Site icon Terrabayt

Mutlu Cinayet Düşü


Savaş sırasında sık sık gördüğüm bir rüyayı hatırlıyorum. Mutlu bir rüya. Almanya’nın kökünün kazındığını görmüştüm. Tüm Alman önderleri ve tüm Alman halkı bir araya getirilip öldürülüyor, üzerinde yürüdükleri Alman toprağı boydan boya bir mezar taşı ile kaplanıyor; öyle ki  bu topraklar sonsuza kadar herhangi bir milletin kendine anavatan/yurt edinemeyeceği raddede kullanılamaz ve elverişsiz bir hal alıyordu. Alman halkını ve Alman toprağını Yahudileri öldürdükleri için cezalandırıyordum. Bu rüya oldukça şedit, ürkütücü ve heyecan vericiydi. Bugün bile yaratıcı bir rüya olduğunu düşünüyorum. Nazi Cenneti’inin imhasını yaratıyordum, zira söz konusu olan gerçekten de bir Cennet Bahçesi’nin imhasıydı. Çöl yapıyordum. Kısacası, Tanrı nasıl davrandıysa ben de öyle davranıyordum. Masum ile suçlu, toprak ve üstünde ikamet edenler, ağaçlar ve insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden hepsini cezalandırıyordum. Bir manada kadere ben şekil veriyordum.

Herkes böyle rüyalar görmüştür, hâlâ da görür. Bu rüyayı görmüş ve görmekte olan insanları birbirinden ayıran şey, bazı insanların uyandıkları zaman bunu söylemesi bazılarının ise söylememesidir. Ben rüyalarımı söylerim. Sanırım hep söylemişimdir. Şimdi de hiçbir istisna olmadan tüm Sovyet önderlerinin katlini düşlediğimi söyleyeceğim. Aynı zamanda Prag’ı ve Kabil’i işgal eden tüm Sovyet ordularının tümden imhasını da düşlüyorum. İçimde yaşayan tüm canavarları serbest bırakıyorum ve kana kanla karşılık veriyorum. Mutlulukla öldürüyorum. Düşüme karşı direnmekten acizim, tıpkı sizin düşlerinize karşı direnmekten aciz olduğunuz gibi. Cinayet teskin ediyor, rahatlatıyor beni, uykuya daldırıyor. Naziler ve Stalinistlerle benim aramdaki fark onlar ne menem suçlular olduklarını bilmiyorlardı, halbuki ben biliyorum. Fark düş kuranlarla kurmayanlar arasında değil, tüm dünyanın her bir kişide içkin olduğunu ve her kişinin zımnî bir suçlu olduğunu görenlerle görmeyenler arasındadır. Naziler naifti. Sanki hayatla ölüm arasında ayrım yapma hakkına sahiplermiş gibi naif davrandılar. Benim düş kurduğum yerde onlar harekete geçtiler. Almanlar profesyonel suçlular haline geldiler çünkü kendi suçlarını dünya tarihinin bir dejavu’su, insanlık tarihinin evvelinde yaşanmış olan olgu olarak görmediler. Rüyalarının naifliğini doğal suç kıstası yaptılar. Sırf varoluşuyla Aryanların serpilmesini sözümona engelleyen bir mütecaviz hayal ettiler, Aryanlara değer vermek için de bir ırk icat ettiler. Bu korkutucu bir şey, devası yok gibi görünüyor. Tarihin herhangi bir anında, halkların ortaya çıkışının arkasında bir Hitler’in, bir Stalin’in, bir Pinochet’nin ya da bir İran Şahı’nın ve haleflerinin hazırda beklediğini unutmak, çoktan suça dahil olmak demek. Kökenleri ister Marksist gübre yığınında isterse adaletsizlikte, fakirlikte, intikamda ya da dinde olsun; iktidar oyununa, her türlü iktidara katılmak, dünyanın küreselliğine aidiyet üzerinden genel kimliğini unutmak, insan türüne karşı taraf almak demek.  Evet, suç her şeyden evvel bu unutuş. Başkasını görmeyi başaramamak, kişinin kendi yanı başında gölgesini, başkası ve kendisi için ortak olan o maddiyatı görmeyi başaramaması demek. Düşümde Nazileri ve Stalinistleri öldürmemin nedeni, dünyanın küreselliğinin her alanına sarsılmaz ve ölümcül aidiyetlerini idrak etmemeleri. Milliyetçilik zaten bir suç. Alman ormanı Aryan’dı; Alman köpekleri de öyle. Alman varlığı da Aryan’dı. Burada özsel bir aptallık var elbette ama tabiat ve sanat mülkünü yerelleştirmeyi her türlü yüceltme girişiminde de benzer bir aptallık mevcut: “Fransız (kültürel) mirası” da aynı aptallık. Olabilecek en kötü şey, iştirak ettikleri her şeye kaçınılmaz olarak bağlı olduklarını anlamayan, hatta -herhangi bir eğitimden bağımsız olarak, azıcık da olsa- hissetmeyen insanların olmasıdır, böyle insanlar sonsuzluk hissinden mahrumdur. Savaştan sonra Almanlar, Stravinsky’nin müziğinin nasıl çalındığını unutmuşlardı. Suçları onları diğer insanlardan o kadar ayırmıştı ki artık hiçbir şey hakkında en ufak bir fikirleri bile yoktu. Yahudi müziği çalmayı ve yönetmeyi yeniden öğrenmeleri yıllarını aldı. Sovyet sanatının çocuksu niteliği de benzer bir gerilik sergiliyor. Burada keder öyle boyutlara varıyor ki insan neredeyse bunun kederlerimizin en büyüğü olduğuna inanacak. Katlettiklerinin güçsüzlüğünden ziyade kendi güçlerinin bilgisiyle avlarını, yani o başkalığın ta kendisini gören hayvanlar misali, kendilerini bütünden ayıranlar karşısında bu bütünle bir olanların kederinden bahsediyorum. Bu hiçbir şeye indirgenemez ve nihai fark doğaldır. Daha da kötüsü, insanın mükemmelleştirilmesini ütopya diye reddetmeye mecbur bırakan da budur. Kişi davranışını değiştirebilir ya da kesik bir bacağın yerine tahta bir protez koyabilir, fakat hiç kimse var olmayan bir hissiyat yerine yapay bir hissiyat koyamaz.

Savaştan sonra Almanlar, Stravinsky’nin müziğinin nasıl çalındığını unutmuşlardı. Suçları onları diğer insanlardan o kadar ayırmıştı ki artık hiçbir şey hakkında en ufak bir fikirleri bile yoktu. Yahudi müziği çalmayı ve yönetmeyi yeniden öğrenmeleri yıllarını aldı.

Bu boşlukta, bu gevşek  boşlukta hiçbir şey tutunamaz, hiçbir şey yer edinemez ve bütünle, ki buna zeka da diyebiliriz, bağlantılı olmadığında bu doğaldır. Ailesinin, hayatta karşısına çıkabilecek neredeyse bütün durumlarla başa çıkabilmesi ve çevresine yanıt verebilmesi için yıllar boyunca kelime kelime, jest jest eğittiği psikozlu bir gençten bahsetmişlerdi. Bu gencin eğitimi başarılıydı. İşe yaramıştı. Genç adamın neredeyse her soruya, öğretmenleri tarafından öngörülmeyen sorulara bile vereceği makul ve genel bir cevabı vardı. Hava güzel. Eşiniz nasıl? Evvelsi gün yağmur yağdı. Evet, yaz bu sene gecikti. Ne dediğinizi tam olarak anlamadım. Eğitim o kadar işe yaradı ki durumu neredeyse hiç fark edilmiyordu. Tek bir şey hariç: genç adam dansa ayak uyduramıyordu. Aldığı yüz dans dersinin faydası olmadı. Müziğin ölçüsünü, ritmi duymuyordu; duysa bile ritimle bedeninin hareketi arasındaki gerekli bağı anlamıyordu. Bu eksik o kadar aşikârdı ki, bunu izlemek o kadar berbattı ki, onu gören herkese hastalığını açık etti. Bugün bütün dünya fokların katledilişinin fotoğraflarıyla doluyken bebe fokların derisinden yapılma kürküyle gezinen Amerikalı kadının, tedavisi nafile bir rahatsızlığa sahip olduğu aşikardır. O da müziği duyamaz. Hakkında bir fikri bile yoktur. Müziğin dışındadır o. Ve kadının o kar gibi kürkü masumca giyişi, var oluşundaki eksikliğin diğer tüm sonuçları hakkında bir ipucu verir. Bu kadın düş kurmuyor olmalı. Suçtan o kadar az ayrılmış olmalı ki suçun farkında bile değil. Böyle insanlar aramızda fakat biz onları bilmiyoruz. Kim olduklarını birden anladığımızda ise bir sabah bir S.S. subayının yanında uyanmış gibi oluruz. Bir zamanlar bir binanın iç avlusunda bir ağaç varmış. Belki yüzyıldan fazladır oradaymış. Bina yönetiminin toplantısında diğer konuların arasında ağacın kalıp kalmamasını istedikleri sorulmuş ev sahiplerine. Yirmi beş ev sahibinden bir tanesi oyunu ağacın kesilmesi yönünde kullanmış. Herkes korku içinde birbirine bakmış. Oy gizli olduğundan ağacın kesilmesi yönünde oy kullananın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenememişler. Burada söylemek istediğim şey şu: Doğa hem siz hem ben, hem katledilen yavru foklardan yapılmış kürkü giyen Amerikalı kadın hem ağacın kesilmesine oy veren bina sakini hem Pierre Goldman’ı öldüren, genç ağaçların dallarını kıran, köpekleri, kurbağaları ve banliyöde yaşayan yaşlıları öldüren yirmi yaşındakiler. Bu eylemlerin çocuklukta yaşanmış gerilimler yüzünden olduğunu söylemek doğru mu peki? Öyle olduğunu düşünmüyorum, hiçbir zaman da gerçekten böyle olduğunu düşünmedim, düşündüğümü zannettiğim zamanlarda bile. Gerilim her zaman orada, sebebi kadar mübrem, tek tek hepimizin içinde. Çocuk her şeyi ister fakat annesi bile veremez ona her şeyi. Gerilim, diş çıkarmak ve sütten kesilmek kadar kaçınılmaz bir şey. Ben insanlar arasındaki ontolojik farka, kötüye, lanete inanıyorum. Evet, buna inanıyorum; doğada aldatmacanın bin bir türlüsü var. Bu aralar bir gün, Fransa’nın kuzeyinden Thiérache’a bağlı Avesnois’dan bir dostum, Paris Kontu’nun, bölgede yer alan iki yüz elli, üç yüz hektarlık geniş, güzel ormanları satılığa çıkardığını söyledi. Kendisi de küçük bir arazi satın alan bu dostumun dediğine göre bu ormanları satın alanlar şimdiki Fransız hükümetinden iki bakanmış. Herhangi birinin bir ülke büyüklüğündeki bir ormana tek başına sahip olmak istemesine, bunu satın almak için mücadele etmesine, ömrünü Fransız halkının refahına adadığı -ve bu uğurda kalp sağlığından olduğu- varsayılan birinin böyle bir şey için mücadele edecek zamanı olmasına inanamadım. Daha sonra bu hikâyeyi yeniden duydum ve size aktardım. Bu hikâyeden bir süre önce de Le Monde gazetesinde unutulmaz bir haber okumuştum. Habere göre, Fransız hükümeti Larzac’ta geniş bir araziyi [bir askerî üs inşa etmek için – İngilizce çevirmenin notu] kamulaştırdıktan sonra şüpheli çiftçiler topraklarını satılığa çıkarmışlar ve bu topraklar, aralarında bu ilk kamulaştırma lehine oy kullanmış milletvekilleri de bulunan vekiller tarafından, daha sonra yeniden devlete satılmak üzere satın alınmış. Thiérarche ve Larzac, bir S.S. subayının yanında uyanmaktır. Belki de tüm bu insanlar nihai çağın öncüleridir. Son cenaze alayının liderleri, ölümün selefleri. Sonra bir de Sahil Kuşağı’ndaki[1] kıtlık mağdurlarının karneyle verilen istihkaklarını çalanlar var. Ya da ölen Kamboçyalıların yiyeceklerini çalanlar, bir halkın hayatta kalmasını sağlayacak olan bir kamyon dolusu pirinci yüz gram şahsi altın için değiş tokuş edenler: sözde Komünist Vietnam’ın muzaffer Halk Ordusu’ndan bahsediyorum. Evet. Belki bu insanlar dünyanın sonunun eşiğini ilk geçenler. Öyle olmalı. Doğadan ve insandan çıkan o kadar çelişkili, o kadar saçma ve o kadar yabancı ki insan bunların hayatın mutlak imhasının ilk alametleri olup olmadığını merak ediyor. Eğer öyleyse; bu insanlar bütün masumluklarıyla ölümün ilk subayları, son insanların ilkleri olmalı.


[1] Sahil ya da Sahel Kuşağı olarak bilinen, Senegal, Moritanya, Mali, Burkina Faso, Nijer, Nijerya, Çad, Sudan ve Eritre’yi içeren hatta, kuzeyde Sahra Çölü’yle güneyde Sudan bölgesi, batıda Atlantik Okyanusu’yla doğuda Kızıl Deniz arasında kalan ekolojik bölge.


Metni, Arthur Goldhammer’ın İngilizce çevirisinden Maddi Estetik Araştırma Kolektifi’nden Enes Öztürk çevirdi ve Sorciere dergisinde yayınlanan Fransızca orijinali ile karşılaştırarak son okumasını yaptı. Çeviriyi Öznur Karakaş, Fransız orijinalinden redakte etti.

Kaynak: “Marguerite Duras, Outside: Selected Writings, trans. Arthur Goldhammer, Flamingo ed., Fontana Paperbacks, 1987, Glasgow.”


Exit mobile version