Hangi “küre”?
Tam da bu Prometheusçu gözüpekliğin, çılgın gibi doruklara koşmanın bedelini ödemiyor muyuz?
— Amin Maalouf, 2009.[1]
Ufukta yardım yok. İyi niyetli yabancı ülke yok. Birleşmiş Milletler yok.
[…] Yapılacak işlerimiz var. Ve kazanılacak bir dünya.
— Arundhati Roy, 1 Mart 2020.[2]
Sosyal medya platformlarında, özgül olarak Twitter’da takip edilen onlarca biliminsanının, virolog, moleküler biyolog, patolog, mikrobiyolog, tıp doktoru gibi aktörlerden oluşan ve yeryüzünün, insanlığın geleceğine ilişkin kaygı güden, bilimsellik ölçütlerince tavsiyelerde bulunan birtakım uzmanların paylaşımlarına yeterince maruz kalmak, giderek bir tür “eksikliği” duyumsatmaya başlar. DSÖ’nün, TC Sağlık Bakanlığı’nın konuyla ilgili klinik kılavuzları, yetkili ağızların demeçleri, prestijli dergiler ile biyomedikal enstitü mecralarına yansıyanlar, dahası filantrop hibecilerin, muktedir mümesillerinin, bulvar gazetelerinin söylemleri, dijital ortamdaki tartışma platformlarında devinen sözdağarı, hepsi bir hakikatin ıskalandığını duyumsatır. Hassaten COVID-19 üzerine makalelerin derlendiği bir akademik havza (hub) olarak LitCovid’de, on gün içinde sayısı “iki bin”i bulan sayıda çalışmanın yer aldığı ve bunların çoğunun önbaskı (preprint) olduğu, o kadar ki bilimsel camiada bir bilgi kirliliği oluştuğu ve hatta bazı makalelerin birkaç hafta içinde, barındırdığı metodolojik hatalar nedeniyle geri çekildiği gerçeği de anımsanırsa, hâliyle, bilimsel alana ilişkin nötrallik düşleri duvara toslayıp parçalanır. Mevcut durumun heterojen boyutları, doğallık isnadı içinde meczedilir. Tablo şunu söyletir bize: Menzildeki manzaranın olduğu gibi kabul edilerek salt yorumlanmasıyla yetinilmesi, tam da siyasetsizleştiren bir siyasal hamleye dönüşüyor. Kırılganlıkları ancak depolitik bir belirlenimle gündeme sokuyor; zira bu kavrayış uyarınca kırılganlıkların yalnızca tâbi kılan bağımlılıklardan ileri gelmesi gerektiği varsayılıyor. Felâketlere ilişkin kaçınılmazlık vurgusu da, kanıksama savruluşu da oraya ilişiyor. Salgının, bir sağlık mevzusu, dolayısıyla salt bilimsel alana ait bir mesele olarak özümsenip tüketilmesiyle, uçsuz bucaksız bir söylemsel oyun sahası, bilimi arkasına alarak siyaseti defeden bir iktidarın hizmetine girmiş oluyor. Burada bizatihi bir bilgi üretimi olduğunu hesaba katmamak, başımıza gelen şeyi nasıl algıladığımız ve deneyimlediğimizin bizzat iktidarın konusu olduğunu ıskalamaya yol açıyor. Olanaklar, potansiyeller, eğilimler, ilişkiler ve zorunluluklar birbirine karışıyor. Hepsi de “bilim” nâmına olmakta olanın “güncelci” telaşı içinde eritiliyor. Olan bitenin tekilliği eleniyor. Bizlere aşikâr, olağan ve hatta zorunlu görünen şeyleri, ait oldukları varsayılan neden-sonuç hattından çekerek bir etkiler ağına oturtmak imkânsızlaşıyor; aşikâr olduğu ölçüde kendini silen, görünmez olan bir bilme ve eyleme tarzı yumağını, yeniden görünürleştirmek mümkün olamıyor.[3]
Dijital ortamda, tek tek ilgili başkaca ülkelerdeki gelişmeleri, istatistikleri gerçek-zamanlı takip edebileceğimiz (live-tracker map) çok sayıda site ve uygulama mevcutsa da, bir tür Merkatör projeksiyonu istikâmetinde enformatik akışta Batı coğrafyasının ön plana çıktığı hayli açıktır.
Şunu görmek gerekiyor: Biyomedikal aciliyet durumlarının etrafında şekillenen talepkâr küresel seferberlik, kaçınılmaz olarak, hastalık, tedavi ve bedenle ilgili Batı-merkezli kavramlarının daha da yerleşikleşmesini ifade eder. Bu da, salgının anlaşılmasında belirli söylemlerin tahakkümüne ilişkin homojenleştirici bir etkidir. Bir parantezle hatıra getirilirse, salgınla alâkalı onca haber ve enformasyon akışı içinde İtalya, Fransa, İngiltere, ABD, Almanya, İspanya özelinde neler yaşandığını anbean takip ediyoruz. Olsa olsa bu kafileye, otoriterliğe kaymadan akılcı sosyo-ekonomik tedbirlerle krizi başarılı yönetebildiği düşünülen Singapur, Tayvan, Japonya ve Güney Kore’yi ekliyoruz. Hâlbuki örnekse, testleme bahsinde Senegal’den, karantina ve filyasyon bahsinde Vietnam’dan öğrenilecek önemli dersler olduğu bildiriliyordu.[4] Gelgelelim pandemi, ismiyle müsemmâ bir biçimde Birleşmiş Milletler’e üye ülke sayısı kadar ulus-devlete yayılmış durumda. Dijital ortamda, tek tek ilgili başkaca ülkelerdeki gelişmeleri, istatistikleri gerçek-zamanlı takip edebileceğimiz (live-tracker map) çok sayıda site ve uygulama mevcutsa da, bir tür Merkatör projeksiyonu istikâmetinde enformatik akışta Batı coğrafyasının ön plana çıktığı hayli açıktır.[5] COVID-19 salgını ve bunun aktarılma dinamiği, böylece, esasında yatırım, ticaret ve kültürel kimlik gibi meselelere dair bir metafor olarak okunabilir. Uluslar-üstü küresel yönetişim (governance) programları eliyle, salgının yayılımından sorumlu sosyo-ekonomik süreçlere ilişkin partiküler detaylar ile yerel kültürel normlar, standart bir “dünya vatandaşı” kimliği içinde eritilir. Bu bağlamda insan haklarına ve bireysel kimliklere ilişkin Amerikanize kavramların hâkimiyeti dikkati çeker ve çok farklı sosyal, ekonomik ve kültürel kaynaklara sahip toplumlarda bu kavramların uygulanabilirliğini sorgulamak şart hâle gelir. COVID-19’u bir “küresel salgın” olarak görmenin yegâne trajik ironisi, pratikte küresel müdahâlenin büyük ölçüde retorik bir seviyede olmasıdır. DSÖ’yü yıllaryılı eleştirel bir mercekle takip eden hemen herkesin kolaylıkla teşhis edebileceği üzere, teknik bir imleç olarak “pandemi”, varsılların tedirgin olmasını açımlayan bir tür şifre gibidir. Bu noktayı tamamlayan bir örnek verelim: DSÖ ile Global Citizen’ın eşgüdümüyle Nisan ayında gerçekleştirilen çevrimiçi bir etkinlik, COVID-19 ile mücadele eden sağlık emekçileri için prima facie olumlu bir girişim ise de, biri çıkıp şu gibi detayları hatırlatabilir: Hâlihazırda patlak verdiğini işittiğimiz Yemen’deki kolera, Nijerya’daki Lassa ateşi vakalarında, önceleri ise Afrika’da bile haberlere nadiren çıkan Ebola salgınında, Suriye iç savaşında, Latin Amerika’nın mafya çatışmalarında, dahası Sınır Tanımayan Doktorlar’ın (MSF) sağlık istasyonları hava saldırıları ile yerle bir edildiği sırada, Gazze’deki hastaneler İsrail bombaları ile havaya uçurulduğu zamanlarda ön saflarda mücadele eden (frontline) sağlık emekçileri anılmıyordu. Kaldı ki sözü edilen güncel etkinlik, Coca-Cola sponsorluğunda gerçekleştiriliyordu.[6] Dolayısıyla uygarlığın merkezinin tehdit altında olduğu bir mücadele pekâlâ takdis edilecekti. Nitekim Orhan Koçak da, etkileyici bir muhakeme yürüttüğü metninde, “kendi kısmî sorunlarını dünyanın genel sorunu olarak takdim etmeyi ya da sahiden dünyanın genel sorunu hâline getirmeyi beceren Batılılar”dan söz açıyordu:
“[B]ugün dünyanın her yıl milyonlarca insanın hayatına mal olan küresel sorunlar nedeniyle değil, bu sorunlardan görece muaf bir coğrafyanın da nihayet küresel bir tehdide doğrudan maruz kalması üzerine alarma geçtiğini görmek gerekiyor. ‘Küresel olağanüstü hâl’in bir kez koronavirüs salgını Avrupa kıtasına ulaştığında idrak edilmiş olması, bunun en açık göstergesi. Salgının merkezi Asya’yla sınırlı kalsa ya da yoksulluk ve hava kirliliği gibi küresel sorunların en yoğun yaşandığı Afrika ve Ortadoğu olsaydı, acaba dünya bugünkü gibi bir seferberlik içine girer miydi?”[7]
COVID-19’a ilişkin “1918 İspanyol gribinden bu yana en kötü pandemi” okuması da bununla ilişkilidir. Bunun için yalnızca Peter J. Hotez’in “unutulmuş halklar”ın “unutulmuş hastalıkları” dediği kütleyi düşünmek bile yeterli gelecektir.[8] Kapitalist hastane tıbbının kârlılık, verimlilik, işletmecilik, maksimizasyon gibi ilkeleriyle çeliştiği için “endemik” imleciyle handiyse turistikleştirilerek yüz çevrilen enfektif hastalıklardır bunlar. Dahası vardır: Örnekse Güney, Güneydoğu ve de Doğu Asya’yı kasıp kavuran, dahası İspanyol gribinin sona ermesinden sonra bile devam eden, 1890’lardan 1950’lere kadar sürmüş olan ve sadece Hindistan’da tahminlere göre 10 milyon insan canına mal olan üçüncü veba pandemisinin milyonlarca insanı öldürdüğünü ıska geçer. Iska geçer; zira bu salgın “neredeyse tamamen sömürgeleştirilmiş dünyayla sınırlı kal[mıştı]; öyle ki sömürgeciler, sadece pis, pire dolu ve sıçan istilâsına uğramış dünyanın geri kalanını etkileyen bulaşıcı hastalıkların hakkından geldikleri yönündeki rahatlatıcı inançlarıyla baş başa” idiler.[9]
DSÖ’yü yıllaryılı eleştirel bir mercekle takip eden hemen herkesin kolaylıkla teşhis edebileceği üzere, teknik bir imleç olarak “pandemi”, varsılların tedirgin olmasını açımlayan bir tür şifre gibidir.
2014-2016 Ebola salgını, özellikle Batı Afrika’da Sierra Leone, Gine ve Liberya’yı vurmuş, toplamda on binden fazla kişinin yaşamını yitirmesine neden olmuş, Batı dünyasında ise tek tük vakalar dışında kayda değer bir yankıya yol açmamıştı. Salgının Sierra Leone’da nasıl yaşandığını üç farklı sağlık çalışanı üzerinden anlatan Arthur Pratt imzalı bir belgeselde (Survivors: Inside Sierra Leone’s Ebola Epidemic Coronavirus, 2019) virüsten etkilenen aileler ve topluluklar, uluslararası STK’lar ile hizmet ettikleri insanlar arasındaki yanlış anlaşılmalar ve ülkenin on yıllık iç savaşından kaynaklanan siyasî gerilimler kaynaştırılıyordu. Al Jazeera’da yayınlanan film, yalnızca Ebola salgını sırasında orada neler olup bittiğini göstermek için değil, daha ziyade Afrika toplumsallığına ilişkin Batılı bakışın anlam çerçevelerine, “çatışma bölgesi” (war zone) kavrayışına ve tabii DSÖ’nün politik aklına dair önemli ipuçları sunuyordu. Benzer detaylar, Netflix yapımı Pandemic: How to Prevent an Outbreak (2020) belgeselinde de karşımıza çıkıyordu. Demokratik Kongo’da, Goma ve Butembo’daki Ebola ile mücadele ekibinin başındaki DSÖ görevlisi Dr. Michel Yao’nun çalışmaları özelinde sağlık merkezlerine saldırılar, tepkisel çıkışlar, Afrikalılar arasında yaygın olan “istilâ” söylemi ve güvensizlik meselelerine değiniliyordu. Uluslararası sağlık hizmet sunuma ilişkin bu tür sosyokültürel karmaşalar, Batılı biyomedikal değer dünyasına ve onun aksülâmeli olarak kolonyal işgâllere ilişkin Afrikalı kolektif belleğe, bir o kadar da salgının ve küresel yardımların alımlanma biçemlerine gönderme yapar. Basitçe, mezkûr belgeselin dördüncü bölümünde resmedilen Oregon’daki (ABD) aşı karşıtlarının o sinir bozucu şovuna tanıklık ettiğimiz açık oturumdaki (public hearing) tartışmalar ve orada performe edilen neoliberal kanaat teknisyenliği ile, Afrika’daki aşı karşıtlığı asla eşitlenemez. O hâlde buradan, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki apartheid-sonrası geçiş periyodunda ülke başkanı Thabo Mbeki’nin ideolojik AIDS inkârcılığının (denialism) yol açtığı bedellere, söz konusu inkârcılığı odağına alan, Afrika’da neler yapılabileceğine ilişkin yardım faaliyetlerinde bir dönüm noktası olarak (ve yine pek çoklarınca HIV’le cebelleşen Afrikalılar için disiplinler-arası bir hayat öpücüğü olarak) değerlendirilen, 2000 yılında Durban’da (Güney Afrika) tertiplenen ve Nelson Mandela’nın da açılış konuşmasını yapmasıyla hafızalara kazınan Uluslararası AIDS Konferansı ve ondan hemen önce yayınlanan Durban Deklarasyonu dolayındaki tartışmalara uzanmak olasıdır. Mbeki’nin ciddi yankılar uyandıran reaksiyoner çıkışlarının art-alanını Didier Fassin olgunlukla analiz ediyordu.[10] Yıllarca Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières) bünyesinde üst kademelerde çalışmış olan Fassin, biyotıbbın (biomedicine) ve halk sağlığının apartheid rejimine doğrudan-dolaylı katkılarının, dahası (AIDS’ten, kezâ Ebola’dan çok daha fazla ölüme yol açan unsurlar olarak) yetersiz yiyecek ve barınmanın, yaygın işsizliğin ve de gündelik hayatın göbeğindeki şiddet sarmalının insanların hayatlarına olan dramatik etkisinin yerel-bölgesel yorumlamalara nasıl da sirayet ettiğini ve bunun da, Batı biyotıbbının iddialarına ters düşecek şüpheci çıkışlara yol açabildiğini Mbeki örneği üzerinden gösteriyordu. Ezcümle, pek çok Batılı yorumcunun şaşkın ve yadırgayan bakışları rağmına, biyotoplumsal dünyanın karmaşası, basit bir viral nedenselliğin ötesine taşmış oluyordu. Fassin, meseleyi böylelikle daha içkin bir yere taşırken, şöyle bir saptama yapıyordu:
“Biyoloji ile kıyaslandığında, biyotıbbın kendine özgü doğasının, onun tam da ‘tıbbı’ içermesinden ileri geldiği söylenebilir. Onun, ister tanılar ve tedaviler aracılığıyla, ister bireysel danışmanlık ve kolektif terennümler aracılığıyla, isterse de hekimleri birer ‘ahlâkî müteşebbis’e çeviren normların imâl edilmesi aracılığıyla olsun, insanlar ve toplum üzerinde doğrudan etkileri vardır. Bu nedenle, bilimin aksine, biyotıp hakikati konuştuğunda, ahlâkî olan üzerine de konuşmuş olacaktır.”[11]
[1] Çivisi Çıkmış Dünya: Uygarlıklarımız Tükendiğinde, çev. O. Türkay, İstanbul: YKY, 2018, s. 206.
[2] ‘This is Our Version of the Coronavirus: We are Sick’, scroll.in/article, 01.03.2020.
[3] P. B. Yalım, H. Yücefer ve E. Koyuncu, ‘Salgını Olaylaştırmak: Koronavirüs ve Felsefe Üzerine Bir Söyleşi’, Birikim-Güncel, 26.04.2020.
[4] Konuyla ilişkili olarak Lancet’in Global Health serisindeki güncel makalelere de göz atılabilir.
[5] Tevekkeli değildir: Fransa’da, Ulusal Sağlık ve Tıbbî Araştırma Enstitüsü genel direktörü olan doktor ile Paris’teki Cochin Hastanesi’nin acil servis şefi olan bir profesörün LCI televizyon kanalındaki konuşmaları sırasında, yekdiğerini onaylayarak ve “biraz da provokatif olmak pahasına”, virüse yönelik aşı çalışmalarının Afrika’daki insanlar üzerinde pekâlâ denenebileceğinin söylenmesinde beis görülmez. Marc Ferro’nun yazdığı gibi: “Tıp bilimi, her zaman için bilimsel iktidarın mazereti olmuştur; tıpkı Pasteur Enstitüsü’nün Fransız sömürgeciliğinin mazereti olduğu gibi.” – Sömürgecilik Tarihi: Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine, çev. M. Cedden, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s. 585. Ayrıca bkz. Aynı eser, s. 224-231. Bununla beraber, salgın dalgası tastamam dinmeden, virüsle mücadelede bir ülkenin niçin bir diğerinden daha başarılı olduğunu net olarak ortaya koyabilmek de mümkün değildir. Mukayese edilmesi nispeten kolay olan nicel parametrelerin (demografi, siyasal yapılar ve sağlık sistemi gibi eş-ölçümlü olmayan faktörler düşünüldüğünde) yetersizliğine ve “rakamların aynı şeyi ifade etmediği”ne ilişkin, bkz. C. Morris ve A. Reuben, ‘Coronavirus: Why are International Comparisons Difficult?’, BBC Reality Check (bbc.com), 21.04.2020.
[6] One World: Together At Home başlıklı mezkûr etkinliğe dikkatimi çeken Dr. Hande Arpat’a müteşekkirim (globalcitizen.org/togetherathome). Diğer taraftan Bill Gates bile, Mart 2015’teki o meşhur TEDx konuşmasında (‘The Next Outbreak? We’re Not Ready’) askeriye, lojistik, sağlık ordusu, tatbikat (germ games) gibi militer/stratejik sözdağarına sıkça başvuruyor ve bir yerde Ebola’yla mücadelenin başarılı olmasını, virüsün kendi özgül özelliklerine ek olarak, “kahraman sağlık ekibi”yle ilişkilendirebiliyordu. Bununla birlikte “kahramanlık”, emekçi aktörlerin zinhar muhtaç olmadığı bir niteleme oluşu bir yana, yapısal açmazları sislendiren bir kurnazlığa da denk düşer.
[7] ‘Yoksa Abartıyor muyuz?’, Birikim-Haftalık, 15.04.2020.
[8] Forgotten People, Forgotten Diseases: The Neglected Tropical Diseases and Their Impact on Global Health and Development, Washington: American Society for Microbiology Press, 2008. Hotez, eserinde ihmal edilmiş tropikal hastalıklar (NTDs) olarak topraktan bulaşan helmintenfeksiyonları, şistozomiyazis, filaryaz, onkositoz, trahom, mikobakteriyel enfeksiyonlar, tripanosomiyazis, leyşmanyazis, dang, leptospiroz ve kuduz gibi bedeli hayli ağır hastalıklara değinir.
[9] P. Purkayastha, ‘Disease Capitalism and Covid-19: Hunger in the Belly of the Beast’, Indian Cultural Forum (indianculturalforum.in), 22.05.2020. Türkçesi S. Erdem Türközü tercümesiyle şurada: Dünyadan Çeviri, 23.05.2020.
[10] Bkz. When Bodies Remember: Experiences and Politics of AIDS in South Africa, çev. A. Jacobs ve G. Varro, University of California Press, 2007 [Quand les corps se souviennent, 2006]. Kamusal suç teşkil eden bir “inkâr”dan söz edilecekse, o da şudur: Woodrow Wilson’ın İspanyol gribi karşısındaki sessizliği, Ronald Reagan’ın HIV/AIDS karşısındaki sessizliği… Bir yanıyla Batı sağcılığında klasik bir örüntüdür bu. Öyle ki Camus’nün Veba’sında (1947) da karşımıza çıkar (her ne kadar sömürge coğrafyasında geçse de, bir Batı diskuru alegorisidir roman). Bir gün Dr. Rieux’nün kapısının önünde ölü bir fareye rastlaması, aynı gün doktorun apartmanında görevli kapıcının hastalanıp ölmesi ve bu manzaranın giderek her yere yayılmasıyla başlar veba. Uzun zaman görmezden gelinir, basında yer almaz, ciddiye alınmaz ve “veba” sözcüğü kesinlikle ağza alınmaz. Bunun yerine hastalığı tanımlamak için seçilen sözcük “ateş”tir. Kent salgına karşı hazırlıksız, imkânlar yetersiz ve insanlar ise duyarsızdır. Kitaptaki anlatıcı ve ana kahraman da olan Dr. Rieux’nün, resmî mercileri ikna etmekle ve yetkililerce önlem alınmasıyla cebelleşmesi, hayat kurtarmak için giriştiği olağanüstü mücadeleyle kesişir. Bakılabilir: Özge Sönmez, ‘Decameron, Veba ve Körlük Çerçevesinde Salgın ve İnsan’, Yeni E Dergisi, 43. sayı, Mayıs 2020, s. 77-84.
[11] When Bodies Remember, 2007, s. 84.