Site icon Terrabayt

Nesne Geri Dönüyor: Graham Harman ile Bir Röportaj – I

Birçok tasarım profesyonelinin etkileşimleri, deneyimleri ve hizmetleri tasarlamakla meşgul olduğu bir zamanda, nesnelerin tasarımdaki rolünü yeniden gözden geçirmenin zamanı gelmiş gibi görünüyor. Filozof Graham Harman ile yapılan bu röportaj, onun nesneler hakkındaki düşüncesinin bir özetini sunuyor ve bunu onların tasarımdaki rollerini yeniden düşünmek için kullanıyor. Martin Heidegger ve Bruno Latour’dan oldukça etkilenen Harman’ın felsefesi, nesneleri gerçek ama gizli derinliklere sahip olarak ele alması bakımından nesne yönelimlidir. Röportajda Harman, nesnelerin felsefede nasıl ele alındığını ve kendi yaklaşımının ne olduğunu anlatıyor. Onun yaklaşımının çıkarımlarından biri, tasarımın illa insan merkezci olduğu fikrini sorgulamaktır.


Nesneler tasarımın merkezindedir. Tasarımcılar onları nasıl yapacaklarını bilir, küratörler onları müzelerde düzenlerler, gazeteciler dergilerine ve web sayfalarına fotoğraflarını koyarlar, tasarım tarihçileri ve araştırmacılar nasıl ortaya çıktıklarını ve dolaşıma girdiklerinde ne yapacaklarını anlatırlar. Maddi ve dijital eserler olan nesnelerin, her türlü bir insani faaliyetin merkezinde yer aldığı düşünülebilir ya da maddiyatı ciddiye alan bir antropolog böyle iddia edebilir. Ancak tasarım nesnelerle ayrıcalıklı bir ilişkiye sahiptir, bu niteliği sadece bir avuç başka uzmanlık disipliniyle veya uygulama sahasıyla paylaşır. Tasarımcılar, biçim verenler olarak, şu anda kullanıcı olarak adlandırdığımız kişilerin gelecekteki uygulamaları hakkındaki spekülasyonlarını malzeme ve diğer kısıtlamalarla bütünleştirir ve yine gelecekteki uygulamaları şekillendirecek olan müstakbel eserlere dair spesifikasyonlar, planlar ve modeller üretmeye devam ederler.

Bu durum düşünüldüğünde, tasarım öğrencilerinin nesnelerin ne olduğunu, ne yaptıklarını ve nesneler, tasarımcılar ve diğerleri arasındaki etkileşimi anlamalarına yardımcı olacak kapsamlı bir literatürün var olmasını bekleyebiliriz. Ancak tasarım literatürlerini araştırdığımızda nesnelerin kaybolduğunu, tasarımcıların kozmolojilerinde başka türden varlıkların çoğaldığını görürüz. “Kullanıcı”nın icadıyla, insan-nesne ilişkisinin insan tarafına odaklanan diğer terimler- insan merkezli tasarım, kullanıcıların ihtiyaçları vb. – geldi. Tasarım, ürünlerden ziyade deneyimler ve soyut hizmetlerle ilgilenmeye başladı. Tasarımcıların uygulamaları, “tasarım düşüncesi” adı verilen bir şeyde gayri-maddileştirildi. Gelgelelim, daha yakın zamanlarda, nesnelerin nesne’liğine dair ilgi geri döndü. Daha sürdürülebilir ürünler yaratmak için malzemelerin yoğunluğunun azaltılması gerektiğine yönelik argümanlar (örneğin Tonkinwise 2003) veya “şey kuramına” yönelik ilgi (örneğin Boradkar 2010), tasarımda nesneleri yeniden gözden geçirmenin zamanının geldiğini gösteriyor.

Bu röportaj, bu gelişmeleri Graham Harman’ın nesne yönelimli felsefesi perspektifinden ele alıyor. Doktora tezinde Heidegger’i inceleyen Harman, daha sonra bu tezi gözden geçirerek Alet-olma (2002) adı altında yayımladı. Harman daha sonra Fransız sosyolog Bruno Latour’un çalışmalarını keşfetmeye başladı. Harman’ın Latour’u heyecanla okuduğu, sosyolog üzerine ilk makalesinde (Harman 2010’da yayınlandı) açıkça görülüyor. Latour gibi Harman da canlı ve erişilebilir bir şekilde yazar. Okuyucuyu dürten ve yüksek sesle güldüren teorik bir çalışmadır bu. Harman’a göre Latour, metafizikte yeni şeyler yapan, bilhassa Kant’ın insanın insan-olmayan üzerindeki egemenliğini etkisizleştiren biriydi. Latour’u etraflıca ele aldığı Prince of Networks (2009; ayrıca bkz. Latour ve diğerleri, 2011) isimli kapsamlı incelemesinde Harman, bu çalışmayı bir tür metafizik olarak ciddiye alır. Ancak, Latour’un çalışmalarının çoğundan zevk almasına ve en önemlisi ne kadar sıradan olursa olsun nesnelere ve şeylere mutlak bir biçimde özen göstermesine katılan Harman, kendisi için bu çalışmanın nerede yetersiz kaldığına dair bir analizle eserini sona erdirir. Latour’un başarısızlığının, nesnelerin şu anda sahip olduklarından başka niteliklere veya ilişkilere sahip olmasına izin vermemesi olduğunu ve bunun da değişimi açıklamamızı sağlamadığını söyler.

Harman, pek çok kuramsal konumun şeylerin maddi nesneliğini görmezden gelme veya nihayetinde insanın amaçlarına hizmet ettirme eğiliminde olduğunu açıkça ifade eder. Nesneler ya bizim dışımızda gerçektir ve onlar hakkında bilmemiz gereken tek şey budur ya da nesneler hakkında önemli olan şey onlar hakkındaki fikirlerimizdir. Harman kendisini realist olarak adlandırır ve ona göre nesne, aktör-ağ teorisinin aksine, ilişkileri dışında niteliklere sahiptir. Harman’ın The Prince of Networks ‘ün sonuç bölümünde geliştirdiği argümanlar, mevcut nesne yönelimli felsefesini ifade den “dörtlü” hakkında daha kapsamlı bir açıklama sunan The Quadruple Object (2010)’te geliştirilir. Bu “spekülatif gerçekçilik”, nesnelerin insan-olmayan olmakla kalmadığını, kendi nitelikleri ve ilişkileri olduğunu iddia eder.

Harman’ın konumu, tasarım alanında çalışanlar için çekici. Son zamanlarda tasarım düşüncesinde görülen insan merkezci varsayımını yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor. Tasarım, öncelikle Krippendorff (2006) ve Verganti’nin (2009) öne sürdüğü gibi, şeyler için anlamlar yaratmakla mı ilgili yoksa tasarımı, insanın illa mevzu olmadığı bir ortamda, şeylerin başka şeylerle ilişki içine girmesi olarak ele almak mümkün müdür (Şekil 1)?

Şekil 1: The MakerBot ReplicatorTM, 3-D baskı aygıtı. Nesnelerin, insani dertlerden çekilerek diğer nesnelerle kurdukları mahrem ilişkilere bir örnek.

Bu röportajda Harman’ın çalışmalarının tasarımla ilgili araştırmalara neler getirdiğini keşfediyorum. Harman’la, Amerikan Üniversitesi’nde araştırma yönetimi alanında doçent ve Felsefe Bölümü’nde profesör olarak çalıştığı Kahire’den Londra’ya geçerken şahsen tanıştım. Ondan oldukça farklı biçimlerde de olsa nesneleri düşünen bir diğer filozof olan Karl Marx’ın mezarını ziyaret etmek için kuzey Londra’daki Highgate Mezarlığı’ndan geçmeyi önerdim. Yağmur altında geçen bu konuşma, e-posta yoluyla yapılan bu röportajın notlarının temeli oldu. Giderek daha fazla sanatla ilgilenmeye başlayan Harman tasarıma nispeten yabancı olduğunu söyledi. Dolayısıyla bundan sonraki kısmı, Harman’ın çalışmasıyla benzerlikler gösterebilecek belirli bir tasarım anlatımı sunmam da şekilleniyor.

Lucy Kimbell (LK): Metaphysics for Dummies ile başlayabilir miyiz? Filozoflar nesneler hakkında nasıl düşündüler? Önemli katkıları neler oldu ve size göre zayıf yönleri neler?

Graham Harman (GH): Yunan felsefesinin başlangıcında program nesneleri yok etmekti. İlk Batılı filozoflar Sokrates öncesi düşünürlerdi. Atlar, ağaçlar, gemiler ve şehirler gibi şeylere inanan sağduyuya karşı, Pre-Sokratikler, tüm bunların daha temel bir şeyden inşa edildiğini göstermeye çalıştılar. Bu aynı zamanda onları ilk bilim insanı yaptı, zira bu bilimin gayet iyi yaptığı bir şey.

Sokrates öncesi düşünürlerden bazıları tüm nesneleri daha küçük bir fiziksel öğeye indirgediler: Thales her şeyin sudan oluştuğunu söyledi; Anaximenes hava olması gerektiğini söyledi; Herakleitos ateş dedi. Hepsi dört ayrı fiziksel element olduğunu iddia eden Empedokles’e giden yolu döşedi: sevgiyle birleşen ve nefretle ayrılan hava, toprak, ateş ve su. Diğer Sokrates öncesi filozoflar bunun yerine gerçekliğin, tüm belirli nesnelerin türetildiği dev, belirsiz bir yumru, apeiron olduğunu veya olması gerektiğini savundu. Anaximander, adalet tüm karşıtları yok ettiğinde gelecekte apeiron‘un var olacağını söyledi – bu erken dönem Yunan düşünürlerini özenle ve sebatla inceleyen Highgate Mezarlığı’ndan arkadaşımız Karl Marx’ı etkileyen bir fikirdi. Parmenides, “Varlık” dediği apeiron‘un zaten var olduğunu ve yalnızca sanrısal duyularımız ve fikirlerimizin bize farklı pek çok nesnenin var olduğunu düşündürdüğünü söyledi. Sonra bu apeiron‘un geçmişte var olduğunu ancak yok edildiğini söyleyen filozoflar oldu: Pisagor, apeiron‘un onu daha küçük parçalara bölen Boşluğu soluduğunu; Anaxagoras, apeiron‘un güçlü bir Zihnin kontrolü altında çok hızlı incelip parçalara ayrıldığını söyledi.

Bu teorilerin kulağa tuhaf geldiğini ve modasının geçtiğini düşünebiliriz, ancak bugün hala bizimle birlikteler. Ana akım bilimsel materyalistler hala tüm nesneleri fiziksel (veya bazen matematiksel) mikro bileşenlerine indirgeyebileceğimizi düşünüyorlar. Kıta felsefesinde herhangi bir gerçek nesne yerine “birey-öncesi” alanı tercih eden Deleuze ve Simondon’un takipçileri var, bu ise dünyaya dair apeiron teorisi bariz bir biçimde miras alır. Bu teorilere “baltalayan/altını oyan” felsefeler diyorum çünkü nesnelerin gerçek olamayacak kadar sığ olduğunu söylüyorlar. Bu tür felsefeler için gerçek olan, tüm bireysel şeylerden daha derin olan küçük öğeler veya yarı birleşik yığınlardır. Bu tür teorilerin sorunu, daha büyük teşekküllerin ortaya çıkma gücüne izin vermemeleridir. Bir atın veya ağacın güçleri, bu nesnelerin yapıldığı mini kimyasalların güçlerinden hayli farklıdır. Örneğin, atta herhangi bir fark yaratmaksızın oldukça fazla sayıda atomu ondan çıkarabilirsiniz. Baltalayan felsefeler, nesnelerin çok küçük ya da çok basit olanın dışında pek çok farklı ölçekteki özerkliğini ve gücünü tanımakta başarısız olurlar.

Ama aynı zamanda benim “üzerini kazan” felsefeler olarak adlandırdığım, var olan altını oyma/baltalama sözcüğüyle analoji kurarak türetilmiş bir sözcük de var. (Fransızca tercümanım sadece İngilizce’de işe yarayan bu sözcükle az uğraşmadı). Üzerini kazan felsefeler, nesnelerin gerçek olamayacak kadar sığ olduğunu değil gerçek olamayacak kadar derin olduklarını söylerler, bu ise zamanımızda daha da yaygın bir konumdur. Nesnelerin, işe yaramaz ya da en azından hiç doğrulanamaz kurgular olduklarını söylüyorlar. Gerçek olan tek şey bilincin içeriği, toplum tarafından inşa edilen yapılar, dilin işleyişi veya daha genel olarak ilişkiler, etkiler ve olaylardır. Ya da belki de “nesneler” dediğimiz şey yalnızca “nitelik demetleridir” (David Hume). Bu teorilerin sorunu, herhangi bir şeyin neden değişeceğini açıklayamamalarıdır. Siz veya ben özerk nesneler değilsek, ancak mevcut toplumsal-dilbilimsel bağlamımız ve diğer tüm varlıklarla mevcut ilişkilerimizin toplamı tarafından tamamen belirlenmişsek, o zaman ikimizin de herhangi bir şekilde değişmesi veya gelişmesi için hiçbir neden yoktur. Aynı şey cansız nesneler için de geçerlidir. Şu anda dünyada ifade edilmeyen nesnelerde bir miktar aşırılık veya fazlalık olmadıkça hiçbir şeyin şu anda olduğundan farklı olması için hiçbir neden olmayacaktır. Dünya her an her haliyle konuşlanmış olacak, hiçbir şey hiçbir şeyden gizlenmeyecek ve hiçbir şey herhangi bir değişim yaratamayacaktır.

Platon üzerini kazan ilk kişiydi. Ona göre nesneler temelde fiziksel madde statülerinden maluldü. Öncelikle gerçek olan, dünyevi olmayan bir yerde var olan ve birçok farklı şey tarafından paylaşılabilen formlardır: tüm güçlü şeyler güç formundan pay alır, tüm atlar atın mükemmel formundan pay alır vb…

Her iki tür teoriyi de ilk eleştiren kişi, Platon’un büyük ve asi öğrencisi Aristoteles’tir. Aristoteles’in şimdiye kadar yazılmış en büyük felsefe kitaplarından biri olan Metafizik‘inde, onun hem Sokrates öncesi filozoflarla hem de (yakın zamanda ölmüş) hocası Platon’la tam da bu konularda savaştığını görürüz. Aristoteles için felsefenin birincil konusu bireysel şeylerdir, bu şekilde ilk nesne-yönelimli filozof olur. Felsefe tarihi boyunca ne zaman nesneler yeniden canlansa bu genellikle Aristotelesçi bir etki sayesinde olmuştur.

Bugün Aristoteles’in etkisinin (en azından kıta felsefesinde) en düşük olduğu anlardan birindeyiz. [Aristoteles] sıkıcı, orta yaşlı, biraz bilgiç ve benzeri olarak görülür. Ama onun kitaplarını okuduğumda sadece insanlık tarihinin en güçlü beyinlerinden biri değil aynı zamanda bugün bizde yankılanan oldukça tuhaf ve bazen avangard bir mizah anlayışına sahip biri olduğunu görüyorum. Felsefede nesnelere olan ilginin yeniden canlanmasıyla birlikte Aristoteles’e olan ilginin yeniden canlanmasını bekliyorum; ikisi el ele gidecek.

Aristoteles’in nesne teorisindeki ve onun haleflerinin çoğununkiyle ilgili temel sorun, Aristoteles’in doğada var olan nesneler fikrine ya da bazı filozofların dediği gibi “doğal türler” fikrine fazla bağlı olmasıdır. Makineler, ordular, cemiyetler ve ortaklıklar, hayvan sürüleri ve kum yığınları vb. gibi birleşik varlıklara çok az saygı duymasının nedeni budur. Belki bunların hepsi hakiki nesneler değildir (şeyleri öylece yan yana koymak onları bir şey yapmaz), ama çoğu öyledir. İyi tarafından bakıldığında, en azından Aristoteles kendinden öncekilerin yok edilemez olmadıkça hiçbir şeyin nihai töz olamayacağı varsayımını terk etti. Socrates öncesi düşünürler ve Platon bunun doğru olması gerektiğini varsaydılar ancak Aristoteles, atların ve ağaçların yok edilebilir olsa da yine de nihai gerçeklik olabileceğini biliyordu.

LK: Sanırım birçok tasarımcı nesnelerle özel bir ilişkileri olduğunu söylerdi. Donald Schön (1983), tasarımcılara “yanıt veren” malzemelerden ve çizimlerden bahseder, bu da Karen Barad’ın (2007) evrenin nasıl “geri teptiğini” görmezden gelemeyeceğimizi dillendirmesini anımsatır. Tasarımcılar iyi açıklayamasalar bile malzemelerin, araçların ve bunların çizimlerinin, prototiplerinin ve diğer şey düzenlemelerinin dünyada bir şeyler yaptığına dair bir sezgiye sahiptir. Çalışmanız bunun hakkında düşünmek için bir yol sunuyor gibi görünüyor.

GH: Burada Martin Heidegger’in bize anlatacağı çok şey var. Felsefesi, mensubu olduğu okula bir tepki olarak doğdu: fenomenoloji [ayrıca bkz. Harman 2005]. Edmund Husserl, doğa bilimlerinin felsefeye tecavüzünü engelleme çabası olarak aşağı yukarı 1900 senesinde fenomenolojiyi kurmuştu. Husserl’in stratejisi şuna benzer şeyler söylemekti: “Kapının çarptığını duyarsam, kapının çarptığını duymuşumdur ve bu deneyim tüm inceliğiyle anlatılmalıdır; bu deneyimi bilimsel bir ses dalgaları ve kulak zarı titreşimleri teorisiyle açıklamak türevseldir çünkü doğrudan karşılaştığımız tek şey kapı çarpma deneyimidir.” Son derece indirgemecilik karşıtı bir stratejiydi ama aynı zamanda da bizi insan bilincinin sahasına hapsettiği için aşırı derecede idealistti de. Bugün bile fenomenologlar, Husserl’in realist/idealist ayrımının “ötesinde” olduğunu iddia ederek bunu reddederler ancak yanılıyorlar. Husserl apaçık bir idealistti, buna hiç şüphe yok. (O, onu Berkeley, Hegel ve diğerlerinden oldukça farklı kılan bu ideal alan içinde bir nesne filozofuydu, ama bu başka bir hikaye).

Heidegger bu idealizmi sezdi ve onu tamamen tersine çevirdi. Çünkü şeylerle genellikle bilinçte fenomen olarak karşılaşmamız söz konusu değildir. Genelde onları bilinçsizce kullanırız, sessizce ve görünmez bir şekilde onları verili kabul ederiz. Nesneler kırılabilir ve bizim için sürprizler yaratabilirler. Nesneler sizin deyiminizle algılarımıza ve çabalarımıza karşı “geri teper”. Heidegger’e en büyük itirazım, nesnelerin birbirine de bunu yapmasına izin vermemesidir. Nesnelerin insanlara karşı nasıl geri teptiği onun için her zaman bir sorudur ve bu açıdan, muhtemelen Antik Yunan’dan bu yana en büyük filozof olan Immanuel Kant’ın (1724-1804) felsefi ufku içinde kalır. Kant’a göre felsefe, asla bilinemeyecek olan nesne-nesne etkileşimlerinden değil sadece insan-dünya bağıntısından bahseder. Buna karşı, insan-nesne etkileşimlerinin daha genel olarak nesne-nesne etkileşimlerinin özel bir durumu olduğu konusunda Whitehead’e katılıyorum.

Ama tasarımın nesnelerle özel bir ilişkisi olup olmadığına ilişkin sorunuza dönecek olursak, belirli sayıda alanın nesnelerle bu türden özel bir ilişkisi olduğunu tahmin ediyorum ve tasarımın bu açıdan emsalsiz bir biçimde ayrıcalıklı olduğundan şüpheliyim. Varlıkların gerçek ve özerk özelliklerini ciddiye alması gereken herhangi bir çalışma alanı böyle özel bir statüye sahip olacaktır. Örneğin, entelektüeller arasında popüler bir disiplin olmayan askeri bilimin, nesneleri özel bir şekilde hesaba katması gerekir: nehirler, demiryolu kavşakları ve yeni ay, askeri komutan için hesaba katılması gereken güçlerdir, her ne kadar göstergebilim için her daim doğru olmasa da.

Sanırım bunu şöyle ifade ederdim: tüm insan faaliyetleri ve sorgulamaları nesnelerle ilgilenir ancak bazı alanlarda bu ilişki o kadar güçlüdür ki idealizmin hiç cazibesi olamaz ve sanırım tasarım buna iyi bir örnek olacaktır. Geçenlerde New York’u ziyaret ederken, karşılaştığım birkaç tasarımcının amansız insan merkezciliğine şaşırmıştım.

LK: Spekülatif gerçekçiliğinizde “spekülatif” ne kadar önemli? Tasarımcılar yeni ürünler, hizmetler ve daha yakın zamanda politika ve davranışlar tasavvur etme ve önerme anlamında spekülasyonla yoğun bir şekilde ilgileniyor. Herbert Simon (1969) bilgisayar bilimi, yönetim, tıp ve tasarım dahil tüm meslekleri “olması gereken” ile ilişkili olarak tanımladı. Eskiz veya yeni bir şeye biçim verme noktasında sonucun veya etkinin ne olabileceğini bilmek veya tam olarak tasavvur etmek imkansızdır. Bilinemez geleceklerin nasıl şekillendiği hakkında düşünmenize ne yardımcı oluyor (Şekil 2)?

Şekil 2: Dunne ve Raby tarafından tasarlanan EM Sniffer Köpeği. Spymaker’ın parçası 2006/07. Spekülatif tasarım pratiğinin alternatif gerçeklikler sunabileceğine dair bir örnek.

GH: “Spekülatif gerçekçilik”e “spekülatif” sıfatı eklendi çünkü gerçekçilik genellikle çılgınca hayal gücü olan insanların aşırılıklarını tokatlayan sıkıcı bir infazcının felsefesi olarak görülüyor. Yaratıcı düşünürler harika yeni dünyalar icat eder ve sonra sözüm ona gerçekçi gelir ve onlara susmalarını ve gerçekle yüzleşmelerini söyler: Yüzünüzün önünde gerçekten iki el vardır, odanın ortasında bir masa, minderin üzerinde uyuyan bir kedi, ve hepsi bu. Uyanın!

Ama ya gerçeklik bizim inandığımızdan çok daha tuhafsa ve gerçekçilik bilimkurgu kadar ilginç bir felsefenin adıysa? Örneğin benim felsefemde gerçek nesneler özel boşluklara çekilir ve birbirleriyle metaforik sinyaller yoluyla yalnızca dolaylı olarak temas kurarlar, ki öyle  büyükbabanızın gerçekçiliğine benzemez. Bir başka spekülatif realist, Paris’teki Quentin Meillassoux’nun en az benimki kadar tuhaf bir felsefesi vardır: Meillassoux’ya göre doğa yasaları her an sebepsiz yere değişebilir. Bu yasalardaki değişikliklerle ilgili artık herhangi bir olasılık ya da olanaksızlık kalmadığından, henüz var olmayan ama gelecekte var olabilecek sanal bir tanrının birdenbire ortaya çıkmasını ummamızı önerir. Bu tanrı ölüleri diriltecek ve onları acılarından kurtaracaktır. Kulağa deli işi gelyor ama öyle değil, oldukça sağlam argümanları var, bunları Edinburgh University Press’ten çıkan yeni kitabım Quentin Meillassoux: Philosophy in the Making’de okuyabilirsiniz.

Daha genel olarak, şimdi “sağduyu” dediğimiz şey, insan ırkının bugüne kadar biriktirdiği günlük bilgilerin faydalı vasat bir toplamıdır. Ama hala oldukça genç bir türüz. Bundan bin yıl sonraki sağduyu kesinlikle çok farklı olacaktır, felsefenin işi de sıkıcı mevcut biçimini takip etmek değil bunu öngörmek, hatta kışkırtmaktır.


Bu makaleyi Nalan Kurunç çevirdi, Öznur Karakaş redakte etti. Söyleşinin ikinci bölümü için buraya tıklayabilirsiniz.

Exit mobile version