Site icon Terrabayt

Nesne Geri Dönüyor- Graham Harman ile Röportaj – II

Lucy Kimbell’in Graham Harman ile gerçekleştirdiği, geçtiğimiz günlerde birinci bölümünü yayınladığımız röportajın ikinci bölümünü de sizlerle paylaşıyoruz.

LK: Nesnelerin yaşadığımız dünyada önemli olduğunu ve sadece askeri alanda değil diğer alanlarda da insanların dışında varlıkları ve etkileri olduğunu düşünmenin ortak akıl olduğu bir geleceğe dair spekülasyonlarda bulunabilir misiniz? Öyle olsa nasıl olurdu? Bu dörtlü nesnenize ne kadar benzerdi?

GH: Genellikle bu soru sorulduğunda insanlar nesne yönelimli felsefenin politik sonuçlarının ne olacağını bilmek isterler ama bence bu başlamak için yanlış bir yer. Entelektüeller sömürü koşulları sürerken dünyada bir yerlerde güzellik ya da cazibe aramanın ahlaksız bir tarafı varmış gibi fazlasıyla saldırgan, neredeyse püriten bir biçimde politik hale geldiler. Filozoflar dünyayı kurtarmaya çalıştılar, oysa mesele onu keşfetmektir. Politika önemlidir, ancak felsefe teolojinin, fiziğin, beyin biliminin, göstergebilimin veya karşılaştırmalı edebiyatın hizmetçisi olmadığı gibi solculuğun da hizmetçisi değildir. Felsefenin amacı, siyasetin ne olması gerektiğine dair önceden var olan önyargılarımızı methetmek değildir. Bunu genelde karşılaştığım şeyler üzerinden söylüyorum, yoksa tamamen tarafsız bir davet olan sorunuzda bunu çağrıştıran herhangi bir şey olduğundan değil.

Şimdilik durumu daha genel terimlerle ele alalım. Nesneler, par excellence indirgeme karşıtı bir ilkedir. Küçücük bileşenleri ile elle tutulur dış etkilerinin tam ortasında bulunurlar. Bu şekilde, hem aşağı hem de yukarı yönlü indirgemeye direnirler, ne altları oyulur ne de üstten kazılırlar, başka bir ifade kullanacak olursak ne az ne fazla kesilmişlerdir. Nesneler her durumda dışsal etkilerinin altında gizlenerek orta menzili işgal ederler, ancak aynı zamanda daha küçük öğelere ayrıştırılamayan gerçek şeylerdir. Bu önemlidir, çünkü yakın zamanda insanın entelektüel yaşamının çoğu, en küçük (bilimin savunduğu gibi) ile en büyük (elbette beşeri bilimler tarafından savunulan insan merkezli bir bakış açısı) arasında biteviye bir siper savaşında sıkışıp kalmıştır. Bu siper savaşlarından nesnelerle kaçınmak hemen hemen her alanda kullanılabilecek bir yöntemdir – ve “orta yol” Yunanca’da “yöntem” anlamına gelen şeydir.

Örneğin, insan zihnini kişisel olanın altında yatan karmaşık fiziksel teşekküllere indirgemek isteyenler ile zihnin daha geniş bütünsel bir etkileşimler ağının bir parçası olduğunu düşünenler arasında bitmek bilmeyen bir tartışma vardır. Bu ikisini karıştırıp bir uzlaşmaya varmak istemiyorum; bunun yerine ikisinin de yanlış olduğunu söylemek istiyorum. Kişi sadece nöronlardan ibaret değildir çünkü nöronlarını değiştirseniz de ortadan kaldırsanız da yine elde aynı kişi olacaktır. Fakat kişi çevresiyle bütünsel bir etkileşimler dizisi de değildir çünkü kişinin her zaman herhangi bir çevre tarafından örtülen veya bastırılan gerçek yönleri vardır. Ayrıca, başımıza gelen tüm çevresel şeyler önemli bir iz bırakmaz. Nasıl ki birçok nöronu çıkarıp aynı kişiye sahip olabiliyorsak, aynı şekilde (pratikte olmasa da prensipte) birinin hayatından birçok olayı çıkarabiliriz ama kişi yine aynı kişi olmaya devam eder. Kişi bir anlatı değildir: anlatılar, bizim kim olduğumuz hakkında kurgusal hikayeler yaratan keyfi yapılar olduğundan değil kişi hikâyeden daha derin olduğu için. Kişi, bir hikayedeki anahtar bileşendir, hikâyenin sonucu değil. Klasik anlamda, biz ne fiziksel bileşenlerimiz, ne başımıza gelenler, ne de kendimiz hakkında anlattığımız hikayeleriz. Bunun yerine “tözsel formlarız,” yani her birimiz değinilebilen veya yakınsanabilen ama asla tamamen tanımlanamayan veya ifade edilemeyen belli bir yapıyız. Bu birçok insanı korkutuyor çünkü kulağa “ruh” gibi geliyor. Ancak, ruhların sonsuza dek sürdüğünü ve cennete ya da cehenneme gittiğini keyfi olarak varsaymadığımız sürece, ruhlarda yanlış bir şey görmüyorum. Nesne yönelimli felsefe böyle bir iddiada bulunmaz, ki gayet seküler bir tabiata sahip olabilir. İnsanların bu anlamda “ruhları” vardır ancak köpekler, mısır sapları, trenler ve tüm Fransa’nın da ruhu olabilir. Bu ruhlar ne ebedidir ne de değiştirilemez, ancak yine de ürettikleri etkilerden daha derindirler ve onları oluşturan bileşenlerden daha fazladırlar. Buna geçici ruhlar diyebilirsiniz. Belki kalıcı olanları bile vardır. Kim bilir? Ama mesele bu değil.

Aslında “nesnenin ruhunu ara”, en azından benim tercümemde nesne yönelimli felsefe için iyi bir düstur olabilir. Bunu zaten her zaman yapıyoruz: örneğin, sanat, müzik, edebiyat veya yemek eleştirmenleri gibi davrandığımızda. İyi bir inceleme, bir şarabın veya bir restoranın niteliklerinin ayrıntılarında kaybolmak yerine onların tinini veya ruhunu yakalar. Kafka cümlelerinin toplamı değildir; cümlelerden önce gelen belirli bir Kafka tarzı veya Kafka ruhu vardır ve bunu hepimiz biliriz, iyi bir eleştirmen bu ruhu kötü olanlardan daha iyi yakalar. Sokrates’in Meno’ya dediği gibi: “Bir şeyin ne olduğunu bilmeden önce hangi niteliklere sahip olduğunu bilmemi nasıl beklersin?” Felsefe, sadece ve sadece bu niteliklerin dolaylı yardımı ile yapılabildiği halde, niteliklerini bilmeden önce şeyleri bilmeye çalışan paradoksal yaşam tarzıdır.

Ancak bir nesneler dünyasının Dörtlü Nesne’nin dünyasına ne ölçüde benzeyebileceğine dair sorunuzu es geçmek istemiyorum. Ben öyle olmasını umut ederim çünkü kitapta nesnelerin nasıl da her daim pek çok gerilimin kavşağında konumlandıklarını, nasıl ki bu gerilimler nedensel etkileşimin kökeni ise onların da güzelliğin, benim tabirimle “cazibenin” kökeninde yer aldığını göstermeye çalıştım.

LK: Winograd ve Flores (1986), tasarımı ontolojik olarak tanımlamak için Heidegger’i kullanır: tasarım dünyada var olmanın yeni yollarını önerme anlamında kullanılır. Gerçekten de tüm pratikler yeni tür nesneler ve insanlar tertibi yaratma açısından ontolojik midir? Tasarım bana Latour’un deneysel metafiziğine yakın görünüyor. Ancak sosyal bilimlerden farklı olarak tasarım projesi sadece seri bir biçimde yeniden tanımlama yapmak değil, aktif olarak yeni gerçeklikler yaratmak ve oluşturmaktır. Bu size bir şey ifade ediyor mu? Tasarımcılar dünyanın mobilyalarıyla mı oynuyor?

GH: Umarım bunu yapıyorlardır çünkü birilerinin bunu yapması gerekiyor! Ama sorunuz ciddi. Salt tüm insani etkinliklerin değil aynı zamanda tüm hayvan ve bitki etkinliklerinin de nesnelerle iştigal ettiğine inanıyorum. Bu açıdan yaşanan her şey mutlak bir biçimde ontolojiktir.

Ancak bazı ontolojik eylemler diğerlerinden daha ontolojiktir. Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı, dünyanın temellerine bir bulmaca veya Grand Prix yarışından daha derinden yaklaşır. Sanat ve tasarım da tıpkı felsefe gibi mücadelenin ön saflarında yer alıyor gibi görünüyor. Bana göre felsefe, gerçek nesneler (ki ebediyen dek gözden kaybolurlar) ile erişilebilir yüzeyleri (bunlar gözden kaybolmazlar) arasındaki veya gerçek nesneler ile gerçek ve görünen nitelikleri arasındaki veya erişilebilir görüntüler ile gerçek ve görünen nitelikleri arasındaki gerilimle ilgilenir. Bu ilişkiler arasındaki fay hatları boyunca depremler yaşanır. Bu sismik bölgenin de sanatın ve tasarımın anavatanı olduğuna inanırım. Dörtlü Nesne, bu konuları şimdiye kadar en ayrıntılı şekilde tartıştığım yer.

LK: Stil sizi büyülemişe benziyor, yine tasarımcılarla paylaştığınız başka bir özellik de bu. Yazılarınızda Latour’un zekasından açıkça zevk alıyor ve kendi kitaplarınızı ve konuşmalarınızı canlı, ilgi çekici ve eğlenceli hale getiriyorsunuz. Bunun sizin için nasıl ve neden önemli olduğunu merak ettim.

GH: İnsanları sıkmaya hakkımız yok, filozoflar bazen bunu unutuyor. Meslek, bir ölçüde hala alanda Almanca konuşan üniversitelerin hâkim olduğu dönemin aşırı derecede etkisinde. Burada biraz sosyoloji yapma riskini göze alarak Almanya’da profesöre toplumda yüksek itibarlı bir yerin temin edildiğini ve diğer uzman akademisyenlere hitap etmesi beklendiğini söyleyeceğim – Almanya’da gerçek bir filozof olmak tam anlamıyla bu demektir. Buna karşılık ben Amerika’dan geliyorum, sosyal enerjisi bol olsa da kasvetli bir anti-entelektüalizm vardır burada. Amerika’da, Almanya’nın (ve farklı nedenlerle Fransa’nın) aksine, filozoflar varlıklarını sürekli olarak haklı çıkarmak zorundadırlar. Özetle, uzmanlaşmış akademik felsefe modelinin Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülke için uygun olduğunu düşünmüyorum, zira Amerika’da uzman akademisyene kati olarak bahşedilen bir toplumsal itibar yoktur, tam tersine! Burada akademik felsefe, ülkenin daha geniş entelektüel yaşamıyla çok az ilgisi olan, sıkı sıkı kapatılmış bir krallıkta yaşarken, Almanya’da son derece yüksek teknik incelemeler yazsanız da bunlar yine de daha geniş kültürel bir etkiye sahip olabilir.

Felsefe dışındaki alanlar da dahil olmak üzere her zaman çevrem üzerinde gerçek bir etkisi olacak şekilde yazmak istedim. Buradaki en büyük etkilerden biri, lisans öğrencisi iken Heidegger’den bile önce İspanyol filozof José Ortega y Gasset’in kitaplarını yutmuş olmam, Gasset öyle iyi bir yazar ki, birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. İspanya’da yukarıda anlatılan sorunla karşı karşıya kaldı: Marburg’da çalıştığı ultra-teknik Neo-Kantçı incelemeler, 1920’lerin ve 1930’ların İspanya’sına vardıklarında ölmüş olacaktı. Bu nedenle, geçimini sağlamak için gazete makaleleri yazdı, sonuç itibarıyla tarzı her zaman canlı ve büyüleyiciydi.

1990’larda Chicago’da spor yazarı olarak geçirdiğim kısa süre dışında ben o kadar ileri gitmiyorum. Zaman zaman oldukça yoğun ve teknik şeyler yazıyorum. Ama bunu her zaman saygısızlıkla, tuhaf ve sarsıcı örneklerle, aklıma gelen en canlı metaforlarla ve konunun izin verdiği ölçüde popülist bir tarzda yapmaya çalışıyorum.

İşte bu meseleye böyle bakıyorum. Dünyada birçok zeki ve hayal gücü yüksek insan var. Bunların sadece çok küçük bir yüzdesi akademik felsefe yapıyor, çünkü zeki ve yaratıcı insanların çalışabileceği çok fazla alan var. Felsefe sadece filozoflara konuşuyorsa başarısız olmuştur, bu yüzden bugün akademiye egemen olan ana akım felsefe, zamanın rüzgarlarıyla süpürülmeye mahkumdur. Sanatçıların ve tasarımcıların hiç umurunda değil, mimarların da, film yapımcılarının da bildiğim kadarıyla, işinin başındaki bilim insanlarının çoğunun bile umurunda değil.

İşte ana akım akademik felsefenin başka bir sorunu daha – aslında öyle değilken iyi yazar olduklarını düşünüyorlar. Bunun nedeni, iyi yazmanın yalnızca netlikle ilgili olduğunu düşünmeleri, sanki kötü yazmanın tek sorunu muğlaklık ve belirsizlikmiş gibi. Ancak ihtiyacımız olan şey net yazmak değil her şeyi gözümüzün önümüzde canlandıran berrak bir yazıdır. Şeyler hiçbir zaman tamamen net olmadığından, berrak yazı zaman zaman müphemliği, imlemeyi ve kinayeyi kullanmak demektir, tıpkı büyük Rönesans ressamlarının şeyleri doğru bir şekilde tasvir etmek için gölge sanatında ustalaşmak zorunda olmaları gibi. Akademik felsefenin bugün hiçbir ışık-gölge sanatı, dolayısıyla bir stil anlayışı yok.

LK: Aktör-ağ teorisi yönelttiğiniz eleştirilerden biri bu teorinin değişimi açıklamakta iyi olmadığı yönünde. Örneğin, eyleyenler diğer eyleyenlere dokunduklarında kara kutuların sonsuz gerilemesinin, şeylerin nasıl değiştiğini açıklamamıza izin vermediğini gösteriyorsunuz. Değişim üzerine nesne yönelimli bir düşünme var mı (Şekil 3)?

Şekil 3: Folkestonomy: Folkestone Triennial için Public Works’ün gerçekleştirdiği sanat ile mimarlığı birleştiren kamusal haritalama projesi, 2009. Tasarlanmış nesnelerin yeni toplumsal ilişkiler kurmasına dair bir örnek.

GH: Bildiğiniz gibi, Aktör ağ teorisine [ANT] epey hayranım. 1998’de Latour’un kitaplarıyla ilk karşılaşmam benim için belirleyici oldu ve yirmili yaşlarımı entelektüel vahşi doğada geçirdikten sonra nihayet bir tür çağdaş söyleme kök salmış hissetmemi sağladı.

Ama evet, bence ANT’nin yoğun ilişkisel yaklaşımının zayıf yönlerinden biri, nesnenin mevcut ilişkilerini aşan kısımlarıyla yeterince ilgilenememesidir. Latour’un en iyi vaka çalışmaları (örneğin Pasteur) daha önce olmuş şeyler hakkındadır. Tüm ilişkiler ve çeviriler nihayet işini yapmıştır bile, bunun nasıl olduğunu açıklamak için Latourcu araçları kullanabiliriz.

Yine de ANT’nin karşı olgusal vakalarda faydası olduğundan emin değilim. Karşı olgusal vakalar, bir şeyin mevcut çevresinde ifade edilemeyen içsel güçlerine bakmamıza ve işlerin nasıl farklı olabileceğini sormamıza izin verirler. Örneğin, “Poe Fransa’da doğmuş olsaydı ne olurdu?” diye sormanın delilik olduğunu düşünmüyorum. Fransa’da oldukça takdir görebilirdi, oraya iyi uyum sağlayabilirdi, Amerika’nın onu dönüştürdüğü o lanet bohem ayyaş değil sosyal olarak saygın bir edebi aslan olabilirdi. Veya: “Ya Heidegger 1930’da bir trafik kazasında ölseydi?” Bence bu onun itibarına çok iyi gelirdi, bu durumda asla Nazi Partisi’ne katılamazdı, üstelik çalışmalarının 1930’dan sonra, en azından yirmi yıl boyunca keskin bir şekilde düştüğünü düşünüyorum. Heidegger tam o noktada ölseydi, halefleri 1930’lardaki çıkmaz sokaklarının çoğuna girmek yerine Varlık ve Zaman dönemine ait düşünceleri kazmaya devam ederlerdi.

Karşı-olgusal spekülasyon alanı bana hâlâ çok az gelişmiş görünüyor, genelde başka olası II. Dünya Savaşı senaryolarına dair eğlenceli ıvır zıvır kitaplarda yapılıyor. Ama bu yönde çok sofistike bir metodoloji geliştirmek mümkün olabilir, ama ANT’nin en iyi olduğu şey bu değil çünkü mevcut olana çok odaklanmış durumda.

LK: Ama nesne yönelimli felsefe, karşı-olgusal tarihte olduğu gibi geçmişten ziyade gelecek hakkında spekülasyon yapan insanlara ne sunuyor? Gelecekte şeyler yaratmak ve yapılandırmak için işinizden nasıl faydalanılabileceğini merak ediyorum. Sizce ne sunuyor?

GH: Gelecek, şimdinin karşı olgusal bir versiyonu olarak görülebilir. “Ya Türkiye yeniden süper güç olsaydı?” “Ya normal insan ömrü 140 yıl olsaydı?”

İlişkisel düşüncenin tehlikesi, “şimdi”de karşılıklı etkileşimlere çok fazla odaklanması ve şimdi dolanık oldukları arızi fiziksel ve sosyal ilişkiler dizisinin yapmalarına engel olduğu şeylerin ne olduğuna çok az odaklanması. “Öz” terimi bugünlerde hoş karşılanmıyor çünkü her türlü baskıcı ve gerici dogmayla ilişkilendirilmeye başlandı, ancak “öz”ü daha minimalist bir anlamda, yani “bir şeyin ne olduğu mevcut arizi durumundan başkadır” şeklinde ele alırsak, belli bir özcülükten kaçınılabilir. Ancak nesne yönelimli felsefenin üretmesi gereken bir görüş değildir bu çünkü o zaten gündelik pratiklerimizde ve örtük felsefi bakış açımızda mevcuttur. İyi bir öğretmen öğrencilerinin ne olabileceğini tasarlamaya çalışır. Bir ülke veya üniversite gibi bir kurum için iyi bir lider, bu ülkenin veya kurumun değişen koşullar altında ne olabileceği konusunda bir fikir sahibidir. McLuhan işte bu yüzden etkilerin nedenlerinden önce geldiğini düşünür: bir dereceye kadar telefon, telgrafın zaten üretmiş olduğu sonuçları pekiştirmiş ve büyütmüştür, yani telefonun sonuçları, telefonların kendisinden önce var olmuştur. Aynısı burada da geçerli. Nesneyi diğer şeylerle bütünsel olarak iç içe geçmiş halinden çıkaran, böylece onun münzevi gücünü özgürleştiren çok sayıda entelektüel yöntem zaten mevcuttur. Çalışmamın bu sürece katkısı, olsa olsa nesneleri dinamik bütünler olarak ele almayı salık veren bu son trendi takip etmemeye teşvik etmektir (ki bu, herhangi bir disiplinde çalışan stratejik planlayıcılar tarafından zaten oldukça etkili bir şekilde yapılmaktadır). Bunun yerine bireysel teşekküllerin bu bütünleri nasıl bozduğuna, onlara nasıl direndiğine veya nasıl geri çekildiğine bakın. Bu, daha sonra ne gelebileceğine dair bir ipucu sunabilir.


Bu makaleyi Nalan Kurunç çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti.


REFERANSLAR

Barad, K. 2007. Meeting the Universe half-way: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham, NC: Duke University Press.

Boradkar, P. 2010. Designing Things: A Critical Introduction to the Culture of Objects. Oxford: Berg.

Harman, G. 2002. Tool-being: Heidegger and the Metaphysics of Objects. Chicago, IL: Open Court Publishing Company.

Harman, G. 2005. Guerrilla Metaphysics: Phenomenology and the Carpentry of Things. Chicago, IL: Open Court Publishing Company.

Harman, G. 2009. Prince of Networks: Bruno Latour and Meta- physics. Melbourne: Repress.

Harman, G. 2010. Towards Speculative Realism: Essays and Lectures. London: Zero Books.

Latour, B., G. Harman, and P. Erdélyi. 2011. The Prince and the Wolf: Latour and Harman at the LSE. London: Zero Books.

Krippendorff, K. 2006. The Semantic Turn: A New Foundation for Design. Boca Raton, FL: Taylor & Francis.

Schön, D.A. 1983. The Reflective Practitioner. New York: Basic Books.

Simon, H.A. 1969. The Sciences of the Artificial. Cambridge, MA: MIT Press.

Tonkinwise, C. 2003. “Interminable Design: Techné and Time in the Design of Sustainable Service Systems.” Paper presented at the 5th European Academy of Design, Barcelona, Spain.

Verganti, R. 2009. Design-Driven Innovation: Changing the Rules of Competition by Radically Innovating What Things Mean. Boston, MA: Harvard Business Press.

Winograd, T. and F. Flores 1986. Understanding Computers and Cognition: A New Foundation for Design. Norwood, NJ: Ablex.

Exit mobile version