Site icon Terrabayt

Muhafazakarlar Karl Marx’ı Neden Çok Ama Çok Yanlış Anlıyor?


Muhafazakâr entelektüel tayfayı kızdırmak istiyorsanız, Karl Marx’ın değerli bir şey söylediğini savunmayı bir deneyin. Ya da daha kötüsü, Alman felsefesinden, klasik ekonomi politiğin standart varsayımlarına kadar her şey hakkında ciltler dolusu yazmış bu insanın, “zengin insanlar kötü, fakir insanlar iyi”den daha incelikli bir teoriye sahip olabileceğini öne sürün.

Yine de Soğuk Savaş’tan on yıllar sonra pek çok sağcı uzman, Marx’a yönelik üstünkörü ithamların ötesine geçen reddiyeler sunmaya yeltenmezler. Jordan Peterson, Marksizm’i şeytani bir teori olarak tanımlamış ve “postmodern neo-Marksizmi” gömerek şöhret kazanmıştı ama son yıllarda Komünist Manifesto’dan pek fazla bir şey okumadığını bir tartışmada kabul etti.

Dave Rubin, Don’t Burn This Book [Bu Kitabı Yakmayın] adlı son eserinde, Nazizm ve faşizmi sosyalizmle aynı kefeye koyar ve Benito Mussolini’nin “Karl Marx’ın Das Kapital’ini okuyarak kendini yetiştirdiğini” iddia eder; tabi Il Duce’nin daha sonrasında Marksistleri ve diğer “ulus düşmanları”nı hapsetme ve sessizleştirme çabasını görmezden gelir. Yakın zamanda Ben Shapiro’nun How To Destroy America In Three Easy Steps [Üç Kolay Adımda Amerika Nasıl Yok Edilir?] isimli kitabı, bir yandan Marx’ın emek değer teorisinin “safsataları” hakkındaki eski klişeleri yeniden gündeme getirirken diğer yandan John Locke’u “mülk sahibi olmanın emeğe sahip olma fikrinin bir uzantısından başka bir şey olmadığını; ne zaman bir şeyi doğa durumundan alır, emeğimizi ona karıştırır, kendimize ait bir şeyi ona katarsak, o mülkü bize ait kıldığımızı” söyledi diye yüceltmenin ne kadar ironik olduğunu görmezden gelir.

Peterson, Rubin ve Shapiro’nun sıkı çalışmanın ve ateşli tartışmanın ne kadar önemli olduğuna dair klişeleri papağan gibi tekrarladığı düşünüldüğünde, Marx’ın fikirleriyle gerçekten hemhal olmaksızın onu eleştirme eğiliminin ne kadar gülünç olduğu görülür. Bu isimleri görmezden gelmenin kolay bir yolu, PragerU’da boy gösterirken benimsedikleri gevşek standartlara göre davrandıklarını ısrarla belirtmekle yetinmek olacaktır.

Ama ben biraz farklı bir yol izleyeceğim. Muhafazakarların Marx’ın çalışmalarını ciddiyetle ele almaktan kaçınmasının nedeni, Marx’ın kapitalizme eleştirel yaklaşması, din üzerine bazı polemik yaratan şeyler yazması ya da sınıf hiyerarşisinden dem vurması değildir. Bunun nedeni, Marx’ın yazılarının el üstünde tutulan muhafazakâr doktrinlerin derin tutarsızlıklarını gözler önüne sermesidir.

En göze çarpan örneklerden ikisi şunlardır: muhafazakarlarda görülen bir yandan geleneğin çöküşünden sızlanırken diğer yandan kapitalizmi övme eğilimi ve bir yandan kapitalizmi eleştirenleri paylamak için değişmez bir “insan doğası” fikrine başvururken, diğer yandan bireylerin çevrelerindeki gelenekler ve topluluklarla ilişkili olarak anlaşılmaları gerektiğini ısrarla öne sürmek.

Marx ve Dünyanın Baş Aşağı Edilmesi

 Burjuva üretim ve alışveriş ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, böylesine muazzam üretim ve ulaşım araçlarını büyüyle yaratmış olan modern burjuva toplumu, ruh çağırarak yeraltından çıkarttığı güçlere artık hâkim olamayan büyücüye benziyor.[1]

 Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto

John Locke gibi liberal kapitalizmin erken savunucuları, çoğunlukla tarih-dışı terimlerle yazmışlardır. Modernitenin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan birey türleri ve piyasa ilişkilerinin her zaman mevcut olduğunu, dünya ve insan doğası hakkında zamansız gerçekleri yansıttıklarını iddia ettiler. Ancak Kant ve daha sonra Hegel gibi teorisyenlerle birlikte, liberal kapitalist toplumların radikal yenilikleri hakkında eleştirel düşünmeye başlandı.

Bu düşünürlerin çoğu için söz konusu yenilik kutlaması gereken bir şeydi. Kant, 1784 yılında yayımladığı “What Is Enlightenment?” [Aydınlanma Nedir?] isimli makalesinde, insanlığın “kendi yarattığı erginleşememe halinden uyandığını ve nihayet dünyayla özgür ve rasyonel varlıklar olarak yüzleştiğini” ifade etti. Hegel bu durum karşısında daha eleştireldi, on sekizinci yüzyılda ortaya çıkan devrimci bireyciliğin, güçlü kurumlarla ve anlamlı sosyal ilişkilerle ıslah edilmesi gerektiğini savundu (Roger Scruton gibi Sağ-Hegelciler daha sonra bu fikri alarak ona muhafazakâr bir ışıltı katacaktı).

Marx, liberal-kapitalist modernitenin coşkusunu ve kaygısını aynı anda duydu. Genç-Hegelci günlerinden itibaren, yeni doğmakta olan liberal kapitalist düzeni otoriter seleflerine göre muazzam bir gelişme olarak açıkça övdü, her ne kadar bunun yerini illa daha yüksek bir toplum biçiminin alacağını düşünmüş olsa bile. Ancak Marx, liberal kapitalizmin geçmişten nasıl bir radikal kopuş olduğunu takdir etmemiz gerektiğinde ısrarcıydı.

Sanayi Devrimi’nin ortasında ve Avrupa Emperyalizmi çağında yazan Marx, insanların şehre gitmesiyle eski kırsal cemaatlerin nasıl da kuruduğunu yazıyor; kapitalizmi, burjuvaziyi “gezegenin tüm yüzeyine” yayan “durmaksızın genişleyen bir pazar” olarak tasvir ediyordu. Marx, toplumda Mammon[2]’a yönelik uyanan hürmeti vurgulamak için inanç dilini neşeyle tersine çevirerek eski zamanların dini bağlılığının yerini almakta olan yeni “meta fetişizmi” kültürünü eleştirdi.

Marx, bir yandan bu gelişmelerin birçok açıdan özgürleştirici olduğunu düşünürken, söz konusu değişikliklerin aynı zamanda felaket olduğunu, “sabit, hızlı donmuş ilişkileri” — gerekirse cebren— dünyayı sermayenin suretinde dönüştürmek için yıktıklarını vurgulamıştır. Kapitalizm, toplumun her yönünü sürekli olarak beklenmedik ve bazen korkutucu yollarla dönüştüren devrimci bir üretim tarzıydı. Geleneğin düşmanıydı.

Daha önceki muhafazakâr düşünürler, kapitalizmin sarsıntılarına karşı daha sonraki kuşakların pek çoğundan daha duyarlıydı, kapitalizmin dünyayı alt üst etme şeklini kınadılar ve aşkın ya da kahramanca erdemlerden ziyade tüketim ve zenginliğe odaklanan hoyrat bir burjuva kültürü oluşturdular. Ancak Shapiro gibi daha sonraki yazarlar, genelde bu sorunları görmezden gelerek bir yandan kapitalizme yönelik her eleştiriyi ütopik ya da Marksist deyip başlarından savarken diğer yandan kentleşmenin, sekülerleşmenin ve bariz tüketimin normalleştiği bir dünyaya dehşetle bakıyorlar.

Marx’ı okuma zahmetine girip özümseselerdi, muhtemelen bu kadar şaşırmazlardı. Onun savunduğu esas nokta şuydu: “Katı olan her şeyi buharlaştıran” ekonomik sistemi desteklerken aynı zamanda gerileyen gelenekselliği kınayamazsınız. Sosyal değişim için seçkin üniversitelerdeki kültürel elitleri ve akademisyenleri suçlamak, yangın çıkardı diye dumana sövmek gibidir.

İnsan Doğası ve Tarih

 Muhafazakâr düşünürlerin bir başka argümanı Marx’ın “insan doğası teorisi”ni reddetmeleridir: Marx ya insanın kötülük ve bencillik kapasitesi konusunda tehlikeli derecede saftı – ki bu da ideal sınıfsız toplumun pratikte neden iflas ettiğini gösterir- ya da insan doğasının olmadığına, ütopik planlamaya kendini adamış yeterince rasyonel ve güçlü bir devlet tarafından yapılabilecek ve yeniden yaratılabilecek sonsuz esneklikte varlıklar olduğumuza inanıyordu.

Bu iddiaların her ikisi de anlamsız. Doğa tarafından belirlenen “türsel varlıklarımız” hakkında ilk derin düşünme faaliyetlerinden, tanınma ve statü arzumuzun “meta fetişizmini” nasıl teşvik ettiğine dair daha sonraki psikolojik düşüncelerine kadar Marx ikiyüzlülük, zulüm ve hedonizm potansiyelimiz hakkında ne ütopik ne de naifti. Marx’ın yenilikçi olduğu yer, çevremizdeki tarihsel ve ekonomik koşulların benlik duygumuzu ve davranışlarımızı şekillendirmede nasıl önemli bir rol oynadığını göstermekti.

Bu ise tamamen tarihsel bağlam tarafından belirlendiğimiz anlamına gelmez. Ancak Marx, doğduğumuz tarihsel ve ekonomik koşulların hepimizin başa çıkması gereken başlangıç noktası olduğunu iddia etti. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i eserinde ortaya koyduğu gibi: “İnsanlar tarihlerini kendileri yapar, ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.”[3]

Bu argümanın bazı kısımları aslında birçok muhafazakarın ilgisini çekmelidir. Edmund Burke’den Roger Scruton’a kadar sağcıların yaygın bir şekilde şikâyet ettiği şey, radikallerin insanları tamamen atomize bireyler olarak anlaşılabilen tarih-dışı varlıklar olarak tasvir etmeleriydi. Bunun yerine, bütün insanların, tarih boyunca kilise ve mabetler, uluslar, hatta giderek daha da opak bir hal alan “Batı Toplumu” gibi kurumlar vasıtasıyla şekillenen kutsal geleneklerle ve ahlakla topluluk katmanlarına gömülü olduğunu vurgulamıştır. Bu “küçük tugaylar” kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü ve neye inandığımızı etkiler.

Muhafazakârlar genelde bu tarihi toplulukların önemini görmezden gelmenin yalnızca felakete yol açabileceği konusunda ısrarcı olmuşlardır. Marx bunu kesinlikle kabul ederdi. Ancak kim olduğumuzu ve neye inandığımızı derinden şekillendiren tarihsel olarak farklı bir ekonomik sisteme de gömülü olduğumuzu ekleyecektir.

İşte bu noktada, insan davranışını ve toplulukları anlamak için tarihsel ve kurumsal bir mercek tutmakta ısrar eden aynı muhafazakâr yorumcuların çoğu, dindar ve tarih-dışı insanlar haline gelir. Kapitalizmin basitçe insan doğasından kaynaklandığını, her zaman var olduğunu ve bu nedenle hep var olması gerektiğini; onu değiştirmeye dönük her türlü çabanın, balıkların bisiklet sürmeyi talep etmesi gibi kesin bir surette felakete yol açacağını ısrarla savunurlar. Ben Shapiro’nun şu ifadesi çarpıcıdır:

“Hayır, Marx haklı değildi. Fakat sol, onu asla bırakmayacaktır çünkü insan doğasına dair dini görüşe tek gerçek alternatifi o sunar: insan boş bir levha ya da kurtuluşu bekleyen bir melek değil büyük şeyler yapabilen kusurlu bir varlıktır. Böyle büyük şeyleri başarmak zor iştir. Kendimizi bireysel düzeyde değiştirmek zor iştir. Toplumun kötülükleri hakkında konuşmak ise kesinlikle kolaydır.”

Ancak kapitalizm, dini sistemler de dahil olmak üzere diğer tarihsel olarak olumsal sistemlerden ne daha fazla ne de daha az doğaldır. Tarihte ortaya çıkan şey yine tarihte değişebilir ve başka bir küresel durgunluğa doğru ilerlerken bazı büyük değişikliklerin zamanı gelmiş gibi görünüyor.

Marx Daha İyi Eleştirileri Hak Ediyor

 Marx’ın filozofların dünyayı sadece yorumladığını ama meselenin aslında onu değiştirmek olduğunu ifade eden önermesi meşhurdur. İronik bir biçimde, Marx’ın -iyi veya kötü- yorumları dünyayı gerçekten de değiştirdi, hem devrimci hareketleri hem de tiranları etkiledi. Bu, onun entelektüel kişiliğinin etkileyici gücünü ve Marksist teorinin analitik kapsamını kanıtlamaktadır. Marksizmin temellerini doğru bir şekilde anlamak, kapitalizmin geleceğine ve içinde bulunduğumuz çağı şekillendiren politik antagonizmalara dair sağlam tartışmalar için önemlidir.

Muhalifleri için de Marx’ı etkili bir biçimde eleştirmek için onu doğru anlamak ön koşuldur. Sağ kanattaki -özellikle siyasette- pek çok yorumcu, nüansları ve spesifik noktaları görmezden gelerek veya küçük görerek Marx’ı olabildiğince bir kenara atmaya kararlı görünüyor. Ayrıca kendi kutsal ayetlerini işlerine hiç gelmeyecek şekillerde bozan Marksist dersleri de bir kenara atarlar.

Marx daha iyi eleştirileri hak ediyor ve onun karmaşık mirasıyla ilgilenen bizim gibi solcuların onun daha iyi eleştirilmesini umut etmeleri lazım.


Jacobin dergisinde yayımlanan yazıyı, Bartu Şanlı Türkçe’ye çevirdi, Öznur Karakaş ve Koray Kırmızısakal çeviriyi redakte etti.


[1] Komünist Manifesto’ya ait bütün çeviriler, Tanıl Bora’nın çevirisinden alınmıştır. (ç.n.) Bkz. s.58, 2018.

[2] Aramcada para kazanma hırsı anlamına gelen bir sözcük olmasının yanı sıra, İncil’de kötülükle birlikte zenginliği simgeleyen mitolojik karakter. “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem de paraya (mammon) kulluk edemezsiniz!” (Matta: 6/24) https://incil.info/kitap/mat/6 [ç.n.]

[3] Erkin Özalp’in Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i çevirisinden alıntılanmıştır [ç.n] Bkz. Karl Marx, Fransız Üçlemesi, çev. Erkin Özalp, s.149.


 

Exit mobile version