Friedrich Nietzsche, küçümsediği bir dönemi başlatan 1848 devrimlerinden, hor gördüğü bir döneme yol veren bu olaylardan 4 yıl önce doğdu. Yazılarında, bariz biçimde eşitliğe düşman olan aristokratik bir ideoloji geliştirerek ilerlemenin ağır adımlarını tersine çeviren bir felsefe yaratmaya çalıştı.
Buna rağmen, Michel Foucault ve Gilles Deleuze gibi Fransız filozoflar da dahil olmak üzere sol cenahta Nietzsche’nin yazıları uzundur hayranlık toplamıştır. Düşünürleri bu put kırıcı yazarın çalışmalarına iten şey, “bilfiil var olan sosyalizmin” katı dünyasına ve dünyanın diğer yerlerinde yarattığı Stalinci uydu partilere olan düşmanlıklarıydı. Yine de solcuların Nietzsche’yi kucaklama çabaları genelde onun gerici siyasetine karşı naifliklerinden ya da bunu görmezden gelmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu durum, filozof Daniel Tutt’un [How to Read Like a Parasite: Why the Left Got High on Nietzsche?] Nasıl Parazit gibi Okunur: Sol Neden Nietzsche’yle Sarhoş Oldu? kitabında iddia ettiği gibi, ciddi bir hatadır. Sol, Alman düşünürün otoriter yönlerini kucaklamadan onun engin modernite eleştirisinden dersler çıkarmalıdır. Jacobin’den Nick French, Tutt ile Nietzsche’nin eşitlik karşıtı düşüncesi ve bunun solu iyi kötü nasıl etkilediği üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.
Nick French: Biraz Nietzsche’den ve içinde bulunduğu toplumsal ve siyasal duruma dair yazılarından bahseder misin?
Daniel Tutt: Nietzsche’yi siyasal olarak konumlandırmak için içinde bulunduğu tarihsel bağlamı kavramak elzemdir; o, erkeklerin oy verme hakkını kazanacağı, herkese eğitim hakkının tanınacağı ve işçi sınıfının hak ve refahının gelişeceği güzergahta hızlı bir değişim geçiren bir dönemde yaşamıştır. Nietzsche Almanya’nın entelektüel sahnesine 1870’lerin ilk zamanlarında, 35 eyaleti birleştirip Almanya’yı oluşturan İkinci Reich’ın kurulmasından hemen sonra girmiştir.
Nietzsche’nin doğumundan 4 yıl sonra gerçekleşen 1848 devrimleri, Almanya’da gericiliğin yükselmesine ve sosyalist entelektüellerin ülkeyi terk etmelerine yol açsa da bu dönemde inkar edilemez eşitlikçi toplumsal değişimler de yaşanmıştır. Mesela sömürgelerde kölelik ilga edilmiş ve Alman entelijansiyasından pek çok isim, Jacobinler ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerden esinlenen sosyalizm dahil çok daha radikal fikirleri benimsemişlerdir. Nietzsche’nin siyasal düşüncesi, bu yükselen eşitlikçi ve devrimci atmosfere karşı tutarlı bir yanıt ve tepkidir.
İlk büyük çalışması Tragedyanın Doğuşu; 1872’de, komünist ve anarşistlerin kısa bir süre radikal bir eşitlikçi hükümet kurduğu Paris Komünü’nden 1 yıl sonra yayımlanmıştır. Aynı dönemlerde yazılan Tragedyanın Doğuşu ile Antik Yunan’daki şehir devletlerinde siyaset üzerine denemesi Yunan Devleti, Nietzsche’nin siyasal düşüncesine açılmamızı sağlar.
Bu eserlerde Nietzsche, modern çağın durumunun “iyimser dünya görüşü” adını verdiği şey olduğunu öne sürer ve bunu 2 bin yıl önce Sokrates’in öğretilerine dek uzanan tarihsel bir eğilimin bir parçası olarak görür. Nietzsche, “varoluşlarının bir eşitsizlik olduğunu öğrenen ve yalnızca kendilerinin değil bütün bir kuşağın intikamını almaya hazırlanan barbar bir köleler sınıfı”ndan başka bir şey olmayan işçilerin önderliğindeki Paris Komünü’nde anarşist ve komünistlerin ayaklanmasını “barbarlık şenliği” olarak tasvir edecek kadar ileri gitmiştir.
Muhafazakâr çağdaşlarının aksine Nietzsche, ne kaybolan bir geleneğin restorasyonunu hedeflemiş ne de geçmişte kalmış aristokrat düzeni nostaljiyle yad etmiştir. O daha ziyade takipçi kazanmaya çalışır; romantik ilgisine mazhar olan Lou Salomé’nin dediği gibi, “Nietzsche ikna etmek değil devşirmek için yazar.” Siyasal duruşu, Avrupa medeniyetinde yayılan demokratik ve sosyalist itkilerin üstesinden gelmek ve onları zapt etmek üzere aristokratik bir çağrıya dayanır.
Nietzsche’nin, bu ilk eserlerinden daha olgun döneminde kaleme aldığı Böyle Buyurdu Zerdüşt’e uzanan siyasal kaygısının merkezinde bireysel dehanın krizi bulunmaktadır. Nietzsche, düzleyici ve eşitlikçi olarak gördüğü hareketleri etkisiz kılmak konusunda takıntılıydı. Bunların kültürde bireysel deha olanağını silip süpürme ihtimalinden korkuyordu.
Nietzsche’nin siyasetinin, sosyalizmin kitlesel eşitlik talebini ve bu talebin yol açacağına inandığı vasatlığı aşabilecek “özgür ruhlar”dan oluşan bir topluluk kurmayı amaçlayan örtük bir stratejiye dayandığını iddia ediyorum. Nietzsche’nin her yazdığı şey siyasi olmasa da düşüncesinde temelde sosyalizme muhalefet etme amacı taşıyan, tutarlı bir siyasi radikalizm bulunduğunu iddia ediyorum.
O dönemde, işçi sınıfının durumuna dair tartışmalar “toplumsal sorun” başlığı altında ele alınıyordu. Nietzsche; bu soruya kendi yanıtını geliştirmek için politik ekonomi, Fransız Devrimi tarihi, sosyalist hareketler ve kendi dönemindeki olayları etraflıca okudu.
Nietzsche’nin siyasetinin nasıl daha da militanca aristokratlaştığını ve Almanya’da işçilerin çalışma koşullarını iyileştirdiğinden Otto von Bismarck rejimine karşı eleştirel bir hal aldığını İtalyan Marksist tarihçi Domenico Lasurdo ikna edici bir şekilde göstermiştir. 1880’lerde İkinci Reich, işçilere sosyal sigorta ve yeni güvenceler getiren reformlar yapmıştı.
Bu belli ki Nietzsche’nin canını sıkmıştı; Şen Bilim’in 1882’de yayımlandığı zamanda “ahlak-karşıtı” diye bilinen dönemine adım atar. Siyasi hedefleri hala kitlelerin ve devrimci itkilerin söndürülmesiydi, ama zaman içinde müesses nizama karşı çıkacak aristokrat bir militan topluluğu oluşturma çağrısı daha aşikâr bir hal almaya başladı.
Bu dönemde Nietzsche çok daha fazla fizyolojik fikirlere eğilmeye başladı. 1880’lerin sonlarında yayımlanan Deccal (1895) ve Putların Alacakaranlığı (1889) yapıtlarına, zayıfa ve yozlaşmışa karşı “savaş ilanı” çağrısı damgasını vurur. Nietzsche öjeni hareketinin farkındaydı ve bu yazdıkları onu öjeninin manevi babası yapmıştır.
Nietzsche’nin gericiliği kariyeri boyunca apaçık ortadayken, siyasetini inceleyen Frederick Appel ve György Lukács gibi düşünürler, onun Güç İstenci (1901) gibi sonraki çalışmalarında emperyalizm, savaş ve işçilerin sorunu gibi konularda Bismarck’tan daha sağcı bir konum aldığını göstermiştir. Geç dönem Nietzsche’nin, merhameti ve kitlelerin zayıflığını aşmak üzere okuyucularından zayıf, yoz ve başarısız olarak gördüklerine karşı gaddar olabilmeleri konusunda ilham olması amaçlanır.
Nick French: Nietzsche’nin bir tür “romantik anti-kapitalist” olduğunu kabul ediyorsunuz ama aynı zamanda onun siyasi projesinin temelde devrimci kalkışmaları kapitalist statükodan uzaklaştırma amacı taşıdığını da öne sürüyorsun. Bu iki iddiayı nasıl uzlaştırıyorsun?
Daniel Tutt: Romantik anti-kapitalizm, Lukács’ın Aklın Yıkımı’nda sadece Nietzsche’ye değil, 1848 devrimlerinden sonra ortaya çıkan belirli bir gericiliğe atıfta bulunmak için geliştirdiği bir kavramdır. Romantik anti-kapitalizm kültür ve uygarlığa karşı çıkar. Böylece genelde yitip gitmiş kültürlerin bakış açısını diriltmeyi içeren bir kapitalizm eleştirisi sunar.
Bu dönemde Honoré de Balzac’tan Thomas Carlyle’e uzanan pek çok gerici yazarda romantik anti-kapitalizme rastlarız. Mesela Carlyle’e göre, 1848 işçi ayaklanmaları otorite ve nizamın yeniden tesis edilmesini gerektiren bir anarşiye neden olmuştur.
Nietzsche’nin köle ahlakı kavramı, içten içe kapitalist iş gücü ayrımının eleştirisini içerir; bu ayrım Nietzsche’ye göre “tamamlanmamış bireyler” yaratır. Yine de Nietzsche, siyasette birincil önceliği olduğunu iddia edebileceğimiz bayağıların ya da pleblerin liderliğinden toplumsal düzeni korumak için tabandan gelen ayaklanma ve isyanları pasifize etmeyi amaçlamıştır.
Nick French: Yine Lukács’a atıfla, Nietzsche’nin siyasi düşüncesinin merkezinde “Marksizm ve sosyalizme karşı bitmeyen bir polemik” olduğunu söylüyorsun. Nietzsche’nin hiçbir zaman Marx’ın yazdıklarını doğrudan ele almadığını düşününce çarpıcı bir iddia bu.
Nietzsche’nin çalışmasının hangi açıdan Marksizme ve daha genel anlamda sosyalizme karşı bitmeyen bir polemik olduğunu düşünüyorsun? Hal böyleyse Nietzsche neden Marx’ı doğrudan eleştirmedi?
Daniel Tutt: 1866’da Ferdinand Lassalle tarafından kurulan Alman İşçileri Genel Birliği’nin (Allgemeiner Deutscher Arbeiterverein) mitingine katıldığını biliyoruz mesela; bu parti daha sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi olacak (SPD) olan Sosyal Demokrat İşçi Partisiyle birleşmişti. Ayrıca Nietzsche’nin August Babel’in Sosyalizm ve Kadın, John Stuart Mill’in Sosyalizm ve Albert Schäffle’ın Sosyalizmin Özü kitaplarını okuduğunu; ayrıca Friedrich Engels’in Anti-Dühring eserinde o malum polemiğe girdiği antisemit sosyalist Eugen Dühring üzerine derin bir araştırma yaptığını da biliyoruz.
Nietzsche’nin ekonomi politikten büyülendiğini ve kariyeri boyunca birkaç kez Philadelphialı politik ekonomist Henry Charles Carey’in yazılarına döndüğünü vurgulamak önemli. Nietzsche, bu Amerikalı düşünürün, toplumsal düzende uyumu muhafaza etmek için faydalı bulduğu ekonomik rekabet kavramını savunmuştur. Ayrıca Nietzsche’nin Marx’ı bildiğini biliyoruz ama onu ciddi şekilde okuduğuna dair bir kanıtımız yok; yine de kütüphanesindeki kitaplardan birinde Marx isminin altının çizildiğini biliyoruz.
En önemlisi, Nietzsche’nin siyasetini sosyalizme ve özellikle Marksizme bir saldırı olarak okumanın meşru olmasının nedeni “daha yüksek bir uygarlık” dediği şeyi kurmayı hedeflemiş olmasıdır. Ona göre böyle bir uygarlık sadece iki toplumsal kast altında ortaya çıkabilirdi: çalışanlar ve boş vakti olanlar ya da gerçek boş vakte erişimi olanlar.
Bu bakış açısı, sağcı tarihçi Ernst Nolte’nin Nietzsche’nin Deccal’inin aslında Komünist Manifesto’ya bir cevap olduğunu öne sürmesini anlamamızı sağlar. Nietzsche Marx’ın yazılarına aşina olsaydı onları topyekun reddederdi.
Tüm eserleri boyunca Nietzsche’nin en tutarlı siyasi hedefi sosyalist tehdidin yok edilmesi olmuştur. Hristiyanlıkta reddettiği şey bilakis bu dinin eşitlikçi unsurlarıydı. Ne zaman ki Hristiyanlık düzeni ve disiplini getirir, o vakit Nietzsche’nin hayranlığına mazhar olur.
Nick French: Nasıl Bir Parazit Gibi Okunur? kitabının esas meselesi, Nietzsche’yi solcu bir düşünür olarak okuma veya onun düşüncesini sola kazandırma girişimlerini eleştirmek. Bu amaçla Nietzsche’nin fikirlerinin solda nasıl alımlandığının tarihini keşfe çıkıyorsun. Nietzsche 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında, erken dönem işçi hareketinde, bilhassa Bolşevikler arasında nasıl algılanıyordu?
Daniel Tutt: Sosyolog Adolf Levenstein’ın İşçi Sınıfı Gözünden Friedrich Nietzsche isimli, Nietzsche’nin 20. yüzyılın başlangıcında Alman işçiler tarafından nasıl okunduğunu ve yorumlandığını ele aldığı mühim bir eseri bulunur. Levenstein, Nietzsche’nin baştan çıkarıcı üslubunun işçiler arasında oldukça revaçta olduğunu, ama onların Nietzsche’nin ayan beyan savunduğu gerici siyasete ve çoğunlukçuluk-karşıtı mesajına çok da öyle kanmadığını keşfetmişti.
Nietzsche’nin işçi sınıfına mensup okurlarının “trajik yalıtılmışlık” hissine hitap ettiğini görmüştü. Onların zengin bir “içsel yaşam” geliştirme arzusunun sesi olmuştu. Çoğu işçi, Nietzsche’yi “üst insan” mitolojisinin ve daha üst düzey insanlar çağrısının aslında kendi durumlarına aktarılabileceğinin farkında olarak okuyordu.
Kitabımın amaçlarından biri de Nietzsche’nin devrimci ayaklanma anlarında, mesela Rusya’da Bolşevik isyanında, savaş-sonrası Amerika’da insan hakları hareketinde ve daha sonra Black Power hareketinde, ayrıca Fransa’da 1968 ayaklanmasında ne şekillerde belirdiğinin izini sürmektir. Devrim ve toplumsal değişim zamanlarında Nietzsche’nin bu kadar merkezi bir filozof olarak kalmasının bir nedeni de fikirlerine ve kavramlarına bizzat uyguladığı titiz ve kapsamlı siyasi dertlerdir.
Nietzsche’nin felsefesi siyasi çalkantı anlarında kaçınılmaz bir hal alır, zira iştigal ettiği bireyin iradesi, kuvvet, vitalizm ve güç gibi konular, her siyasi hareketin pençeleştiği mühim meselelerdir. Ancak Nietzsche hem sağın hem de solun hayal gücünü ele geçirdiğinden, onun düşüncesinin tuhaf bir etkisi vardır. Sağ, rütbelere dayalı bir düzen ve hiyerarşi savunusu için bu filozofa bel bağlarken, solda pek çok kişi onu kendi amaçları için ıslah etmeye çalışır.
Nietzsche, iki nedenden ötürü Bolşevikler için kilit bir filozof haline gelmiştir. Bunlardan ilki ve siyasi olanı, insanlığın benzerini daha önce hiç yaşamadığı muazzam bir felaket olan dünya savaşı karşısında kolektif bir irade inşa etmeye hevesli olmalarıdır. Antonio Gramsci; Bolşeviklerin, hala aristokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede proleterlerin iradesini harekete geçirerek Marx’ın Kapital’inde yer alan tarih kuramına meydan okuduğunu söylerken haklıydı. Devrimin Bolşevik Parti iradesi ve örgütlenmesiyle iradeci bir biçimde ortaya çıktığı böyle bir bağlamda Nietzsche’nin düşüncesinin ve Nietzscheciliğin belirleyici bir etkisi olması şaşırtıcı değildir.
Nietzsche’nin Bolşevikler için önemli olduğu ikinci bir alansa mit ve kültür inşasıdır. Belki ironik olacak ama Bolşevikler, sosyalizmin doğuşunu festivaller ve kutlamalarla işaretleyerek “yeni bir insan” icat etme girişimlerinde Rousseau ve Nietzsche’nin düşüncesini kucaklamıştır. Ancak Nietzsche, Leon Trotsky’nin de iddia ettiği gibi, Bolşevik hareketin entelektüel yaşamına büyük bir risk teşkil ediyordu. Aslında Trotscky’nin 1900 yılında yayımlanan ilk makalesinin adı “Üst-İnsan Felsefesine Dair”’dir. Burada Trotsky, Nietzsche’nin radikal bireycilik felsefesinin burjuvaziye cazip geldiğini; Nietzsche’nin “toplum zararına, avlanan kuşlar gibi, ancak sefil lümpen proletere nazaran daha talihli koşullarda yaşayan bir grubun ideoloğu olduğunu” belirtir. Onlar “üst düzey parazit proleterlerdir.”
Bolşevik hareketi Nietzsche konusunda ikiye bölünmüştü. Trotsky gibi bazıları Nietzsche’nin felsefesini eleştirirken bilim-kurgu yazarı ve filozof Alexandr Bogdanov gibi diğerleri bu Alman’ın düşüncesinin belli vasıflarını, bilhassa yerleşik değer sistemlerinin değişmesini, yani geleneksel iyi ve kötü ahlaki kategorilerinin reddedilmesini ve kökten yeni bir değer çerçevesinin oluşturulmasını içermeye daha açıktı. Ancak genel anlamda Bolşevikler Nietzsche’nin düşüncesi ve kendi sosyalist dünya görüşleri arasında herhangi bir benzerlik bulmuyordu. Daha ziyade onu, kültürel hegemonyasıyla başa çıkılması gereken ama kavramları bazı durumlarda faydalı olabilen bir muarız olarak görüyorlardı.
Nick French: Belki de Nietzsche’nin en yakın dönemli sol okurları Gilles Deleuze ve Michel Foucault gibi postmodern düşünürlerdir. Onların Nietzsche’yi nasıl okuduğundan kısaca bahseder misin? Bu okumanın çağdaş sol üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsun?
Daniel Tutt: Deleuze de Foucault da Nietzsche’yi felsefelerinin tam ortasına yerleştirecek şekilde yüceltti; Nietzscheci gündemler siyasi düşüncelerini derinlemesine etkiledi. Nietzsche okumalarına getirdikleri yorumlama yöntemlerine dair kısa bir açıklamayla başlayayım. Jan Rehmann’ın Postmodern Nietzscheciliğin Yapı Sökümü: Deleuze ve Foucault isimli eseri, bu iki düşünürün “baskıcı yorumları” dediği şeyi ayrıntılarıyla ele alarak harika bir iş çıkarıyor. Deleuze ve Foucault baskıcı Nietzsche okurlarıdır, zira sürekli Nietzsche düşüncesinin aristokrat ve elitist gündemini bir tarafa kaldırırlar; bu siyasi cevherden böylece kaçınarak belli Nietzscheci gündemleri, solcu bir biçimde de olsa sürekli tekrarlama eğilimindedirler.
Ancak bu meselelere girmeden, Nietzscheci “mesafe pathos’u” kavramını nasıl ele aldıklarına bakarak yorumlama yöntemlerini kısaca inceleyelim. Her iki düşünür de bu kavramı alıp onu postmodern felsefenin mihenk taşı olan fark ve farklılaşma kuramlarına uygular. Ancak Nietzsche’nin ele aldığı haliyle mesafe pathos’u toplumsal ve oldukça aristokratik bir kavramdır. Asil ve köle veya pleb kastlar arasında rütbe ve ayrım koymak için uygulanması gereken mesafeye atıfta bulunur. Nietzsche okurlarından mesafe pathos’u icra etmelerini talep eder; ben, sınıf mücadelesini yok etmenin ve rütbelere ve sınıfsal ayrımlara dayalı bir toplumu pekiştirmenin Nietzsche’nin topluluk oluşturma niyetlerinin tam kalbinde yer aldığını iddia ediyorum.
Ancak mesafe pathos’u, kast ve sınıfsal ayrımları kuvvetlendirme amacı taşıyan örtük bir biçimde çoğunlukçuluk-karşıtı bir kavram iken; Deleuze ve Foucault onu Nietzsche’nin uyguladığı toplumsal, siyasi ve tarihsel bağlamdan çıkarır. Deleuze mesafe pathos’unu salt felsefi bir biçimde, transandantal değerler zemininde kopuş olarak yorumlar. Güç istencinden, hınca ve bengi dönüşe kadar Nietzsche’nin kavramlarını sistematik bir biçimde tarihsel bağlamlarından koparan sayısız yorumlarına bir örnektir bu.
1960’ların ilk yıllarından itibaren Deleuze Nietzscheci düşünceyi Marx ve Freud düşüncesinin üzerine çıkarma projesine başlar. Kitabımda Deleuze’ün Nietzsche’yi yorumlama yöntemini incelemiyorum, daha çok Nietzsche’nin düşüncesini sol siyasetin merkezine yerleştirmenin sonuçlarına odaklanıyorum. Bu sonuçlar nelerdir peki? Hem Foucault hem Deleuze, aralarındaki ayrımlara rağmen, devlet sosyalizmine ve örgütlü sosyalist partilere derin bir şüpheyle yaklaşır. Marksizme karşı da oldukça şüphecidirler, temel Marksist eleştirel analiz biçimlerini, en önemlisi de sınıf kuramını terk ederler.
Düşüncelerinin bu vasıflarını teşvik eden Nietzscheci bir solculuktur. Örneğin 1977 tarihli bir röportajında Foucault, “proleter ve burjuva artık karşı karşıya değil, herkesin herkese karşı olduğu bir mücadele içindeyiz, her daim içimizde bir şeyler yine içimizde yer alan başka bir şeylerle mücadele halinde,” demiştir. İçinde bulundukları tarihsel durumlar gereği, katı ve bürokratik Fransız Stalinizmi bağlamında, Nietzsche’nin felsefesinin her iki düşünüre de cazip geldiğini anlamak bu noktada önemlidir. Ancak 2008 sonrası mevcut tarihsel konjonktürü düşündüğümüzde, şu anda bambaşka bir siyasi görevle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bugün görevimiz yirmi birinci yüzyıl sosyalizminin örgütsel dirayetini inşa etmektir, onu hepten yıkmak değil.
Nick French: Solda Nietzscheci kavramları kendi amaçları uyarınca temellük etme girişimlerinin “Marksist, sosyalist ve sol gündemleri bozduğunu ve saptırdığını” iddia ediyorsun. Neden böyle oldu? Sence Nietzsche düşüncesinde sol için olumlu olabilecek herhangi bir şey var mı?
Daniel Tutt: Nietzscheci düşüncenin sola dahil edilmesi, Nietzsche’nin oldukça gerici siyasi duruşunu yok sayan bir okuma yöntemine bel bağladığında sorunlu olabilir. Benim “seçici yakınlık” dediğim şey bu. Deleuze ve Foucault gibi Marx ve Nietzsche arasında bir sentez kurmaya veya Nietzche’yi sol düşüncenin merkezine yerleştirirken Marx’ı bir köşeye atmaya çalışan bir yöntem bu.
İkinci Dünya savaşı öncesi Amerikan sosyalist solunda Nietzsche doğrudan işçi sınıfının ve sosyalist siyasetin düşmanı muamelesi görüyordu. Jack London bu dönemde parazitik bir Nietzsche okuması yapmaya yeltenmiştir, bu yaklaşım Nietzsche ile seçici bir yakınlık kurmaya çalışmaz; sınıf mücadelesi uğruna onun görüşlerini ters yüz etmeyi amaçlar. Aynısı 1918’de Bavyera sosyalist devrimine önderlik eden ve Nietzsche üzerine mühim bir eser kaleme alan Kurt Eisner gibi bir isim için de geçerlidir. Bu eserde Eisner, proleteryanın Nietzsche’nin kavramlarının kimi vasıflarını içermesi, ancak aristokrat felsefesiyle hesaplaşarak onu aşması gerektiğini iddia eder.
Seçici yakınlık yöntemi ve sol Nietzscheciliğin daha bütüncül projesi bazı müşterek eğilimlere sahiptir. Siyasi iktisat eleştirisi pahasına kültürün politikleşmesini amaçlarlar. Bu ise genelde üretken ve emek-temelli toplumsal kuvvetlere bağlı sınıf çatışmasının merkezi konumunun topyekun bir kenara kaldırıldığı amaçsızca oyuncul ve isyankar bir karşı-kültür solculuğu biçimini alır. Nietzscheci solculuk; misal Deleuze ve Félix Guattari de gördüğümüz üzere, devrimci siyaseti, kolektif olarak sınıfın kurtuluşu amacından kopuk bağımsız devrimci grupların arzuları etrafında yeniden tanımlar. Marksist proje her daim işçi sınıfının kolektif çıkarlarını inşa etmekten geçer ama Nietzscheci sol bu türden geniş ölçekli bir siyasi eğitime derin bir şüpheyle yaklaşır.
Solun topyekun Nietzsche’den kaçınması gerektiğini iddia etmiyorum, ancak Nietzsche’yi sürücü koltuğuna yerleştirmekten kaçınmamız gerekiyor. Nietzsche, Marksistlerin ve sosyalistlerin üzerine düşünmesi gereken sorunlar ortaya atmıştır. Ancak bu sorunları ve Nietzsche’nin onlara yanıtlarını, ancak onların hangi siyasi panaromadan çıktıklarını anladığımızda en üretken biçimlerde okuyabiliriz. Bunu fark etmezsek, solcu bir program kılığında onun siyasi gündemlerini ileri taşıma riski hasıl olur.
Jacobin’de yayınlanmış olan yazıyı Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş çevirdi.
Ana Görsel: Edward Munch – Dehalar: Ibsen, Nietzsche and Sokrates