Michael Heinrich, Karl Marx üzerine birçok ciltten oluşan büyük bir biyografinin yazarıdır. İlk cilt Marx’ın doğumunun 200. yıldönümüne denk gelecek şekilde 2018’de yayımlanmıştır ve yakın zamanda İngilizceye çevrilmiştir. Heinrich’in Marx üzerine araştırmaları, Marx ve Engels’in el yazmalarının Marx-Engels-Gesamtausgabe’de toplanması projesiyle aynı zamana denk gelmiştir. Değer Bilimi [Die Wissenschaft vom Wert – 1991] adıyla yayımlanan doktora tezinde, Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin yanı sıra daha geniş klasik ve neo-klasik politik ekonomi teorileri gelenekleriyle de ilgilenmiştir. Heinrich ayrıca Kapital ve ekonomi politik üzerine yorumlar ve girişler yazmış; Marx’ın Kapital’deki teorileri üzerine son dönemde Anglofon tartışmalara da katılım göstermiştir.
Bu biyografiyi hangi teorik nedenlerle yazdığınızdan bahsedebilir misiniz? Sizin için Marx’ın teorik çalışmalarının anlaşılmasında biyografi temel bir rol oynuyor. Yirminci yüzyıl boyunca Marksist teori üzerine tartışmalar aynı zamanda Marx’ın biyografisi ve entelektüel gelişimi üzerine tartışmalar gibi görünüyordu. Bu sizin anlatınıza nasıl yansıdı?
Bunu yapmak için birkaç nedenim var. İlk neden önceki teorik çalışmalarımdan kaynaklanıyor. Yakında nihayet İngilizce olarak yayımlanacak olan Değer Bilimi‘ni (1991) yazarken yalnızca Marx’ın politik ekonomi eleştirisini sunmakla kalmadım. Aynı zamanda Marx’ın entelektüel gelişimini sorguladım. ‘Marx’ın entelektüel gelişiminde politik ekonominin eleştirisine yol açan şey neydi?’ sorusunu sormak, yani Marx’ın entelektüel gelişimini dikkate almak çalışmalarımda en başından mevcut olmuştur. Bu konuyla ilgili belli bir noktaya kadar Marx’ın biyografisine de değinmek zorundaydım. Örneğin, bir sürü teorik soru için Marx’ın mektuplarını kullanmak durumunda kaldım. Ancak mektup yayımlanmış bir metinden çok farklı bir şey. Bir mektupta her zaman bu mektup kime yazılmış diye sormanız gerekiyor. Marx burada fikirleri hakkında gerçeği söylemekte ne kadar özgürdür? Sadece bir yayıncıyı bir projeye ikna etmeye mi çalışıyor yoksa bir yoldaşıyla mı konuşuyor? Mektuplarla ilgili bu soruları yanıtlamak için zaten biyografik bir bağlama ihtiyacınız var. Bu nedenle biyografik bağlam çalışmamda her zaman mevcuttu ancak o zamanlar bunun tam olarak farkında değildim.
Özellikle son birkaç yılda Marx üzerine yeni biyografik eserler yazıldığını görüyoruz. Bunlar Marx’ı tarafsız bir şekilde sunuyor gibi görünüyor. Soğuk Savaş döneminde böyle bir yaklaşım gerçekten var mı yok mu görmek oldukça kolaydı: Marx’ı kişisel olarak lanetleyen anti-Marksist biyografiler ve onu göklere çıkaran evliyaname şeklinde biyografiler vardı. 1990’lardan bu yana temelde şunu söyleyen yeni biyografiler ortaya çıktı: “Evet, Marx önemli bir insandı, biz onun hayatına bakmaya çalışıyoruz ve belki eserleri hakkında da bir şeyler öğrenebiliriz”. Hiç de tarafsız olmadıkları halde tarafsızmış gibi davranıyorlar. Hala önyargılılar ama sunumlarını daha sofistike bir şekilde yapıyorlar.
Biyografi yazımı bugün Soğuk Savaş döneminde olduğundan çok daha büyük bir siyasi role sahip. Dediğim gibi, Soğuk Savaş sırasında her şey açıktı ancak şimdi o kadar görünür değil. Yakın zamanda yazılmış üç biyografiden bahsedeceğim: Francis Wheen, Jonathan Sperber ve Gareth Stedman Jones[1].
Francis Wheen’inki iyi yazılmış bir kitap ve asıl derdi Marx’ın özel hayatını sunmak. Ancak bahsettiği detayların büyük bir kısmı uydurma. Bir sürü peri masalı anlatıyor ve bu peri masallarını anlatırken ciddi önyargılara sahip. Jonathan Sperber’e gelince, kullandığı kapsamlı malzemeye bakılırsa yayımlandığı zamanki en iyi temellendirilmiş biyografi gibi görünüyordu. Kendisi bir tarihçi olduğu için çok fazla dipnot kullanıyor. Her küçük detayın kaynaklar tarafından kanıtlandığını düşünüyorsunuz[2] ancak kaynaklarını kontrol ettiğinizde durumun her zaman böyle olmadığını görmek mümkün. Bu kaynaklar Sperber’in söylediklerini her zaman kanıtlamıyor. Ayrıca yine belli bir taraflılık söz konusu. Buna rağmen, Sperber’in giriş bölümünde ne yapmak istediğini çok açık bir şekilde ifade etmesini olumlu buluyorum. Marx’ın bir on dokuzuncu yüzyıl insanı olduğu ve bugün bize söyleyecek bir şeyi olmadığı yönündeki görüşünü açıkça ifade ediyor. Bu görüşe katılmasam da dürüstlüğüne saygı duyuyorum. Gareth Stedman Jones bu konuda o kadar açık değil ama bence o da benzer bir şey yapıyor[3]. O da Marx’ı on dokuzuncu yüzyıla geri koymanın peşinde.
Bu tür biyografiler genelde teorik metinlerden çok daha etkilidir.
Teorik metinler çoğunlukla küçük bir uzman grubu tarafından okunmakla kalır. Bu uzmanların tartışmaları da yine dar çerçeveler içinde gerçekleşir. Ancak biyografiler çok daha geniş bir kitleye ulaşabilir ve mesajlarını çok uzaklara taşıyabilirler. Biyografi yazmamın bir diğer nedeni de buydu: tüm bu masallarla hesaplaşmak ve Marx’ın metinlerini politik olarak tartışmak için alanı temizlemek önemliydi. Bununla sadece hepimizin bildiği önemli metinleri değil, aynı zamanda daha az bilinen gazetecilik metinlerini, not defterlerini ve siyasi eylemlerini de kastediyorum.
Sperber gibi Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl dinozoru olduğunu iddia eden biyografi yazarlarının argümanları kapitalizmin yapısal dinamiklerini anlamaktan şüphesiz yoksun. Bir anlamda, kapitalist üretim tarzının yapısal dinamikleri yerine onun illüstrasyonlarına kanıyorlar. Marx’ın çalışmalarını, Kapital‘in ilk Almanca baskısına yazdığı Önsöz’de de belirttiği gibi aslında sadece örnek olarak kullanılan on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’si imgesine indirgiyorlar.
Ben olsam bu kadar acele etmezdim! Bu önsözü kullanarak Marx’ın İngiliz kapitalizmini analiz etmekten başka bir şey yapma iddiasında olduğunu söyleyebiliriz. Marx bu meseleyi kapitalizmin tarihsel gelişiminin sunumu değil teorik [yani mantıksal] bir gelişme olarak sunmak istiyordu. Marx’ın “kapitalist üretim tarzının iç örgütlenmesinin ideal ortalamasını sunmak[4]” istediğini yazdığı 3. cildin el yazmalarından alıntı yapmayı hep sevmişimdir ama yukarıda da belirttiğimiz üzere bu sadece Marx’ın iddiasıdır. Bu iddiayı gerçekleştirmeyi başarıp başaramadığını tartışabiliriz. Belki de bunu istiyordu ama yine de İngiliz kapitalizmine takılıp kalmıştı. Ancak durum böyle olsaydı da yaptığını ayrıntılı olarak tartışmamız gerekirdi.
Fakat, Stedman Jones’da olduğu gibi Sperber’da da Kapital‘in oldukça yüzeysel bir şekilde ele alındığını söyleyebilirim. Sperber’ın tutumu Marx’ın teorisinin Ricardo’nun teorisi üzerine Hegel diyalektiğinin eklenmesinden ibaret olduğu yönündedir. Bu eski bir önyargıdır. Yirminci yüzyılın başında bile bu argümanı duymak mümkündü. Öte yandan bugün elimizde Marx’ın daha pek çok metni var; yani politik ekonomi eleştirisi üzerine, eleştiri kavramının anlamının ya da değer kavramının anlamının ele alındığı birçok tartışma var. Sperber bunların neredeyse tamamını görmezden geliyor, Stedman Jones da öyle.
Örneğin Stedman Jones, Marx’ın Kapital‘de başarısız olduğunu söylemekte acele ediyor. Neden başarısız olmuş? Stedman Jones’a göre Marx Kapital‘de evrensel bir teori sunmak istemiş ve bunu başaramamış. Ancak Stedman Jones’un Marx’a atfettiği bu iddia Kapital‘den çok Grundrisse’den alınmıştır.
Burada ihtiyatlı olmalıyız. Marx’ın amacı gerçekten bu muydu? Marx’ın gelişiminde neler değişti? Stedman Jones’a göre, Grundrisse ve Kapital temelde aynı, dolayısıyla birinden alıntı yapmak ile diğerinden alıntı yapmak arasında bir fark yoktur. Ama ben Grundrisse ile Kapital arasında epistemolojik bir fark olduğunu söyleyebilirim. Zaten meselenin kendisi, yani Marx’ın kendi terimleriyle aslında neyi iddia ettiği, teorinin ne kadar evrensel ya da evrensel olmaması gerektiği zor bir soru. Bu konular öncelikle tartışılmalı ve verilen cevaplar bu kadar kolay kabul edilmemeli.
Biraz da MEGA [Marx-Engels-Gesamtausgabe] hakkında konuşalım. İngilizce konuşulan dünyanın üstün bilimsel hassasiyetle tamamladığı elli ciltlik Marx ve Engels Toplu Eserleri [MECW] ile şu anda Alman dünyasında MEGA yayınlarının gerçekleştirdiği şey arasında bir kopuş var (Fransa’da ise böyle bir koleksiyon yok). MEGA’nın bundan sonraki yayınları geleceğe yönelik yeni bir tartışma alanı yaratıyor ve biyografinizi bu yayınlardan doğacak tartışmalara en azından bir ön hazırlık olarak görüyorum. Bu beklenti ise Marx hakkında zaten her şeyin yazıldığını ve güneşin altında yeni bir şey olmadığını öne süren yaygın fikre oldukça ters düşüyor.
Vurguladığınız son nokta gerçekten de çok hoş. Buna zaman zaman rastlıyoruz. 1920’lerde dahi(!) biri Marx üzerine tez yapmak istediğinde profesörlerinin, “Marx üzerine mi? Marx hakkında her şey zaten yazıldı! Başka bir konu seç,” demesi gibi. Oysa tuhaf olan şey Marx’ın yazılarının o zamanlarda bile daha tam olarak bilinmiyor olmasıydı. Örneğin yirminci yüzyılda her nesil farklı bir Marx tanıdı çünkü farklı el yazmaları farklı zamanlarda yayımlanıyordu.
Genç Marx’ın yazıları 1920’lerin sonunda ve 1930’ların başında yayınlandığında insanlar “artık Marx’ın tamamını biliyoruz! Bir yanda yaşlı Marx diğer yanda genç Marx var!” diyorlardı. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Grundrisse yayınlandı. Onun daha geniş bir okuması ise ancak altmışlı ve yetmişli yıllarda başladı ve insanlar yine “Ah şimdi genç ve yaşlı Marx arasındaki bağlantıya sahibiz! Nihayet Grundrisse ile Marx’ın tamamına ulaştık” demeye başladılar.
Peki MEGA’yı ne takip etti? Sadece iktisat alanından kısaca bahsetmek gerekirse, yetmişli yılların sonunda 1861-63 yıllarına ait el yazmalarının tamamı (Artı-Değer Teorileri bunun sadece bir parçasıdır), doksanlı yıllarda ise üçüncü cildin orijinal el yazmaları ve on beş yıl sonra da ikinci cildin orijinal el yazmaları yayımlandı. Şimdi ise her gün yeni bir defterin yayımlanmasıyla birlikte tekrar tekrar Marx’ın araştırma sürecinin yeni alanlarına giriyoruz.
Burada bir başka önemli nokta daha var. MEGA metinlerinde, diğer toplu eser projelerinden farklı olarak metinler orijinal halleriyle yayımlamaktadır. Bu durum daha önce hiç yaşanmamıştı. Mesela Ekonomik-Felsefi El Yazmaları‘nı ve oradaki Hegel felsefesi ve diyalektiğinin eleştirisi üzerine olan ünlü bölümü düşünün. Bu bölüm orijinal metinde hiç var olmamıştı! Hegel’i ele alan birtakım paragraflardan oluşan bir derlemeydi. Editörler onu bir bölüme dönüştürüldü. Yani onları derleyip toplayan Marx’ın kendisi değildi.
MEGA tam olarak tamamlandığında, ki bu en az on beş yıl daha sürecek, “şimdi ilk kez gerçekten eksiksiz bir Marx’a sahibiz” diyebiliriz. Elbette bu bile Marx’ın tamamı olmayacak çünkü şimdiye kadar yazdığı her şeyi içeremeyecek. Elimizde büyük boşluklar var. Birçok mektuptan yoksunuz. Bir dizi taslak eksik. Ama yine de şu anda mümkün olduğu ölçüde eksiksiz olacağını söyleyebilirim. Sonra yakında Marx’ın 1870’lerde Kapital‘i yeniden yazmaya hazırlandığı ekonomi defterleri nedeniyle Kapital‘le ilgili olarak yeni bir tartışma başlayacak. Kapital, 100 yılı aşkın bir süredir okuduğumuz haliyle bize Marx’ın düşüncesinin tam bir resmini vermiyor. Örneğin üçüncü cilt 1864-65 yıllarında yazılmış bir el yazmasına dayanıyor ancak Marx kredi, kriz ve kâr oranı üzerine araştırmalarını 1865’ten sonra da sürdürmüştü. Bu araştırma bugün çoğumuzun okumakta olduğu metne dahil edilmemiştir.
Marx temsillerinde entelektüel gelişimine ilişkin teleolojik görüş ile teorik keşiflerinin ve siyasi mücadelelerinin önemini vurgulayan görüş arasında bir çatışma var. Marx’ın süregiden teleolojik okumalarına karşı tutumunuz nedir?
Biyografilerde teleoloji, tek tek bireylerin hayatında var olan olumsallık anlarını göz ardı eden oldukça zayıf bir geriye dönük inşadır. Benim araştırma programım ise biraz daha farklı. Öncelikle Marx’ın teorik başarılarını ve yazılarını bir bağlama oturtmamız gerekiyor. Kapital genellikle çağdaş bir kitap olarak okunur. Elbette içinde bulunduğumuz çağa temas eden bir sürü yanı var ancak çağdaş bir kitap olduğunu söylemek doğru olmaz. Kapital‘in pek çok bölümü Marx’ın kendi çağdaşlarına ateş püskürdüğü siyasi bir bağlama sahiptir. Örneğin, değer-formu ve para analizinde, yani Kapital‘in birinci cildinin ilk üç bölümünde, Marx’ın Proudhonculuk karşıtı bir teori sunduğunu da görürüz. Marx bunu daha 1859’da ” Politik Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı ” adlı eserinde de yapmıştır.
Ancak 1860’ların başında Marx, Bailey’nin Ricardo eleştirisini okuyarak ilk yaklaşımının zayıflığını fark etmiştir. Dolayısıyla Kapital‘deki değer-formu ve para analizinde üç ayrı cephenin kesiştiğini görürüz: Ricardo eleştirisi, Bailey savunusu ve Proudhon’a saldırı. Elbette Marx kapitalizmde değer ve parayı analiz etmek ister ancak bunu kendi döneminin belirli bilimsel ve siyasi tartışmalarında, daha doğrusu kendisinin ciddi olarak kabul ettiği tartışmalarda temellenen belirli bir çerçevede yapar. Biyografik çalışmamda yapmaya çalıştığım ilk şey Marx’ın analizini daha iyi anlayabilmek için bağlama bir göz atmak.
İkinci olarak, Marx’ı en geniş anlamıyla bir kişi olarak görmeliyiz. Metinlerini okurken o bizim için bir teorisyendir, genellikle teorik argümanlarının mantığına odaklanırız. Ancak Marx aynı zamanda on yıllar boyunca gazetecilik de yapmıştır. Yüzlerce gazete makalesi yayımladı. Aynı zamanda siyasi bir aktivist ve zamanına göre farklı derecelerde bir militandı. Bazen çok aktifti, aktivizmi için sınırlı imkanların olduğu başka zamanlarda ise oldukça sessizdi. Ancak aktivizm onun için hep mevcuttu. Bu üç özelliği bir araya getirmek zorundayız: Teorisyen Marx, gazeteci Marx ve militan Marx. Biyografideki temel amacım da buydu, bu üç parçayı bir araya getiren yeni bir Marx görüşüne katkıda bulunmak.
Bize Marx’ın anlaşılmasına getirdiğiniz yeniliklerden bahsedin. Örneğin Marx’ın erken dönem gelişimi ile Hegel’in felsefesi arasındaki ilişki hakkında siz neler keşfettiniz?
Marx’ın erken dönem yazılarında gerçekten ilginç yeni özellikler olduğunu düşünüyorum. Bulduğum bu yeni özellikler Hegel ve Marx arasındaki ilişkiye dair eski yargıları sorguluyor. Bence bu ilişki, sadece Marx’ta değil Hegel’de de genellikle varsayıldığından çok daha karmaşıktır. Birçok Marksistin uzun süredir sahip olduğu Hegel resmi son derece basitleştirilmiş bir resim. Belirli bir ilişkiyi anlamak istediğinizde ve ilişkinin bir kutbu aşırı derecede basitleştirildiğinde ilişkinin tamamını asla anlayamazsınız. Bu nedenle Hegel ve Marx’ın yararlandığı diğer kaynaklarla çok fazla meşgul olmak zorunda kaldım.
Lütfen bu konuda biraz daha ayrıntıya girin. Örnek verebilir misiniz?
Hegel hakkındaki geleneksel görüş şu şekildedir: Hegel bir idealisttir ve sözde Alman İdealizminin ana temsilcilerinden biridir. Walter Jaeschke’nin “Alman İdealizmi” etiketinin gerçekte ne zaman ortaya çıktığını sorgulayan 2000 yılında yayımlanan güzel bir makalesi var. Cevabı: 1860’larda! Yani bu terim Alman felsefe tarihi yazımı tarafından oluşturulmuş bir kurgudur! Biyografik çalışmam için 1840’ların iki ansiklopedisini kullandım. Her ikisi de Kant ve Fichte’nin idealist olduğunu ama elbette Hegel ve Schelling’in idealist olmadığını savunuyor. Uzun zamandır kanıksanmış olan bu materyalizm-idealizm ilişkisini gerçekten yeniden düşünmeliyiz.
Biyografimin ilk cildinde Marx’ın doktora tezini ele alıyorum. Geçmişte bu tezin hala idealist olup olmadığı ya da ne kadarının materyalist olduğu konusunda pek çok tartışma oldu. Soruyu bu şekilde sormanın materyalizmin idealizmle ilişkisi hakkında coğrafi bir metafora dayanan bir fikri varsaydığını söyleyebilirim. Sanki idealizm ve materyalizm diye iki şehir var da bir şehirden diğerine seyahat ederken soruyorsunuz, ne kadar mesafe kat ettik? Materyalizm ve idealizm kavramlarının alışılagelmiş kullanım biçimlerini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.
Din ve felsefe ilişkisi Hegel’in çalışmalarında, Genç Hegelcilerin alımlanmasında, ardından Marx’ın müdahalelerinde ve Bruno Bauer ile ilişkisinde nasıl bir rol oynamıştır?
Dinin felsefeyle ilişkisi 1830’larda yaygın olarak tartışılan bir konuydu. Marx da bir öğrenci olarak bu ortamda yetişmiş ve kendi görüşlerini bu ortamda geliştirmiştir. Din ve felsefe üzerine yapılan tartışmalar temelde politikti. Bu çok önemli bir noktadır. Bazen din tartışmasının sadece siyasi tartışmanın kılık değiştirmiş hali olduğunu okursunuz; yani, siyasi bir eleştiri yapmaya cesaret edemediğinizde işe din eleştirisiyle başlarsınız.
Ancak bu görüş tamamen yanlıştır. Din eleştirisi kendini Hıristiyan olarak tanımlayan bir devlette oldukça siyasi bir meseleydi ve burada Hristiyanlık öyle genel kültürel anlamıyla değil devlet tarafından organize edilen Protestan Hıristiyanlık anlamında ele alınıyordu: mesela rahipler aynı zamanda devlet memurlarıydı. 1840’lardaki siyasi eleştiri ise bu tartışmaların başarısızlığının bir sonucuydu.
Genç Hegelciler başlangıçta ilerici bir devlet olarak gördükleri Prusya devletine yardım etmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Prusya devleti onların yardımını kabul etmedi. Aksine, gerici dini grupların müttefiki haline geldi. Genç Hegelciler bu olay sayesinde devletin karakterine dair bir sürü şey öğrendiler. Dolayısıyla demek istediğim farklı düzeylerde de olsa din ve siyaset arasında çok sıkı bir bağ olduğudur. Din üzerine yapılan tartışmalar kendi içlerinde politiktir. Bu tartışmaların bir boyutu böyleydi. Genç Hegelcilerin bu tartışmalar boyunca yaşadıkları öğrenme süreci ise konunun bir diğer boyutu.
Hegel’de bu konuların yeri çok ilginçtir. Acaba din onun felsefesinde nasıl bir rol oynamıştır? Mantık ya da Tinin Fenomenolojisi gibi temel felsefi eserlerinde, felsefe ve dinin aynı içeriğe sahip olduğunu ve sadece sunum biçiminde bir farklılık olduğunu savunur. Ancak Hegel bir form, yani bir biçim teorisyeni olduğu için bu argümana baştan şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir. Biçim farklılıkları Hegel için çok önemlidir ve buna rağmen burada “Ah, bu sadece bir biçim farklılığıdır” diyor.
Sizce bu ne anlama geliyor?
Muhafazakârlar 1830’larda Hegel’i, bunu açıkça söylemeye cesaret edemese de gizli bir din düşmanı olmakla suçladılar. Onlara göre Hegel dini felsefenin içinde eritmişti. Öte yandan Hegel aynı zamanda dinle çok fazla uzlaşmak ve felsefeyi dine dönüştürmekle de suçlandı. Daha sonra, ki bunu ikinci cildimde ele alacağım, Hegel’in din felsefesi üzerine el yazmalarını düzenleyen Bruno Bauer geldi ve Hegel’in hareketinin bir tür çifte örtme olduğunu savundu. Hegel önce kendisini gizli bir panteist olarak sunar ve bu farklı yorumlara yol açar. Ancak Bauer’e göre Hegel özünde bir ateisttir. Bauer bazı açılardan muhafazakârlarla hemfikirdi ancak onlar için Hegel’e karşı bir eleştiri olan şey Bauer için Hegel’in bir erdemiydi.
Peki ya Hegel’in Fenomenoloji‘de ortaya çıktığı şekliyle Güzel Ruh üzerinden yaptığı Romantik gelenek eleştirisi ve Marx’ın Hegel’in felsefesine geçişi [Übergang]? Bu sorunu biraz daha açabilir misiniz çünkü Hegel’in güzel ruha yönelik eleştirisi ile Marx’ın Hegel’in fikirlerini benimsemesi arasındaki bağlantının pek kurulduğunu sanmıyorum.
Marx’ın Hegel felsefesine geçişi zor bir konudur çünkü buna tanıklık eden neredeyse hiçbir belge yoktur. Elimizde Marx’ın şiirleri ve babasına yazdığı, bir yandan şiir denemelerinden vazgeçtiğini, diğer yandan da Hegel’e yöneldiğini söylediği bir mektubu var. Bunun dışında Marx’tan hiçbir belge, mektup, günlük ya da üçüncü bir kişiye ait belge de yok. Bu nedenle çok temkinli olmak gerekiyor.
Demek istediğim, Franz Mehring’in yazdığı biyografiden başlayarak Marx’ın yeterince yetenekli olduğunu fark ettiğinden şiirsel girişimlerinden ve şair olarak kariyer yapma fikrinden vazgeçtiği şeklindeki yaygın anlatının açıkça yanlış olduğudur. Marx yetenekten hiç bahsetmez, sadece şiirlerinin kötü bir varlık anlayışının [Sein] karşısına iyi olması-gerekeni [Sollen] çıkarması anlamında idealist olduğundan bahseder. O bununla devam etmek istemedi ve bu ölçüde şiirlerinin felsefi bir eleştirisini formüle etti.
Bununla birlikte 1837 baharı ve yazında Marx Hegel’i okudu. İlk başta Hegel’i sevmedi, Schelling’in fikirlerinin yardımıyla Hegel’i reddetmek istedi ve bir alternatif formüle etmeye çalıştı. Ama günün sonunda Marx Hegel’den kaçamadı.
Her şeyden önce, bu iki olay arasındaki zaman çakışması dikkat çekicidir. Bu kesinlikle tesadüf olabilir. Fakat bir başka benzerlik Marx’ın kendi şiirlerinde kötü varlık ile olması-gereken arasındaki bu çatışmaya yaptığı eleştiride görülebilir. Aynı çatışma Hegel’in Romantiklere yönelik eleştirisinin önemli bir parçasıydı. Dediğim gibi, bu bir tesadüf olabilir. Ancak ben Marx’ın, Hegel’in bu Romantizm eleştirisini gerçekten okuduğunu ve bu eleştiriyi kendi şiirsel anlayışlarına referans verdiğini varsayıyorum. Özellikle Tinin Fenomenolojisi‘nden, o zamanın genç şair Marx’ına mükemmel bir şekilde uyduğunu düşündüğüm bazı pasajları da alıntılıyorum. Bunu gerçekten okuduğunu ve kendisiyle gerçekten şair bir güzel ruh olarak tartıştığını kanıtlayamam ancak bu eleştiriyi Hegel’den almış olması akla yatkın geliyor. Şiirsel fikirlerden vazgeçmek ve Hegel felsefesini kabul etmek tek bir sürece ait iki an gibi görünüyor. Benim yaptığım şey ise bunun nasıl olmuş olabileceğini anlatmak. Bu bir öneriden öteye geçemez çünkü elimizde bunu kanıtlayacak bir belge yok.
Bir varsayım için iyi bir zemin gibi duruyor.
Evet, bu bir varsayım ve belki de birilerinin tüm bunları farklı bir şekilde açıklayacak yeterince iyi argümanları vardır. Benim için sakıncası yok. Böyle bir tartışma yapmaktan memnuniyet duyarım. Marx’ın Kapital‘in önsözünün sonunda yaptığı gibi ben de her bilimsel eleştiriye açığız diyorum.
Bruno Bauer’e gelecek olursak, ‘benlik-bilinci’ meselesi kendi çalışmalarında ve Marx’ın tezinde oynadığı rol açısından oldukça ilginç görünüyor. Ama buna ek olarak Feuerbach’ın rolü, Hıristiyanlık eleştirisi ve Hegel ile ilişkisi de var. Bu dönemde Marx ve Feuerbach arasındaki resim neye benziyordu?
Marx ve Feuerbach arasındaki ilişkiyi biyografinin ikinci cildinde ele alacağım. Birinci ciltte daha çok Marx ve Bauer ile ilgilendim. Ancak sunumumda Marx biyografilerinde genellikle yapılandan oldukça farklı bir şey yaptığımı söylemeliyim. Genelde özellikle de başlarda Feuerbach ya da Bauer hakkında genel bir bilgi verilir. Marx’ın Bauer ya da Feuerbach ile ilişkisi sorusunu ortaya atmadan önce kişinin neredeyse tüm entelektüel gelişimini sunarlar.
Bu şekilde ilerlendiğinde çok önemli ayrıntılar kayboluyor. Ben Marx’a ve belli bir zamanda elinde ne olduğuna odaklanıyorum. İlk cildim Marx’ın doktora teziyle bitiyor ve bu çalışma için ne kullanabileceğiyle çok ilgilendim. Bu ilk ciltte Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü‘nü analiz etmedim çünkü bu eser ancak 1841 yazında ortaya çıktı. Marx doktora tezini o yılın ilkbaharında vermişti, dolayısıyla bu ünlü eserden etkilenmesi mümkün değildi. O dönemde Marx’ı sadece Feuerbach’ın Arnold Ruge’nin Yıllıklarında çıkan makaleleri etkilemiş olabilir. Bu nedenle sadece onları tartışıyorum. Aynı durum Bruno Bauer için de geçerlidir; ünlü Die Posaune des Jüngsten Gerichts über Hegel den Atheisten und Antichristen [Bir Ateist ve Deccal olan Hegel’e Karşı Mahşer Borusu: Bir Ultimatom] adlı eseri Ağustos 1841’de, Marx’ın Tezinden sonra yazılmıştır.
İkinci ciltte Marx’ın Bonn’de geçirdiği zamanı ve Ren Gazetesi’ne doğru attığı ilk adımları ele alacağım. Bu dönemde Feuerbach ve Bauer daha da önemli ilerlemeler kaydettiler, ben de bu etkileri tartışıyorum. Marx ve Bauer arasındaki bağlantı fazlasıyla değişkendir. Bauer ve Marx 1842’nin başlarından önce güçlü bir bağa ve ortak projelere sahipti ancak 1842 yılının sonunda bir ayrılık yaşandı: siyasi, bilimsel ve aynı zamanda kişisel bir ayrılık. Bundan sonra Marx’ın Ruge ve Feuerbach’a çok daha yakınlaştığını görüyoruz. Bu neden oldu? Bu süreci etkileyen şeyler nelerdi? Bunu ikinci ciltte tartışacağım.
Peki ya ‘benlik-bilinci’ konusu ve Marx’ın Tezinde Hegel’in Felsefe Tarihi ile ilişkisi, Stoacıların ve Antik Çağın geç dönem düşünürlerinin okunması?
Hegel’in Felsefe Tarihi Dersleri Marx’ın Tezi için önemli bir başlangıç noktasıydı ancak Epikür’ün Marx tarafından el üstünde tutulması zaten Hegel’in görüşlerinin açık bir eleştirisiydi.
Benlik bilinci [Selbstbewusstsein] kavramı çok önemlidir ancak farklı zaman dilimlerinde, aynı düşünür için bile çok farklı anlamlara gelir. Hegel’de onu çoğunlukla Fenomenoloji’de görürüz, biraz da Ansiklopedi‘de ama orada o kadar da önemli bir terim değildir. Fakat Hegel’in Din Felsefesi Dersleri‘nde çok daha önemli olur ve Hegel’in felsefesinin bu yönünün tartışılması 1830’lardaki tartışmalara damgasını vurduğu için bu kavram çok iyi bilinir hale gelir. Bauer ve diğer Genç Hegelciler daha sonra bu kavramı kullanırlar. Bauer’de özel bir şekilde gelişerek çok daha büyük ve kapsamlı bir kavram haline gelir.
Bauer’in Marx’ı nasıl etkilediğine dair bir tartışma da var. Acaba aynı benlik bilinci kavramını mı kullanıyorlardı? Aslında Bauer’de bile bu kavram zaman içinde aynı şekilde kullanılmamıştır. Marx’ın Tez’inde bu kavrama oldukça temkinli yaklaştığını söyleyebiliriz. Bu durum kavramın içini gittikçe daha fazla dolduran Bauer’in tam tersiydi. Ancak tezini tamamladıktan sonra Marx için bu kavram giderek daha az önemli hale geldi, ki bu da ikilinin arasındaki ayrılığın nedenlerinden biri olabilir. Fakat az önce söylediğim gibi çeşitli düzeylerde farkı görüşlere sahiptiler. Yani bu ayrılığın birden fazla nedeni vardı.
Tez’de Ruge’ye yöneltilen eleştirileri nereye koymalıyız?
Bu, Marx’ın Hegel’in felsefesini bazı siyasi baskılara ve siyasi durumlara uydurduğu fikrine yönelik getirdiği bir eleştiriydi. Bu çok yüzeysel bir suçlamadır. Marx için ilginç olan nokta felsefenin uyumlaştırılabilmesini mümkün kılan şeyin ne olduğudur. Kavrayışımızda daha derine inmek zorundayız. Durum bu olduğu ölçüde Tez’de henüz çok genç olan Marx’ın analitik yeteneklerinin bazı açılardan çok daha yaşlı ve deneyimli olan Arnold Ruge’unkilerden daha iyi olduğunu görürüz. Ancak bu teorik bir farktı ve çok keskin bir fark da değildi. Sanırım Ruge eleştiriyi okuma şansına sahip olsaydı buna katılırdı, ki bunu hiçbir zaman yapamadı çünkü eleştiri hayatı boyunca hiç yayımlanmadı. Ancak politik olarak Marx ve Ruge yakınlaştılar ve birlikte Alman-Fransız Yıllıkları‘nı kurdular.
Peki ya Tez’in siyasi yönü, örneğin Marx’ın bir tarafta liberalleri, diğer tarafta pozitif filozofları tartışması. Elbette bu Genç Hegelcilere ve ardından gelen bölünmelere bir gönderme değil.
Bu çok ilginç bir nokta. Marx, Genç Hegelciler ile Eski Hegelciler arasında bir ayrım yapmaz, ki bu benim de ilk ciltte sorguladığım bir farktır. Bu fark belki de Marx’ın zamanında da kullanılan terimlerle yapılmış olan bir kurgudan kaynaklanıyor. Ancak işler hiç de bu kadar net değil. Marx liberallerden bahsederken Genç Hegelciler olarak adlandırılanların bu liberal partiye dahil olduğunu düşünüyorum. Partinin kendisi elbette Genç Hegelcilerden ibaret değildi ve çok daha büyüktü. Eski Hegelciler olarak adlandırılanların bazıları da bir anlamda liberaldi. Marx’ın eleştirdiği diğer kutup olan pozitif felsefe ise Feuerbach tarafından iyi bilinen bir makalede kullanılan bir terimdi, bunlar belirli Hegelci kategorileri kullanırken bunu çok geleneksel bir dini düşünce biçimiyle birleştirmeye çalışan filozoflardı. Marx bu iki eğilimi de kendi dönemindeki tartışmalarda temel karşıt eğilimler olarak görmüş ve her ikisine de eleştirilerini yöneltmiştir. Bunu Marx’ın kendisini Genç Hegelci olarak tanımlamadığının bir göstergesi olarak da okuyabiliriz. Sanırım bu ilk yıllarda Genç Hegelciler ile kendisi arasında zaten bir mesafe olduğunu açıkça ortaya koymaya çalışmıştır.
Bu, geçmişte Marx biyografisi yazanlar tarafından yapılan birçok varsayıma ters düşmüyor mu?
Evet, bu çok baskın bir görüştü ve itiraf etmeliyim ki geçmişte ben de bu görüşü paylaşmıştım. Baskın varsayım, Marx’ın Berlin’de öğrenciyken Genç Hegelci olduğu, daha sonra belki de 1843’te Feuerbach’ın etkisi altında Genç Hegelcilerin bir eleştirisini geliştirdiğidir. Diğer birçok örnekte olduğu gibi, daha yakından ve daha ayrıntılı baktığınızda ve dönemin belgelerini araştırdığınızda, bu görüşün fazlasıyla basitleştirilmiş olduğunu öğreneceksiniz. Ben de çalışmalarım sırasında bunu tekrar tekrar öğrendim.
Ne kadar da Sokratik! Bilmediğini bilmek üzerine bir ders.
Birçok görüş çok basite indirgenmiştir. Onları sorgulamayı öğrenmeliyiz.
Bu anlatıyı reddederken, Marx’ın Genç Hegelcilerden uzaklaşması açısından bu kavrayışın ne tür siyasi sonuçları vardır? O dönemdeki Marx’a dair anlayışları nasıl değiştirir?
Bence bunun sonucu Marx’ın tipik Genç Hegelcilere katılmamış olmasıdır. Berliner Freien ile Marx’ın Ren gazetesinde yaptıkları arasında çatışmalar vardı. Bu çatışmaları anlamak Marx’ın 1841’de bile tam bir Genç Hegelci olmadığını, politik olarak onlardan epeyce uzakta olduğunu aklınızda tuttuğunuzda çok daha kolaydır. O zaman bu mesafenin sonraları daha da açıldığını görmek o kadar da şaşırtıcı olmaz. Eğer onun Genç Hegelci olduğunu söylüyorsanız, o zaman şunu sormak zorunda kalırsınız: “Peki, neden 1842’de gelişimi diğer birçok Genç Hegelciden farklıydı?” Olağan gerekçeler, “O siyasetle meşguldü ve bu boş spekülasyonlardan hoşlanmıyordu,” şeklindedir. Ancak bu hiç de tatmin edici bir argüman değildir. Buna rağmen pek çok Marksist söylemde böyle bahanelere rastlayabilirsiniz! Bir şeyler oluyor. Peki ama bu neden oluyor? Genel yanıt Marx’ın siyasetle meşgul olduğunu ve kavramların işe yaramadığını gördüğünü öne sürer! Oysa bu bir açıklama değil sorundur. Neyin işe yaramadığını gördü? Neden? Neden diğerleri bunu göremedi? Onlar da siyasetle meşguldü. Umarım sunumum bazı şeyleri biraz daha açıklığa kavuşturur.
Marx’a dair son derece bağımsız bir düşünür resmi çizilir. Neden? Hukuk eğitimi gibi düşüncesinin diğer yönleri geçmişte hafife alınmış gibi görünüyor.
Marx’ın hukuk eğitimi genellikle hafife alınır. Bu, 1859 tarihli Önsöz’de okuyucularına çok kısa bir otobiyografik taslak verdiği kendi portresinin bir sonucudur. Hukuk eğitimi aldığını ama asıl ilgisinin felsefe olduğunu söylediği için insanlar onun yoğun bir hukuk eğitimi almadığını düşünebilir. Ancak katıldığı derslere baktığınızda hukuku çok ciddiye aldığını ve özellikle 1842’de Ren gazetesi için yazdığı makalelerde ve daha sonra da hukuk eğitimi aldığını görebilirsiniz. Tartışmalarında kullandığı motifler iyi bir hukuk bilgisine sahip olduğunu ve bu bilgiyi iyi bir şekilde kullanabildiğini göstermektedir. Hatta Marx 1848’de devrim sırasında iki kez mahkeme önünde de tartışmıştır. Bir keresinde kendisi, bir keresinde de Yeni Ren Gazetesi devlet otoritesini sarsmakla suçlandı. Marx çok zekice bir yöntemle devlet tarafından yapılan suçlamanın aslında yasal çerçeveye uymadığını göstermek için hukuki argümanlarla siyasi argümanları birleştirdi ve her iki davayı da kazandı: yani bir avukat olarak yüzde yüz başarı oranına sahipti!
Sizce Marx’ın neden Marx olduğunu açıklamak için olumsal başlangıçlar, Marx’ın içine doğduğu dünya, Fransız Devrimi sonrası Ren Bölgesi, zamanın sosyal ve ekonomik bağlamı ne kadar önemlidir?
Marx’ın erken dönem etkilerini nasıl değerlendirdiğine dair hiçbir belgeye sahip olmadığımızı itiraf etmeliyiz. Elimizde Ren Bölgesi’yle ilgili pek çok çalışma, babasının faaliyetleri ve okuldaki öğretmenleri hakkında çeşitli belgeler var. Ancak Marx’ın kendisini neyin etkilediğini, ne gördüğünü ya da erken dönem gelişimini belirleyici bir şekilde neyin şekillendirdiğini anlattığı hiçbir günlük ya da mektup yoktur. İhtiyatlı olmamız gerekiyor.
Bir düşünün kendi biyografimize, bizi neyin etkilediğine, neden bu hale geldiğimize, neden solcu olduğumuza baktığımızda, çoğu zaman çocuklukta yaşanan olaylar vardır. Küçük bir çocukken, belki de sizi etkileyen bir öğretmeniniz ya da gözünüzü açan bir arkadaşınız ya da size ilham veren bir kitap vardır. Tüm bunlar belirli sosyal koşullar altında ve genellikle ancak çok daha sonra farkına vardığınız belirli bir söylemsel çerçeve içinde gerçekleşmiştir. Tüm bunların Marx için de geçerli olduğunu varsayıyorum. Yapmaya çalıştığım şey çevreyle, özellikle de Ren Bölgesi’nin özel koşullarıyla ilgili tüm bilgileri toplamaktı. Ren Bölgesi, yirmi yıl boyunca Fransızlar tarafından yönetildikten sonra Prusya’ ya katılan yeni bir eyaleti idi. Nispeten liberaldi ve vatandaşlar için yasal eşitlik vardı. Prusya’nın geri kalanı ise oldukça muhafazakârdı, hatta yarı feodaldi denebilir. Eğer Marx Berlin’de aynı ailede doğmuş olsaydı, bu onun için belirleyici bir değişiklik olurdu.
Marx’ın Yahudi kökenine gelince, diğerlerinin aksine Marx üzerinde gerçekten bir Yahudi etkisi olmadığını söyleyebilirim. Zaten babası Yahudilikten oldukça uzak, liberal ve Aydınlanma taraftarı biriydi. Genç Karl’ı da bu görüşleriyle etkiledi. Marx’ın okuldaki öğretmenlerinin çoğu da Aydınlanma ideallerini benimsemiş kişilerdi. Marx daha okuldayken daha sonra kayınpederi olacak olan Ludwig von Westphalen’i ziyaret etmişti çünkü Ludwig’in oğlu Edgar Marx’ın okuldaki en iyi arkadaşıydı. Ludwig von Westphalen de bu Aydınlanma çerçevesinin bir parçasıydı. Bu etkiyi ilk kez Marx’ın lise kompozisyonunda fark edebiliriz.
Bununla birlikte Yahudilerin durumu hakkında da yazıyorum çünkü ailenin vaftiz edilmesinin bazen literatürde ciddi bir odak noktası olduğunu görüyoruz ancak Marx’ın zamanında vaftize anlam veren sosyal koşullar genellikle ihmal edilir. Yahudi kültürü ve antisemitizm tartışmasına, Marx’ın Yahudi Sorunu üzerine yazdığı ve genellikle antisemitik bir metin olarak yorumlanan makalesi nedeniyle ikinci ciltte devam edeceğim. İlk ciltte, özellikle Orta çağ ve erken modern dönemlerdeki Yahudi karşıtlığı ile 19. yüzyıldaki Yahudi karşıtlığı arasındaki ayrıma ve etnik [völkisch] Yahudi karşıtlığı ile ırkçı Yahudi karşıtlığı arasındaki ayrıma odaklanarak temel bilgileri vermeye çalıştım. Marx’ta -örneğin mektuplarında- Yahudi karşıtı ifadeler ve stereotipler bulabileceğimizi ancak Yahudi Sorunu’nda bulamayacağımızı göstermeye çalışacağım.
Biyografisi üzerine çalışırken insanların kendileri hakkında ne düşündüklerini değil ne olduklarını yargılamak gerektiğini söyleyen Marx’ın kendisi hakkında söyledikleri ile olduğu şey arasındaki bu kopukluğa dair örnekler var mı?
Buna yanıt vermek zordur çünkü Marx’ın kendisi hakkında söylediklerine her zaman kesin gözüyle bakılamaz. Kime söylediğini ve ne söylediğini her zaman aklınızda tutmalısınız. Bir yayıncıya söyledikleri, güvendiği bir yoldaşına ya da müttefiki olan ama pek güvenmediği birine söylediklerinden farklıdır. Kendisi hakkında ne söylediği duruma göre değişir. Marx’ın yoğun bir şekilde öğrenen bir özne olduğunu da unutmamalıyız. Hayatı boyunca öğreniyordu, bu nedenle artık benimsemediği eski fikirlerini bir kenara atma yeteneğine de sahipti. Yeni bir şey öğrendiğinde, “Bu yeni bir bakış açısı, bunu bilmiyordum, aklımda bu yoktu, bu yüzden bu konuda daha önce yazdıklarımı sürdüremem,” dediği durumlar çoktur. Kendisini eleştirdi. Kendisi ve tutumları hakkında söyledikleri değişti. Üstelik böyle tek bir şeyden ya da tek bir değişiklikten bahsetmiyoruz. Birçok değişiklik var. Örneğin üçüncü ciltte Marx’ın Avrupa merkezciliği sorununu gündeme getireceğim. Marx’ın 1850’lerde- New York Daily Tribune için yazdığı yazılarda ve makalelerde, Hindistan’daki İngiliz politikası üzerine oldukça açık bir şekilde Avrupa-merkezci bir pozisyon bulabilirsiniz. Ancak bu Avrupa-merkezci pozisyon, yeni deneyimler ve yeni yazılarla yavaş yavaş değişmiştir. Pozisyonunu çok sık tanımlamadığı doğrudur ancak söylediklerini ve ifade ettiklerini yorumladığınızda, bu yaklaşımın değiştiğini kabul etmeniz gerekir.
Peki ya Almanya’daki siyasi hareketler? Gesellschaft fur Menschenrecht’ten [İnsan Hakları Topluluğu] ve Georg Büchner’in Komünizm öncesi Manifesto yazılarından bahsettiğiniz bölümleri büyüleyici buldum.
Erken ölmüş olsa da Georg Büchner, daha sonra Komünist Manifesto’yu tartışırken de karşımıza çıkacak bir başka isim. Komünist Manifesto‘yu Büchner’in 1834’te yazdığı Hessen Kuryesi eseriyle karşılaştıracağım. Komünist Manifesto’dan sadece on üç yıl daha eskidir ve Marx muhtemelen onu hiç okumamıştır. Marx’ın Komünist Manifesto‘da yaptığı yeni şeyi görebilmek için zaten o dönemin şartlarında söylenmesi mümkün olan şeyleri görmek amacıyla bu metinleri karşılaştırmanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu benim çalışmamda temel bir ilkedir. Bu tür yazılara sadece mevcut bilgi ve bilincinizle yaklaştığınızda onları öğrenemezsiniz. O zamana özgü olanı ve o zaman için yeni olanı anlamak için o zamanın referans noktalarına bakmanız gerekir. Bugünlerde zamanının ötesindeki ünlü şair olarak bilinen Georg Büchner, aynı zamanda çok zeki bir devrimciydi (ki bu tüm devrimciler için söylenemeyecek bir niteliktir), özellikle mektuplarının gösterdiği gibi çok hassas ve yanılsamadan uzak bir gözlemciydi. Kendisi bu açıdan gerçekten de mükemmel bir referans noktasıdır.
Bu dönemdeki radikal siyasi hareketler Almanya genelinde oldukça izole durumdaydı. Bununla birlikte, 1848 devriminden önce Alman devletlerinin sert bir şekilde bastırdığı hareketler ve çatışmalar sürekli olarak mevcuttu. Bu hareketler ve halkın artan memnuniyetsizliği göz önünde bulundurulduğunda1848 devriminin bu kadar hızlı yayılması o kadar da şaşırtıcı görünmemektedir. Ancak devrimin yenilgisinden sonra hem siyasi hem de söylemsel durum temelden değişmiştir. Prusya militarizmiyle hegemonik bir güç haline geldi ve birçok eski devrimci Prusya liderliğinde Almanya’nın birleşmesi sürecini desteklemeye başladı. Gerici Alman devletlerine uyum sağlamak istemeyen Marx ve Engels gibi diğer devrimciler sürgüne gitmek zorunda kaldı. 1848’deki devrimin yenilgisi, Alman tarihi için olduğu kadar Marx’ın biyografisi için de belirleyici bir dönüm noktasıdır. Ancak ben bu hikâyelerle biyografinin üçüncü cildinde ilgileneceğim.
Referanslar:
Marx, Karl 1981, Capital. Volume 3, çev. David Fernbach, London: Penguin.
Sperber, Jonathan 2013, Karl Marx: A Nineteenth Century Life, London: W. W. Norton & Company.
Stedman Jones, Gareth 2016, Karl Marx: Greatness and Illusion, London: Allen Lane.
Wheen, Francis 1999, Karl Marx: A Life, London: Forth Estate.
Historical Materialism dergisinin sitesinde yayınlanmak üzere 2018’de gerçekleştirilen söyleşiyi Ege Çoban çevirdi.
[1]Wheen 1999
[2] Sperber 2013
[3] Stedman Jones 2016.
[4] Marx 1981, p. 970. Çeviri Almancasına uygun olmak üzere değiştirilmiştir.