederek geçirmek istemediğini bilsek de hiyerarşik bir düzende nerede olduğunuzu anlamaya çalışmak ya da ne kadar iyi durumda olduğunuzu başkalarıyla karşılaştırarak anlamaya çalışmak da oldukça normal. Buna hepimiz biraz düşüyoruz. Bu yüzden bundan tamamen kaçınmanın çok zor olacağını hissediyorum.

Nasıl bu kadar çok farklı schadenfreude çeşidi olduğunu da konuşmuştuk. Yani kıskançlığa veya rekabete özellikle yatkın olmasanız da, bu size pek uymuyor olsa bile – ama bunun çoğu insana hitap ettiğini de söylemeliyim – kendinizi aptalca kazaların saçmalığından gerçekten keyif alırken bulabilirsiniz, rekabetçilikle hiçbir ilgisi yoktur bunun, sadece işlerin kötü gitmesi karşısında hissedilen o tuhaf kutlama duygusuyla ilgilidir. Ya da bir spor takımıyla çok güçlü bir ilişkiniz olabilir ve rakip kaybettiğinde coşkuyla sevinç gösterisi yapmaktan kendinizi alıkoyamayabilirsiniz.

Spor hayranları üzerinde yapılan çalışmaların, rakibinizin başarısızlığını izlemenin kendi takımınızın başarılı olmasını izlemekten daha zevkli olduğunu gösterdiğini okuduğumda samimiyetle şaşırdım. Bu benim için şok oldu. [Gülüşmeler] Bu kadar uzun süre bu işin içinde olan ve bu işle meşgul olan biri olarak sizi şaşırttı mı yoksa bu normal bir bulgu muydu?

Hayır, hayır, bu beni kesinlikle şaşırttı. Şu da şaşırttı beni: insanlar schadenfreude yüzünden gülümsediğinde, gülümsemeleri hem fizyolojik olarak neşeyle gülümsediklerindeki gibi oluyor hem de en azından hemen o an, neşeyle gülümserken olduğundan daha hızlı, daha yoğun gülümsüyorlar. Bunu çok acayip buldum. Bu duyguya bakmaktan hoşlanmasak da, utanç verici de hissettirse, bunu yapmamız duygusal yaşamlarımız için çok önemli.

Oksitosin hormonunun schadenfreude‘de de rol oynadığına dair gerçekten ilginç bir çalışma var. Oksitosin sadece birbirimizle kurduğumuz, topluluğu destekleyen sıcak ve samimi ilişkilerle değil sahip olduğumuz tüm toplumsal ilişkilerle ilgili. İlişkiyi yoğunlaştırmanın bir yolu. Burunlarına oksitosin sıkılan insanlar, plasebo verilenlere göre daha yoğun bir schadenfreude hissetmişler. Öyleyse, schadenfreude’yi sosyal etkileşimimizin hoş olmayan küçük bir köşesi değil de bir parçası olarak görürsek – birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin hep bir parçası olduğunu düşünürsek- bu duyguyu ancak o zaman gerçek anlamda olduğu gibi görebileceğimizi düşünüyorum, ayrıca bu sayede daha zorlu sonuçlarından bazılarını da ancak o zaman anlayabiliriz. Kitap neşeli bir schadenfreude savunması ama umuyorum ki schadenfreude’nin tehlikeli ve sorunlu olabileceği çağdaş siyaset gibi bazı alanları da vurguluyor.

İçinde yaşadığımız dönemde, Schadenfreude’nin özellikle akut bir hal alıp almadığı – steroid almış schadenfreude – soruluyor. Yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde, schadenfreude hakkında neredeyse hiç akademik çalışma yayınlanmadı. 2000 yılı civarında, çalışmalarda ani bir artış olduğu görülüyor, şimdi başlıkta “schadenfreude” kelimesinin geçtiği yüzlerce çalışma var. Aynı zamanda, empatiye karşı da yoğun bir ilgi olduğunu görüyoruz. Psikologlar genellikle empati ve entrikayı birbirini dışlayan veya karşıt güçler olarak sunarlar. Empati: Senin acını kendi acım gibi hissediyorum; schadenfreude: Senin acından zevk alıyorum. Bunlar tamamen uyumsuz görünür.

Ancak bana kalırsa, schadenfreude ve empati arasındaki bu karşıtlık gerçekten sorunlu, duygular gerçekte böyle işlemiyor. Son derece başarılı olan ama terfi alamayan diyelim ki arkadaşınız gibi birisine içtenlikle şefkat duyarken, bir yanda da alttan alta bundan biraz keyif alabileceğinizi düşünmenin tamamen normal ve makul olduğunu düşünüyorum. Her ikisini de aynı anda hissedebilirsiniz ve hissettiğiniz küçük zevk parçaları, sempatiyi veya şefkati ortadan kaldırmaz. Sizi ikiyüzlü de kılmaz. Bu sadece bir insan olarak gerçekten karmaşık duygusal tepkiler verebildiğiniz anlamına gelir. Duygular ya o/ya bu, açık/kapalı, siyah/beyaz diye yaşanmaz. Benim için, schadenfreude’yi utanç verici, ikircikli, tuhaf bir şekilde yaşadığımız anlarda bunu hatırlamak gerçekten önemli oldu: Bu iki şeyi aynı anda hissedebilmeniz mantıklı. İnsan olmak böyle bir şey. 


 Longreads sitesinde yayınlayan söyleşiyi Türkçe’ye Kolektif Kitap desteğiyle Serap Güneş çevirdi, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti. 


Ana Görsel: “Acı başkalarına çok yakışıyor.”

Exit mobile version